Denemeler, Şiirler
Sunday 14 October 2018
İKTİDAR VE SANAT- Bir Serginin Düşündürdükleri- İlk Kez Adam Sanat'ta yayımlandı
II- İktİdar ve Sanat- Bir Serginin Düşündürdükleri-
“Yazar
eserini asla bir araç olarak göremez.
Bu [eser-E. Y] kendi başına bir amaçtır...
gerekirse eserinin varlığım korumak için kendi
varlığını feda eder.”
K. Marx
“Hazır
var olan biçimlerin çeşitli varyasyonlarıyla
oynamakla
tatmin olamayan gerçek sanat,
daha ziyade kendi zamanının insanının ve
insanlığın
iç
dünyasının gereksinimlerini ifade etmekte ısrarlıdır
—gerçek
sanat devrimci olmadan, toplumun bütünlüklü
ve
radikal bir yeniden yapılanmasın! arzulamadan yapamaz.”
Andre
Breton, Diego Riviera, Leon Troçki
“Özgür bir devrimci sanata
doğru”
Bir sergi ve bir soru
Sanat ve iktidar (Art and Power), Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan
23. sanat sergisi. Londra, Hayward Galeri’de, 26 Ekim 1995-21 Ocak 1996
arasında açık olan serginin konusu, 1930-1945 döneminde Avrupa’da, özellikle de
Almanya, İtalya, Rusya, Fransa ve İspanya’da üretilen resim, heykel ve mimari
ürünleri. Döneme ilişkin 500’e yakın örnek sunuluyor.
Sergi, 1937 yılında Paris’te açılan. Modern
Yaşamda Uluslararası Sanat ve Teknoloji Sergisi’nden örneklerle başlıyor.
Girişte sizi SSCB, Nazi Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı ve İspanyol İç Savaşı
sırasında yapılmış resim ve heykeller karşılıyor. Özellikle iki ülkenin resim,
heykel ve mimari eserlerine hakim olan form ve içerik benzerliği, önce burada
dikkatinizi çekiyor. Daha sonra sergiyi ve özellikle bu iki ülkeden gelen
eserlere ayrılmış bölümleri gezdikten sonra bu ilk algılamanızda
yanılmadığınızı dehşetle fark ediyorsunuz.
Bu iki ülkenin sergilenen sanat eserleri
arasındaki benzerlikler kısaca şöyle özetlenebilir: Resimlerde ve heykellerde
sunulan insanlar ideal ölçülerde, güzel vücutlu, sağlıklı kadın ve erkeklerden
oluşuyor. Konu olarak, çoğunlukla sporcular, işçiler, köylüler, askerler
işlenmiş. Kendinizdeki ve çevrenizdeki insanların eksiklikleri aklınıza
gelince, adeta üstün insanlarla karşı karşıya kaldığınız! düşünmeden
edemiyorsunuz. Heykellerin ve resimlerin hemen hepsi konulu (narrative), çoğunlukla
kahramanlıklar, mutlu köy ve şehir yaşamım anlatan tablolar, ülkelerinin sanayi
ve mimari başarılarını yücelten görüntüler size adeta birer fotoğraf hassasiyetiyle
sunuluyor. Resimlerdeki insanlar hep mutlu, geleceğe dönük, yeni bir dünya
inşa ettiklerinin bilincindeler. Birçok resim, bu insanları, halkına adeta bir
baba şefkatiyle bakan liderleriyle birlikte, mutlu ortamlarda gösteriyor.
Havada toplumsal bir harmoni ve umut var. Birbirine benzer duruşlarda
ve tekniklerle yapılmışlar. Genelde hakim olan biçim figüratif/ gerçekçi,[[1]] ancak bir
neo-klasik,[[2]]
hatta zaman zaman natüralist[[3]] hava da var. Soyut
resme, hatta resimlerde soyutlama eğilimine[[4]] bile bir veya iki
resim dışında rastlamak mümkün değil.
Sergi boyunca, sanat yapıtlarının yanı
sıra bazı dokümanlar, zamanın etkili kişileriyle yapılan bazı alıntılar da
sunulmuş. Bu yazılı malzemeden, söz konusu durumun, sadece sergiye konan
yapıtları seçenlerin bir tercihinin sonucu olmadığım anlıyorsunuz. Gerçekle
oynayan, parçalayan, analiz etmeye ve yeniden sunmaya çalışan kübizme, ekspresyonizme,
gerçeküstücülüğe belli ki pek yer yok. Hemen tüm resimler, birer fotoğraf
hassasiyetiyle, "gerçekliğe sadık kalınarak" üretilmiş. Birkaç tane
sürrealizm, fütürizm ve konstrüktivizim, kübizm örneği var. Ancak bunlar çok
ufak bir azınlık oluşturuyor.
Dikkati çeken bir başka husus da, oldukça
çok sayıda büyük boyutlu resmin sergilenmiş olması. Mimariye gelince, bu alanda
da, söz konusu iki ülkede egemen olan mimari tarz arasında form ve içerik
açısından çarpıcı benzerlikler göze çarpıyor; anıt yapılar, devletin
yüceliğini ve bireyin önemsizliğini yüzünüze haykıran olağanüstü büyük binalar,
beton bloklar dikkati çekiyor. Ancak burada, az da olsa fütürizmin ve
konstrüktivizmin etkilerine rastlamak mümkün. Sanat ve mimari örnekleri birbirine
bu kadar benzeyen bu iki ülke, Stalin Rusya’sı ile Hitler Almanya’sı.
Birbirine taban tabana zıt bir tarihe
sahip, birinin ismi sosyalizm, öbürünün ise faşizm ile birlikte anıla gelen bu
iki rejimin ülkelerinde, nasıl olup da, bu özel zaman dilimi içinde, birbirine
bu kadar benzer sanat ürünleri üretildiği sorusunun sergiden çıktığınızda
kursağınıza oturmaması mümkün değil. Bu konuyu araştırmak ve tartışmak istiyorsunuz.
Ancak, bu soruya cevap vermek bir yana, hakkıyla sormak bile bir yazının
hacmini çok aşacak bir çabayı gerektiriyor. Ne var ki, sosyalizmin ve bununla
birlikte her türlü kurtuluş söyleminin, postmodernizmin elinde, el çabukluğu
marifet, önce Stalinizm ile, sonra da buradan hareketle faşizm ile
eşitlendiği, radikal eleştirilerin, içerikleri göz ardı edilerek anında
totaliterliğe indirgendiği bir dönemde, bu benzerliği konuşmadan geçmek
lüksüne de sahip olmadığınızı biliyorsunuz. Öyleyse elinizde, tüm
yetersizliğinize ve konuya olan yabancılığınıza rağmen, kaygıyı rüzgara
savurup, soruyu ve cevabı kısaca da olsa ele almayı denemekten başka bir
seçenek kalmıyor.
Bu denemeye, önce tarihsel zemini kurmaya
çalışarak girişeceğim. Çünkü tartışmayı bu zemin üzerinde sürdürmek gerekiyor.
Üstelik, bu yöntemle okuyucuya anlaşmadığı noktalarda, daha baştan tutum almak,
ilginç gördüğü tespitler üzerine düşünmek ve yanlış bulduklarını düzeltmek
olanağı da sunmuş olacağım.
I. Klasisizmden modernizme, Çok kaba bir harita:
Dünya pazarının oluşması ve sanayi
devrimi, toplumsal yaşamı kökünden sarstı. Avrupa’da ekonomik, politik ve
toplumsal gelişme, değişme ve altüst oluşlar hızlandı. Bu dönemin altüst
oluşlarının en iyi tarifini Kari Marx’ın Engels’le birlikte kaleme aldığı ve
yine dönemin, tartışmasız en önemli siyasî belgesi olan Komünist Manifesto’nun
sayfalarında buluyoruz: “Katı olan her şey havada eriyor, kutsal olan her
şey ayaklar altına alınıyor...”
Hızlı değişme, toplumsal yıkılma ve
yeniden yapılma ve tekrar yıkılma süreci, bireyde bir altüst oluş, yerinden
koparılmışlık ve bir toplumsal fırtınanın burgacına savrulmuşluk hissi, bir baş
dönmesi yaratırken, peş peşe yaşanan devrimler, özellikle Fransız Devrimi
(1789), bireye, toplumsal değişme içinde, kendi gücünü, dünyayı anlama ve
değiştirme yeteneği olduğunu gösterdi.
Yaygınlaşan meta ilişkileri (pazar),
sanatçının toplumsal konumunu ve kendi işlevi ile sanatı hakkındaki görüşlerim
de değiştirmeye başladı. Sanatçı, giderek, "sanat patronlarına", bireylere
bağımlı olmaktan çıktı, meta ilişkilerine, kar prensibine bağımlı hale gelmeye
başladı. Böylece sanatta feodal toplumun problematiği, paradigması da yerini
kapitalist toplumun paradigmasına bıraktı. Bir tür ekonomik ve politik sınıf
ilişkilerin, karmaşık ideolojik eklemlenmişliklerin etkisi, yerini bir
başkasına bıraktı.
Devrimlerin ve aydınlanma döneminin
gerektirdiği iyimserliğin ve değişmeye olan inancın da etkisiyle, sanatçı,
kendini geleneğe karşı konumlanmış, geleneğin eleştirisinin ağırlığından
kurtulmuş olarak buldu. Artık gelenek, sanatta mükemmele ulaşmanın ölçütü olarak,
“ancien regime”in bir parçası olduğu için, gözden düşüyor, bireysellik,
inisiyatif, yaratıcılık, “dahiler” sanat sahnesine çıkıyordu[[5]]. Burjuva toplumunun kurulmakta
olması, Hegelci bir açıdan yaklaşırsak; burjuva sınıfı için bu, ideal olanla
gerçek olanın çakışması anlamına geliyor ve böylece "özne ile nesneyi
kendinde, eserlerinde birleştiren", dahi sanatçılar dönemi başlıyordu.
Sanat göreli bağımsızlığını kazanırken, sanatçı da dahilik kavramı (hülyaları)
içinde, bu göreli bağımsızlığı, bir mutlak bağımsızlık olarak yorumlamaya
başlıyordu. Böylece geleceğe dönük, hem geçmişe, hem de bugüne karşı eleştirel,
ama, bugünden ve yarından umutlu ve dahi bireyin yaratıcılığına –kendi
yaratıcılığına– güvenen romantizm akımı ortaya çıktı.
* *
*
Romantizme kadar, sanatta hakim olan
yaklaşım, klasisizme, Avrupa medeniyetinin beşiği olan Yunan ve Roma
medeniyetinin mirasına dayanıyordu. Sanatçının görevi, bu mirası mümkün olan
en iyi şekilde yeniden üretmek ve buradan aldığı konuları gerçeğe en uygun bir
şekilde, doğayı kopya ederek işlemekti. Sanatçı hem zevk vermeli, hem de
öğretici olmalıydı.
Meta ilişkilerinin gelişmesi, sanatçıya ve
sanata göreli bir bağımsızlık kazandırırken, dünya pazarının oluşması ve
gelişmesiyle, "geleneğin" dışındaki kültürlerin de bilgileri devreye
girmeye başladı. Geleneğe başkaldıran romantizm, evrensel bir kültür arayışına
da yöneldi. Avrupa’da, edebiyat alanında, sanatçı geleneksel (süslü, karmaşık)
dili bırakarak, insan faaliyetine daha yakın, bu yüzden de sanata daha uygun
bir dil olarak gördüğü normal insanın konuştuğu dili kullanmaya[[6]] ya da en azından
kullanmak gerektiğini savunmaya başladı. Plastik sanatlarda ise Kuzey Avrupa
geleneği, Ortaçağ halk sanatı, Orta Doğu, Bizans, Mısır, Kuzey Afrika
medeniyeti ve giderek Afrika’daki kabile sanatına ilişkin estetik biçimler ilgi
çekmeye başladı. Örneğin, bir Afrika maskesi veya halk sanatlarının ürünleri,
gerçek yasamdaki "ahenk ve dengeyi" vb taşımamalarına, gerçek hayatı
ancak "kabaca" (sic!) temsil etmelerine rağmen, güçlü bir etki
yaratabiliyordu. Bu, geleneğin (klasisizm/neo-klasisizm) sanat anlayışı olan
"mimesis" eğilimim (gerçekliği), belki daha doğru bir deyişle,
gerçekliğin bu şekilde temsil edilmesinin "gerçeğe sadık kalıp
kalmadığım" sorgulamayı hızlandırdı.
Geleneğin dağılmaya başlamasıyla birlikte,
kaçınılmaz olarak ortaya çıkan boşluğu doldurmak üzere, sanatın özü,
kaynakları ve bütün zamanlar için geçerli olan, yani evrensel özellikleri
üzerine radikal sorular ileri sürülmeye başlandı. Geleneğe bu şekilde
yaklaşmak, ister istemez "Sanat ne için yapılır?", "Sanat bizi
niye etkiler?", "Sanatın iletişim tarzları nelerdir?",
"Sanatçının toplumsal işlevi nedir?" gibi soruları da beraberinde
getirdi. Bu sorular, sanatta içeriğe ve biçime ilişkin kavrayışları yeniden
değerlendirmeye aldılar.
19. yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa’da
ve giderek dünyada, politik hava değişmeye başladı. Sömürgeciliğin ve tekelci
kapitalizmin, şehirleşmenin, işçi hareketlerinin –komünist/anarşist[[7]] hareketin–,
kitlesel üretimin ve iletişimin gelişmesi ve teknolojik bir devrimle yaşamın
temposunun hızlanmasıyla, sanatçının ruh hali ve yukarıdaki sorulara verilen
cevapları da değişmeye başladı.
Sanatçı, kapitalist toplumun, düzen yerine
düzensizlik, refah yerine eşitsizlik getirdiğini, toplumsal sarsıntıların
gittikçe arttırdığını (ekonomik krizler vb), buna karşılık hem sanatın, hem de
birey olarak sanatçının etkisinin toplumsal süreçlere müdahale etmekte ne kadar
yetersiz kaldığım görmeye başladı. Özellikle 1848 devrimlerinden sonra,
aydınlar arasında bir hayal kırıklığı ve bir iktidarsızlık duygusu
yaygınlaştı. Bazı sanatçılar, gerçekliği, "dahi" bireylerin
müdahaleleriyle şekillenen bir süreç değil, bireylerin önünde savrulup gittiği
kaotik bir ortam olarak görmeye başladı. Birey, adeta rüzgara kapılmış bir kuru
yaprak gibi, çalkantılı ve kendini aşan –kaotik, anlaşılmaz– toplumsal süreçlerin
önünde savrulup gitmekteydi! Sanatçı, gerçi birey olarak
patronlardan/efendilerden kurtulmuştu ama, şimdi de kurumsal bir efendinin, bir
sınıfın daha doğrusu bu sınıfı da var eden ilişkilerin (sermaye ve piyasa)
toptan olarak egemenliği altına girmişti. Üstelik sanatçı, toplumda egemen
ideolojinin üretilmesinin aracı olan bir popüler kültürle de (kitsch) rekabet
etmeye zorlanıyor, yaratıcı dürtüleri körleşiyordu. Bu iktidarsızlık duygusunun
etkisiyle, birçok sanatçı, sadece konusunu değil, kullandığı araçları ve
iletişim kurma yöntemlerim (kullandığı dili vb.) de sorgulamaya başladı...
Sanatçı, eleştirel konumunu,
yaratıcılığını koruyabilmek için burjuva toplumuna karşı eleştirel tutum
almaya başladı. Sanatçı, buna, önce toplumun egemen kültürünün dışına çıkmaya
çalışarak, onun kullandığı araçları, ifade tarzlarım vb reddederek başladı. Toplumsal
harmoniyi değil, kaosu, değişmeyi, çürümeyi, kapitalizmin felaket yaratma
eğilimini, eşitsizliği yoksulluğu vb konu edinmeye, işlemeye başladı. Hızlanan
sınıf mücadeleleri, özellikle güçlü işçi hareketi, komünizmin etkileri, birey
etrafında kurulmuş organik gerçekleri ifade etmek yerine, bireyi geri plana
atan ve toplumun genel özelliklerini, karmaşasını, gürültüsünü öne çıkaran ve
buna uygun yeni teknikler arayıp bulmaya çalışan bir sanat anlayışı gelişmeye
başladı. Romantizmden kopmaya başlayan sanatçı, artık kurumlaşmış,
bireyin yüceltilmesi, duygusallığın abartılması yoluyla burjuva ideolojisinin
ve toplumunun savunuculuğunda kullanılan, sanat karşısından, yeni bir yola
girdi[[8]]. Birçok sanatçı, romantizme
karşı zaman zaman canlandırılan, düzeni ve statükoyu yansıtan
naturalizm/gerçekçilik gibi eğilimlere de yüz vermeyince, 19. yüzyılın sonu ile
20. yüzyılın başında modernizm olarak bilinen akım ortaya çıktı.
Modernizm, kısa zamanda toplumsal havanın
en iyi yansıtıcısı olduğunu, gerçekliği en doğru bir şekilde yakalayabildiğini,
özellikle yaklaşan savaşı ve devrimci alt üst oluşları çok önceden hissederek
ve eserlerine yansıtarak (özellikle Alman ekspresyonistlerini bu açıdan anmaya
değer) kanıtladı. Öte yandan, modernist sanatçılarda, her şeye rağmen, bu
gelmekte olan felaketin içinden arınarak çıkılabileceği, yeni bir dünyanın
kurulabileceği inancı, bu anlamda bir “catastrophic optimism” yaygındı.[[9]]
I. Dünya Savaşı bu havayı köklü bir
şekilde değiştirdi, ayrışmaları keskinleştirdi. Modernist hareketin, toplumu,
hızla altüst olan, kaotik, krizlerle çalkalanan, felaketlere gebe olarak
görmesi ve bunu anlatma çabası, ister istemez, kabaca, iki alt grupta toplanabilecek,
iki çift eğilime yol açıyordu:
Birinci grupta, teknolojiye hayran,
gelişmeden gözü kamaşan, zaman zaman romantizmi de içinde taşıyan, geleceğe
yönelik bir eğilim (örneğin fütüristler) ile bugünü benzer bir şekilde
görmesine rağmen geçmişin organik bütünlüğünü arayan, yeni bir klasisizm, yeni
bir gelenek peşinde koşan, bu yüzden çabaları geleneği yeniden inşa ederek
kurtarmaya yönelik gerici, aristokratik bir eğilimi (örneğin, Eliot, Pound)
içinde taşıyordu.
İkinci grupta ise, burjuva toplumuna karşı
eleştirel davranmakla birlikte dikkatlerini kaos içindeki bireyde yoğunlaştırdıkları
için, değiştirilebileceğine olan inançlarını kaybetmiş olanlardan (örneğin,
Franz Kafka, T. S. Eliot, James Joyce, belki Osip Mandelstam);[[10]] farklı olarak kaosu ve
hızlı değişmeyi görmekle birlikte bunun içinde dikkatini bireye değil geniş
kitlelere, nesnel hareketlere diktiği için, sınıf mücadelesini ve burjuva
iktidarını görmeye ve bunun içinde ve buna karşı tavır almaya çalışanlar
(Kandinsky, Maleviç, Alfred Döblin, Brecht, ekspresyonistler ve DADA, sonra
gerçeküstücüler, konstrüktivistler vb) sayılabilirdi.
Modernist hareket, işte bu iki grup ve dört
eğilimiyle birlikte I. Dünya Savaşı’na girdi. Savaştan çıktığında da
siyasî olarak hızla ayrışmaya başladı. Büyük bir çoğunluğu, sosyalist radikal
kanada savrulurken, az da olsa bir kısmı, özellikle fütüristlerle,
ekspresyonistlerin içinden çıkan bir grup ve geleneği yeniden kurmayı
amaçlayanlar (örneğin Ezra Pound) gerici projelere yöneldiler, İtalyan faşizmi
önemli ilgi alanlarından biriydi.
* *
*
I. Dünya Savaşı’nı izleyen ortamda,
Avrupa’da savaşın getirdiği yıkım, sertleşen sınıf mücadeleleri, Rusya’da
Şubat ve Ekim devrimleri, Almanya ve İtalya’da başarısız devrim denemeleri ve
sonra, yükselmeye başlayan faşizm, modernist sanatçıların çok önemli bir
kısmının radikalleşmesini hızlandırdı. Bu radikalleşme içinde, sadece
sanatçının kendini ifade etme biçimleri, dilin kullanılışı, teknik vb.
sorgulanmakla kalmadı, sanatçı, daha da öteye giderek, bir kurum olarak
sanatı sorgulamaya ve burjuva toplumu ile birlikte sanatı ortadan
kaldırmanın da yollarını aramaya başladı. Böylece modernist sanatçılar, bir
anlamda, sanatın "fildişi kulesinden" inerek, sınıf mücadelesine,
siyasî yaşama doğrudan katılmaya başladı. Modernist akım avantgarde aşamasına
girdi.[[11]]
Böylece, modernizmin sanatın araçları ve ilişki kurma yöntemi üzerine ileri
sürdüğü eleştiri, zaman içinde, doğrudan sanatın eleştirisine dönüştü.
Yaptığı sanatın teorisini de yapmaya,
politika sorunlarım tartışmaya başlayan bilinçli, eylemci bir sanatçı kesimi
ve akımlar ortaya çıkmaya başladı: fütürizm"[[12]], dadacılık,
gerçeküstücülük, konstrüktivizm vb.
Özetle, kapitalizmin gelişmesiyle, önce
nispi otonomi ve evrensellik kazanan, eleştirel bir şekilde konumlanmaya
başlayan sanat ve sanatçı, kapitalizmin büyük krizi sırasında ve devrimci
olasılıkların artmasıyla birlikte, burjuva toplumuna karşı mücadelesinin, bir
kurum olarak sanata karşı mücadele olduğu sonucuna ulaşmıştı. Gerçi sanat her
zaman politikti ama, bu sefer sanatın politikliği, sanatçıların bilinçli
olarak ele aldıkları ve eserlerinde işleme tâbi tuttukları bir özelliğiydi
artık. Diktatörlükler de sanatı bu biçimde algıladılar. Avantgarde sanattan
korktular, bastırmaya çalıştılar ve tam aksi yönde, neoklasik
"gerçekçi", anlaşılır, ulusal özellikleri ağır basan, iyimser bir
sanatı benimsetmeye çalıştılar. Stalin ve Hitler rejimleri de, farklı tarihsel
köklerden gelmelerine rağmen, sanat söz konusu olduğunda aynı yolu seçtiler:
Avantgarde’ı bastırmak ve yok etmek. Emekçilerin, işçilerin ve aydınların
üzerinde ağır bir baskı uygulayan Stalin ve Hitler rejimlerinin, birbirlerinden
farklı da olsalar, baskıcı ve sömürücü sınıf ilişkilerine en uygun olanı da
buydu...
Yazının geri kalan kısmında, daha kolay
olacağım düşündüğüm için önce Hitler Almanya’sından başlayarak, bu avantgarde’ı
bastırma sürecini, gerçekleri ve araçlarıyla birlikte kısaca incelemeyi
deneyeceğim.
Almanya:
“Dejenere Sanat” ve “Gerçek Alınan Sanatı”[[13]]
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa,
özellikle Almanya, bir taraftan savaşın, yenilginin yaralarım sarıyor, ağır
ekonomik sorunlarla, yoksullukla boğuşuyor, burjuva sınıfı, özellikle küçük
burjuvazi ve köylülük, kırılan ulusal gururunu tamir etmeye çalışıyordu. Öte
yandan Rus Devrimi’nin radikalleştirici etkileri kültürel ve politik yaşamı
sarsıyordu. Avantgarde, bu ortamda, aydınlar ve sanatçılar arasında hakim
olmaya başladı. Avantgarde’ın etkileri, kitlelere ulaşabilecek bir şekilde, en
yeni ve modern sanat alanı olan sinemada da kendini göstermeye başladı...
Avantgarde sanatçılar, çoğunlukla sol sempatizanı ya da komünist/ sosyal
demokrat partilere yakın ya da üye aydınlardı, sanatsal etkinlikleriyle, egemen
kültürel yaşama ve ideolojiye saldırıyor, sık sık seyircilerin en kutsal buldukları,
en olağan saydıkları değerleri ayaklar altına alıyor, skandal, şaşkınlık
yaratıyor ve burjuva sınıfının, muhafazakar küçük burjuvazinin nefretini
topluyorlardı. Avantgarde, Almanya’da toplumsal çürüme, dağılma ve sınıf
mücadelesi bilincini geliştirme yönünde bir etki yaratıyor, sanatla sanat
olmayan arasındaki sınırları zorluyor, bu yüzden sağcı basın tarafından
“kültürel bolşevizm” olarak adlandırılıyor ve sürekli saldırılara hedef
oluyordu. Birçok gözlemciye göre, her şeye rağmen, modernizm (avantgarde), I.
Dünya Savaşı’nın ardından, bu ortamda, toplumda dönemin sanat anlayışı olarak
ilgi görmeye başlamıştı.
Nasyonal Sosyalist Parti (bundan sonra
Naziler), daha iktidara gelmeden önce modernizme ve avantgarde’a karşı tutum
almaya ve parti liderlerinin sanata
yönelik tutumlarındaki tüm heterojenliğe[[14]] rağmen, “kültürel
bolşevizm” söylemini benimseyerek saldırmaya başlamıştı. Nazilere bakılırsa,
Almanya’nın toplumsal sorunlarında bu kültürel dejenerasyonun büyük suçu
vardı.
1933’te, Naziler ve Hitler iktidar olduktan
sonra Nazi Partisi ve devlet aygıtı, modernizme karşı politik ve ideolojik
olarak tavır aldı ve yok etmeye girişti. 1927’de kurulan Kampfung für
Deutsch Kültür (Alman Kültürü İçin Kavga Birliği) örgütünün ileri
gelenlerinden mimar Paul Schultze-Naumburg’un şu sözleri Naziler’in bu savaşı
ne kadar ciddiye aldığım gösteriyor: “Politikada olduğu gibi sanatta da bir
ölüm kalım savaşı verilmektedir. Sanat için verilen savaş, politika için
verilen savaşla aynı ciddiyetle ve kararlılıkla sürdürülmelidir.” Kampfung’un
lideri Alfred Rosenberg ise, daha 1928’de, Georg Grosz, Otto Dix, Ludwig
Krischner gibi sanatçıların resimlerini, bunların ne kadar dejenere ve
sağlıksız olduğunu göstermek için, bir katalogda toplamış ve insan
hastalıklarını gösteren diğer resimlerle birlikte, aralarında benzerlik
olduğunu göstermeye çalışmak üzere, sağa sola postalamaya başlamıştı bile.
İktidara geldikten sonra Naziler, bu
“dejenere sanatın” kökünü kazımaya giriştiler. 1933’te Reichs kultur kammer
(Alman Kültür Odaları) kuruldu. Goebbels, “Gelecekte sadece bu Oda’ya üye
olanların kültürel yaşamda ürün vermelerine izin verilecektir” diyerek,
Naziler’in ideolojik kontrolü dışında sanat yapılamayacağını açıkladı.
Goebbels, “sanatın biçimi ile bu sanatı kontrol edenlerin arasındaki ilişkiyi
çok iyi biliyordu.” 1934 Parti Konferansı’nda Hitler, “Bütün modern sanatın
kökü tümüyle kazınmalıdır” diyecekti. Çünkü, Nazilere göre, modern sanat
Bolşeviklikle, Yahudilikle, savaşın getirdiği çürüme, yoksulluk vb ile özdeşti,
Alman halkına güvenmiyor, geleceğe bakmaktan ziyade bugünün parçalanmışlığını,
karmaşasını ve kötülüklerini ortaya döküyordu.
Halbuki, Nazi sanatı, “romantik,
fantezileri de atlayarak iyice geriye, klasik döneme dönmeye, ancak burada da
bireyinki yerine Alman halkının ruhunu kavramaya ve ifade etmeye kararlıydı.”
Sanatçı, gerek insan gerek hayvan olsun,
varlıkları, biyolojik olarak en mükemmel biçimlerinde ifade etmeliydi. Bu iş
için natüralist ve idealist sanat biçimleri uygundu. Nazi sanatı, soyutlamaya
ve fotomontaja tümüyle karşıydı, buna karşılık klasisizmi ve neo-klasisizmi
benimsiyordu. Ancak geniş kitlelere ulaşmaya da büyük dikkat gösteren Nazi
gerçekçiliği, bu amaçla sanatta ve konularında, basitleşmeye, yumuşatmaya ve
ahenge ağırlık vererek, bir anlamda kendi özgün stilini yarattı. Daha doğrusu,
modern sanatın yerine, gerçek anlamda klasisizmi değil de, bunun bir
karikatürünü, “kitsch” bir sanat anlayışını geçirdi. Bu yüzden “Nazi sanatının”
etkisiyle yapılmış tablolar, baskı yoluyla çoğaltıldıklarında, adeta birer
fotoğraf gibi duruyorlardı. Sporcuların, askerlerin, köylülerin vb. resimleri,
dış görünüşleriyle, tipik olarak ve bireyselliğe, yani iç dünyalarına ilişkin
ipuçlarına izin vermeyecek şekilde, “yeni insanın ifadesi” olarak
üretiliyorlardı.
Bu yeniden yaratma iddiasından hareketle
Berlin’i yeniden inşa etmeye kalkan Hitler’e göre ise, “bu değişen, geçici
dünyada, insanlığın büyük kültürel belgelerini sadece granit ve mermerin
sunduğu istikrar ve belirlilik koruyabilirdi. (...) Bu muazzam yapıtlar aynı
zamanda Alman ulusunun siyasî gücünün de en yüce kanıtı olacaklardı.”
1936’da Goebbels, “Parti çizgisinden
bağımsız eleştirmenlik faaliyetine girişilmesini yasaklayan bir kararname
yayımladı.” Nihayet 1937’de, müzelerdeki ve koleksiyonlardaki tüm modernist
eserler toplatıldı ve Berlin’de, Nazi sanat anlayışının ürünü olan eserlerle
aynı sergide, yan yana, ancak “dejenere sanat” kategorisi altında
sergilendiler. Sonra da Almanya dışından gelen koleksiyonculara satıldılar.
Satılamayanlar da yok edildi. Nazi döneminde, bazı sanatçıların resim yapmaları
yasaklandı, yapmakta ısrar edenler cezalandırıldılar, sürüldüler veya yok
edildiler. Nazi rejimi, avantgarde sanata karşı uzlaşmaz bir savaş verdi;
avantgarde sanatın eleştirel gücünden, gerçekliği çıplak bir şekilde ve çok
yönlü bir şekilde yansıtmaya uygun araçlarından korkarak yok etmeye çalıştı.
Rus Devrimi, Stalinizm ve Avantgarde
Başlangıçta, Nazilerin aksine, sosyalist
hareket, hemen her yerde modernist ve avantgarde sanatçı ve edebiyatçılarla
sıkı ilişki içindeydi, bu sanatçıların sempatisini ve desteğini alıyordu. 1917
Ekim Devrimi, hem Rusya’da, hem de Avrupa’da sanatta modernist, avantgarde ve
enternasyonalist eğilimleri güçlendirdi, sanatçılar arasında, insanlığın
geleceğine yönelik olarak, genel bir iyimserlik yarattı. Rusya özelinde. Ekim
Devrimi ile çok canlı bir kültürel hayat başladı. Kapitalist toplumun sanat
anlayışına ve bir kurum olarak sanata karşı mücadele etmek gerektiğini savunan
avantgarde, devrimde en doğal başlığını bulduğunu hemen fark etti ve ona dört
elle sarıldı. Film yönetmeni Sergei Yetkevitch’in sözleriyle, “Hiç bu kadar çok
tiyatro, bu kadar çok kitap (özellikle ciltlerle şiir kitabı) ortaya
çıkmamıştı. (...) Tiyatro ve resimde hiç bu kadar çok denemeye girişilmemişti.”
Sinema alanında Eisentein, Pudovkin, Dovzhenko, Kulesov ve Vertov’un denemeleri
ve ürünleri dünyada büyük yankılar uyandırdı. Modern sanatın/Avantgarde’ın öncü
isimleri, plastik sanatlarda Tatlin, Maleviç, Kandinsky, Rodçenko; şiir ve
düzyazıda Pasternak, Blok, Babel, Oleşa, Fedin, Zamyatin, Mandelstam,
Mayakovski, Leonov ve Şolohov, 1920’leri, Sovyet edebiyat ve sanatının altın
yılı yaptılar. (Swingwood, 70) Maleviç, kübizm ve fütürizmi, “politik ve
ekonomik yasamdaki devrimi izleyen devrimci sanat biçimleri” olarak ilân etti.
(C. Grey, 1971, 219-pp 78)
Avantgarde, Devrim’i kucaklarken, devrimle
uyuşmazlığa düşerek Rusya’yı terk eden sanatçılar da oldu. Bunlar arasında,
daha sonra Stalin döneminde (1928) geri dönerek "sosyalist gerçekliği destekleyen",
hatta eleştirel gerçekçilik-sosyalist gerçekçilik gibi bir ayırım ortaya
atarak, teorik çerçevesinin oluşmasına katkıda bulunan ve bu arada da
avantgarde sanatçıların bastırılmasına çoğu zaman sessiz kalan, devletin sanat
politikasını destekleyen Gorki özellikle önemlidir. Gorki, o zaman,
“Lenin, Troçki ve yoldaşları, daha şimdiden iktidarın pis zehriyle
zehirlenmişlerdi. Bu, demokratik mücadelenin kazanımları olan özgür konuşma
hakkına ve bireye utanmazca saldırmalarında kendini göstermektedir” diyordu,
Gorki’ye göre, “çok fazla siyaset vardı ve sanat bu ortamda yaşayamazdı.”
(Swingewood, 79)
Ekim Devrimi’nin ilk yıllarındaki kültürel
canlılık, özellikle 1920’lerin ikinci yansından itibaren, giderek söndü,
1930’larda da tüm avantgarde, bağımsız sanat örgütleri tasfiye edildi ve
devlete bağlı bir tek kuruluş altında toplandılar. Bu süreç içinde avantgarde
sanatçılar yok edilirken, bir zamanlar Rus Çarlık generallerinin resimlerim
yapmış Gerasimov, Bordski, Katsman gibi akademiden yetişmiş sanatçılar, Lenin,
Stalin ve General Voroşilov gibi büyüklerin “sosyalist gerçekçi” resimlerini
yaparak, avantgarde’a saldırarak yükseldiler, merkezî sanat örgütlerinin
yönetimine geldiler, Rusya’da kültürel yaşama damgalarım vurdular. (Culler
Bown, 28, 58, 92; Art and Power, Moscow, bölümü 186-225)
Buna karşılık avantgarde sanatçılar şiddetle
bastırıldılar, hatta devrim sırasında Riga’da Lenin’i korumak üzere kurulmuş
Latviya taburunda hizmet vermiş olan Anderson, Veideman, Yakub gibi bolşevik
avantgarde sanatçılar tutuklandılar ve kurşuna dizildiler (Culler Brown 130).
Böylece milliyetçi, içe kapalı, geçmişe dönük, klasik/natüralist bir sanat anlayışı
hakim oldu SSCB’de.
1917-28 Canlılık ve Mücadele
1917-28 arası, SSCB’de sanatta ve
edebiyatta akımlar ve örgütlerin çeşitliliği açısından çok canlı bir dönemdir.
Diğer taraftan, bu dönemdeki kutuplaşmalar ve mücadeleler, genel toplumsal
gelişmelerle de birleşerek, bir sonraki dönemde egemen olacak manzaranın
temelim attılar: “Sosyalist gerçekliğin” resmî sanat anlayışı olarak
yerleşmesi ve bağımsız sanat gruplarının ve sanatçılarının yok edilmesi.
Avantgarde: proletkült ve fütürizm Bu dönemde iki akım dikkati çeker:
proletkült ve fütürizm. Bu iki akım, eski rejimin kültür ve sanatının aşılması
gereği, akademik sanat anlayışının ve tuval resminin reddedilmesi, gerçekçiliğin
burjuva bir biçim olarak mahkûm edilmesi gibi konularda genel olarak
anlaşmaktaydılar. Fark, bugün ile geleceğin ilişkilendirilmesinde ve bunun
siyasî alana yansıtılmasında ortaya çıkıyordu. Fütürizmin bu konuda belli bir
politikası olmamasına karşılık, proletkült, burjuva kültürünün yok edilerek
yerine bir proletarya kültürünün yaratılması gerektiğini söylüyordu. Bogdanov
ve Plekhanov’un teorik önderliği altında oluşan bu akım, “Kültür sınıfsaldır,
her egemen sınıfın kendi egemen kültürü vardır, sanatçı bu egemen kültür
aracılığıyla egemen sınıfın çıkarlarını yansıtır. Dün, burjuvazinin kültürü
egemen kültürdü, şimdi proletarya egemen sınıf olduğuna göre burjuva kültürünü
yıkarak yerine proleter kültürü koyması gerekir” şeklinde özetlenebilecek bir
çizgiyi savunuyordu. 1917’de kurulan proletkült hareketi. Ekim Devrimi’nden az
önce ilk kongresini yaptı ve kendini tek devrimci sanat akımı olarak gördüğü
için de, çizgisinin parti tarafından resmen benimsenmesini talep etti.
Lenin ve Troçki, proletkültün bu isteğine
şiddetle karşı çıktılar. Özetle, temel olarak üç neden ileri sürdüler:
Birincisi, parti hiçbir sanat akımını resmî akım olarak ilan edemezdi, bu,
Parti’nin işi değildi. İkincisi, proletkült teorik olarak yanlıştı. Yanlıştı,
çünkü indirgemeciydi, sanatçı ve kültür arasındaki etkileşimin homojenliğini
ve dolaysızlığını bozan çok yönlü ilişkileri ve çelişkileri göremiyordu.
Üstelik proletarya, kendisi egemen oldukça yok olacak bir sınıftı. Bu yüzden,
proletaryaya özgü bir kültür kurmak, içi boş bir amaçtı. Üçüncüsü, bir kültür,
kararname ve teorik soyutlamalarla, üstelik eski kültür silinerek kurulamazdı.
Yeni kültür, sınıf ilişkilerinin değişmesine paralel olarak, eski kültür
eleştiri altına girdikçe, toplumsal gelişmelerin etkisiyle şekillendikçe
oluşacak ve bu süreç uzun yıllar alacaklı. Bu kültürün nasıl bir şey olacağım
ise şimdiden bilmek olanaklı değildi. Üstelik, bugün, geçmişin kültürel
mirasından mahrum bırakılmış bir sınıf olan proletaryanın, henüz sahip
olmadığı bir şeyi aşması da söz konuşu olamazdı. Proletkült bu eleştirilere
dayanamadı ve dağıldı. Ancak proletaryanın kültürünün bilinçli olarak
oluşturulması politikasının parti tarafından benimsenmesi fikri daha sonra
Stalin döneminde, "kültür" yerine "sanat" sözcüğü konarak,
"proletarya sanatı" ifadesiyle ve de yanına "sosyalist
gerçekçi" sözcüğü eklenerek benimsenecektir. Şu iki ifade arasındaki
benzerliğe dikkat ediniz:
Bogdanov (1910): “Sanatın esas görevi, insanların sadece
düşünce, fikir ve bilgilerin; değil duygu ve ruhsal durumlarım da
örgütlemektir.” (Swingwood, 80)
Jdanov (1932): “Yoldaş Stalin, yazar ve sanatçılarımızın
insan ruhunun mühendisi olduğunu söylüyor. Bu ne demektir?... Bu ilk önce hayatı
bilmek ve ifade etmek demektir... gerçekliği, devrimci gelişmesi içinde ifade
etmek [demektir]. Buna ek olarak, bu sanatsal ifadenin doğruluğu ve tarihsel
somutluğu, emekçi halkın eğitilmesi ve ideolojik olarak yeniden
şekillendirilmesiyle birleştirilmelidir.”[[15]]
(Harrison&Wood, 400)
Proletkült ile karşılaştırıldığında,
fütürizmin, birçok açıdan geleceğe açık ve daha ümit verici olduğu görülür. Bu
konuda Troçki’nin analizleri oldukça ışık tutucu. İşte fütürizmin özelliklerine
ilişkin birkaç tespit: “Bugün, hiç kimsenin sanatta, özellikle de şiirde,
fütürist kazanımları bütünüyle inkar etmesi mümkün değildir. Birkaç istisna
dışında, doğrudan veya dolaylı olarak, bugünün şiiri fütürizmden
etkilenmiştir.” (Troçki, 141) “Gorlov, formda, eski estetiğe karşı bir
başkaldırıdan doğan, fütürist devrimin, teorik alanda, bu eski estetiği
yaratmış olan kokuşmuş ve durgun yaşama karşı bir devrim olduğuna işaret
ederken haklıdır.” (age, 145) Fütürizm ile komünizmi özdeşleştirmenin son
derecede aceleci bir tutum olduğunu söyledikten sonra: “Bu, fütüristlerin
ürünlerine karşı hor görücü bir tutum içine girmek anlamına gelmez. Bizim
fikrimize göre [gelecekte-E. Y.] yeni ve büyük edebiyatın oluşmasında onlar
gerekli halkayı oluşturmaktadırlar.” (159)
Avantgarde ve fütürizm, eski rejimin
sanatına ve sanatsal kurumlarına saldırmakla kalmadılar, aynı zamanda sanatı
kitlelere yaymaya da çabaladılar. Bu iki akımdan sanatçıların işçi bölgelerinde
atölyeler kurduğu ve burada, eğitimli sanatçılarla işçi sınıfı içinden gelen
sanatçıları birleştirmeye ve sanatı yaygın bir faaliyet dalı haline getirmeye,
eski akademik sanata, tuval resmine karşı kitle üretimi ve tüketimine dayanan
bir sanatı geliştirmeye çabaladığı görüldü. (Brown, 20)
Öte yandan, bu iki akımın bir de ortak
zaafı vardı: Fabrikayı, teknolojiyi, fabrika yaşamını ve üretimini yüceltmek.
Birçok fabrikanın düdüklerinin eşgüdümlü olarak çalınmasıyla oluşacak müzik
parçaları yazmaya kalkmak gibi, zararsız, ama ütopik denemeler bir yana, bu
yaklaşımın ciddi bir tehlikesi de vardı. Bu yaklaşım, Rosa Luxemburg’un
ifadesini kullanırsak, sermayenin esaret zincirinin ilk halkasının fabrikada
döküldüğünü göz ardı ediyordu.
Bir üretim aracı olarak fabrika, kapitalist
bir biçimdir ve iç yaşamı gereği, işçi sınıfı üzerinde disiplin uygulanmasını,
iş bölümünü ve hiyerarşinin devam ettirilmesini zorunlu kılar. Bu yüzden,
1928’de sanayileşme atılımı başladığında, birçok proletkült ve fütürist
sanatçının üretkenliği artırmak, fabrika disiplinini pekiştirmek ve
sabotörleri engellemek üzere, "sınıf mücadelesine" katılarak sanatın
resmî bir kurum olmasına alet olduklarını göreceğiz.
Yeni muhafazakarlar
İç savaşın bitmesi ve NEP döneminin başlaması, sanatta
da avantgarde’dan uzaklaşmayı başlattı, iç savaşın bittiği yıllarda (1922)
kurulan AKhRR (Devrimci Sanatçılar Birliği), kendine amaç olarak, Kızılordu
askerlerinin, işçilerin ve köylülerin resmini yapmayı seçmişti. Bu akım, kendi
stilini, "kahraman gerçekçilik" olarak tespit ediyordu, her türlü
stilistik sapmaya karşıydı ve kendine devrim öncesinin gezginci radikal
sanatçılarının neoklasik olarak ifade edilebilecek, kısmen milliyetçi ve
kısmen de popülist sanatını temel alıyordu. (Brown, 50) Parti ile sıkı
ilişkiler içinde olan ve Parti’nin liderliğinin sanat için gerekli olduğunu savunan
AKhRR, 1924’te (tek ülkede sosyalizm teorisinin de kabul edildiği yıl)
yayımladığı bir bildiride, sanatta Rus okulunun önemini vurgulayacak,
yurtsever ve gerçekçi bir çizgiyi savunacak ve sanatta yabancı etkilere,
özellikle Fransız okuluna, avantgarde ve modernist sanata karşı çıkacaktı.
Liderliği, “Biz, uluslararası proletaryanın gözünde devrimi küçülten soyut
kavramları değil, olayların doğru bir resmini sunacağız” diyordu. (Brown, 32)
Bu bağlamda AKhRR, büyük boyutlu, tematik, bir hikâye anlatan (narratif) ve
gerçekçi resimler yapıyordu. AKhRR’ın resimleri ve sanat anlayışı, SSCB’nin içe
kapanmaya, enternasyonalizmin zayıflamaya başladığını ve devrimci ruh halinin
yerini stabilizasyon isteğinin aldığını gösteriyordu. Çok büyük insan kaybına,
toplumsal altüst oluşa, acılara ve yoksulluğa yol açan bir iç savaşın
ardından, belki de bunu anlayışla karşılamak gerekiyordu.
İç savaşı, NEP dönemi, yani ekonomik
ilişkilerin stabilizasyonu için piyasa ekonomisine ve parasal ilişkilere bir
geri dönüş izledi. Bu dönemde sermaye ilişkileri yeniden kuruldu ve kontrollü
de olsa yayıldılar, buna paralel olarak, özel tablo ve sanat eseri satın alan
özel müşteriler ve yeni bir sanat piyasası oluşmaya başladı. (Bowlt, XXXIX)
Eski rejimin neoklasik sanatının temsilcilerinin de bu dönemde geri
geldiklerini ve "devrimci muhafazakarlık" adı altında etkilerini
artırmaya başladıklarını görüyoruz. Bu "yeni muhafazakarların"
neo-klasik görüşleriyle, AKhRR’ın sanat anlayışı arasında ise büyük bir
benzerlik vardı.
"Neo-klasisizmin devrimin çocuğu ve
özü olduğunu duyuyoruz. (...) Çok ilginç. Neden klasisizm, devrimle olan
arkabalığını hatırlamak için dört sene bekledi. (...) NEP ne kadar devrimin
çocuğuysa klasisizm de o kadar devrimin çocuğu değil midir?" diyerek,
Troçki, klasisizmin geri bir adım olduğunu tespit ediyor ve "devrimci
muhafazakarlık" ifadesini reddediyordu. (Troçki, 111). Devrimci öz söz
konuşu olduğunda ise, bir-iki paragraf sonra, Troçki, açık bir şekilde
fütüristleri anıyor ve "Fütürizmin, Devrimi henüz tam kavrayamadığı
doğrudur, ancak birçok anlamda fütürizmin Devrime paralel olan bir iç dinamiği
var," diyordu. (112)
AKhRR’ın kurulmasına paralel olarak, bazı
fütüristler ve proletkültten arta kalan sanatçılar, LEF’i kurdular (Sol
Sanatçılar Birliği). LEF, sürekli olarak, AKhRR’in saldırıları ve Parti’yi
tutum almaya zorlayan demeçleriyle karşı karşıya kaldı. Ancak o sıralarda da
yerleşmeye başlayan tek ülkede sosyalizm, Rus geleneğine dönüş, sanatta hikâye
anlatma ve figüratif gerçekçi ve geniş kitleler tarafından anlaşılır olma ölçütü,
Avrupa etkilerinin reddedilmesi, avantgarde sanatın varlık koşullarım gittikçe
ortadan kaldırıyordu. Yine de 1925’te, Parti, bu ortama, hâlâ olumlu bir yönde
müdahale edebiliyor ve "Parti’nin kontrolü dışında özgür bir sanatın
varlığının gerekli olduğunu" söyleyebiliyordu. (Swingewood, 86)
1920’ler biterken. Parti içi iktidar
mücadelesi de bir sonuca bağlanmaya başladı. 1927’de, Troçki sürgüne gittikten
sonra, Stalin önderliğinde, bürokrasinin iktidarı pekişti. Tüm bu
değişiklikleri, belki de en iyi, 1927’de Sovyet Sanatının 10 Yılı
ismiyle açılan sergiye, sadece Rusya’da değil dünyada büyük ün yapmış
avantgarde sanatçılardan Tatlin ve Maleviç’in resimlerinin alınmamasında
görebiliriz. Aynı sergi, 1932’de tekrar açıldığında, buna bir de “dejenere
sanat” bölümü eklenecek ve avantgarde sanatçılar burada dejenere, küçük
burjuva, elitist vb yaftalarla "teşhir edileceklerdi." (Lynton, 151)
Her şeye rağmen, 1925’te sanatta hâlâ
büyük canlılık vardı, sanatçılar, 4Sanat (Fransız Okulu’nun takipçileri),
Çember (yeni bir stil arayışı, freskolara özel ilgi), Ost
(Avantgarde ve yeni ortamın kaynaşması, konuşu yeni Sovyet insanı, makine ve
harmoni, disiplin spor). Ekim (tüm sanat dallarını birleştiriyor,
natüralizm ve gerçekçiliğe eleştirel bakıyor, Eisenstein, tarihçi Pokrovski
gibi üyeleri ve Diego Riviera gibi destekçileri var, bir anlamda avantgarde’ın
son kalesi), OMKh (Moskova Artistler Birliği, eski liberal çevrenin
devamı, akademik) gibi örgütlerde tartışıyor ve üretiyorlardı. Ancak bu
akımların ve ortamın etrafındaki çemberin, AKhRR’ın saldırılarıyla daralmaya
başladığı da bir gerçekti. Benzer bir gelişme edebiyat alanında da yaşandı ve
1920’de kurulan RAPP (Tüm Rusya Proleter Yazarlar Birliği), hızla bağımsız
yazar ve yazar gruplarım kendi içine almaya başladı.
Avantgarde’ın Tasfiyesi 1928-1934
a. Büyük Hesaplaşma: l. Beş Yıllık Plan ve Kültür
Politikası
1928’de I. Beş Yıllık Plan açıklandı. NEP
dönemi bitti ve sınıf mücadelesi hızla sertleşmeye başladı. Ayrıntılı
tartışmasını bir başka yazıya bırakarak, bu sınıf mücadelesinin üç sacayağı
olduğunu söylemek istiyorum burada. Çünkü bundan sonraki gelişmeleri değerlendirebilmek,
özellikle sanat politikasını kavrayabilmek için, olaylara bu üçlü arasındaki
ilişki açısından bakmak gerekiyor. Bu sınıf mücadelesinin üç ayağını, NEP
döneminde kırda ve şehirde yeniden şekillenmeye başlamış özel sermayeye
dayalı kapitalist sınıf; devleti ve partiyi kontrol etmeye, devlet
işletmelerim yönetmeye, bu temelde şekillenmeye, başlayan Stalin
önderliğindeki yeni bir bürokratik (ve kapitalist)[[16]] sınıf ve her iki
taraftan da gelen baskılara maruz kalan, ancak hâlâ sendikaları, liderleri ve
kültürü yaşayan işçi sınıfı oluşturuyordu.
Bu üçlü içinde en örgütlüsü (devlet ve parti)
ve tarihsel olarak devrimin damgasını taşıdığını savunmaya devam edebildiği
için, ideolojik olarak avantajlı olan Stalinist bürokrasiydi. NEP dönemi bir
ekonomik ve sosyal krizle biterken, bu kesim, sanayileşme hamlesi yoluyla,
diğer ikisine karşı egemenliğini pekiştirmek için saldırıya geçti. Stalinist
bürokrasi, bir taraftan devletleştirme ve zorunlu kolektifleştirme yoluyla ve
sınıf mücadelesi sloganıyla bireysel kapitalist sınıfa saldırdı; diğer taraftan
sanayileşme eşittir sosyalizm (ve tek ülkede kurulabilir) sloganıyla
üretkenlik, iş disiplini, sabotörlere karşı savaş vb çağrıları yoluyla da işçi
sınıfına saldırdı. Sanayileşme planı ve kültür politikası, işte bu mücadelenin
iki yanını oluşturdu.
Aşağıda göreceğimiz gibi, Stalinist
bürokrasi, eski rejimin kültürel biçimlerini ve sanat anlayışını
(neo-klasisizm/natüralizm), proletarya sanatı kavramını hortlatıp, sosyalist
gerçekçiliği icat edip, işçi sınıfına karşı savaşın bir aracı olarak
kullanmaktan hiç çekinmedi. Bu arada, işçilerin desteğini de alarak, devletleştirmeleri
ve kolektifleştirmeyi gerçekleştirdi.
1928 yılında uygulamaya sokulan I. Beş
Yıllık Plan çerçevesinde, hızlı bir sanayileşme ve tarımda kolektifleştirme
(mülksüzleştirme) atılımı yaşandı. SSCB’nin çehresi çok büyük ölçüde değişti.
Bugün, sol hareketin ezici çoğunluğu, bu dönemi, bir anlamda "sosyalizmin
başarısının kanıtlandığı" bir dönem olarak nostaljiyle anımsıyor. Bu
çevrelerin, bugün avantgarde’a düşman ve "sosyalist gerçekçilik "ten
yana bir sanat anlayışına eğilimli olduğunu da görüyoruz.
Ancak bu son derecede temelsiz bir
nostalji. Çünkü 1928 yılıyla başlayan gelişmeler, sosyalizmin inşasını değil,
aksine işçi sınıfının haklarının ve toplumsal özgürlüklerinin, eleştirel
düşüncenin, bu arada da avantgarde’ın son kalıntılarının yok edildiği kapkara
bir dönem, bir anlamda karşı devrim dönemi oldu. Sosyalist gerçekçilik olarak
ileriye sürülen akım ile avantgarde’a yönelik saldırılar ise, bu gelişmelerin
sınıf mücadelesindeki, yeni şekillenen, bürokratik hakim sınıfın egemenliğini
pekiştirmesi sürecinin yan ürünleriydi.
Bu yüzden, okuyucunun sabrına sığınıp, bir
önceki paragrafta ortaya attığım ve kimi çevrelerde "skandal" olarak
karşılanan bazı görüşleri de, yerim elverdiği kadarıyla, desteklemek için, bu
dönemde yaşanan bazı gelişmeleri kısaca özetlemek istiyorum.
b. Sanayileşme ve SSCB işçi sınıfı
Bilindiği gibi sosyalizm, doğrudan doğruya
işçi sınıfının ekonomik ve politik egemenliğiyle ilişkilidir. Bu politik ve
ekonomik egemenliğin olmadığı yerde sosyalizmden bahsedilemez. Yine yerim
sınırlı olduğu için, işçi sınıfının politik düzlemde iktidarını nasıl kaybettiğini
de ele alamayacağım, sadece sanayileşme sürecinde, üretim alanında olanlara
değinmekle yetineceğim. Bir anlamda, bunların gerçekleşebilmesi için, siyasî
alanda da işçilerin iktidarı elden kaçırmış olmasının bir ön koşul olduğu
düşünülürse, anlatacaklarım, işçi sınıfının politik alanda da iktidarını zaten
kaybetmiş olduğunu da, dolaylı bir yönden göstermiş olacaktır.
1928’den önce fabrikalar, fabrika müdürü,
işçi temsilcisi ve siyasî komiserlikten oluşan bir ÜÇLÜ (TROIKA) tarafından
yönetiliyordu. Böylece, işçiler, hem fabrika müdürünü, hem de siyasî
temsilciyi, sınırlı da olsa denetlemek olanağına sahiptiler. Bu mekanizma
yoluyla işçiler, fabrika müdürünün ve siyasî otoritenin, kendi çıkarlarına
karşı buldukları isteklerine direniyorlardı. Özellikle üretkenlik artışı,
Taylorizmin uygulamaya konması ve iş disiplini gibi konularda, eski, yani
kapitalizme karşı mücadelede pişmiş, işçiler çok uyanık ve direnişçiydiler.
Sanayileşme ise hızlı bir üretim artışı
gerektiriyordu. Öyleyse işçilerin direnişinin kırılması gerekirdi. Bu, önce
TROlKA’nın kaldırılmasıyla (1928) gerçekleştirildi. Fabrika müdürü tek
yönetici ilan edildi. Artık işyeri komiteleri, bu tek adamın üretkenliği
artırmak yönündeki isteklerine karşı çıkamayacaktı. (Tony Cliff p. 13)
Sanayileşme atılımının önemli bürokratlarından Merkez Komite üyesi Kaganoviç’e
göre, "fabrika yöneticisi mutlak liderdi ve işçiyi istediği gibi
cezalandırabilirdi." (ibid). Bu cezalandırma için de fabrika
yöneticisinin elinde iki araç vardı: ücretlerin saptanması ve kara listeler.
1928’de Pravda, "Ücretlerin artık
devlet tarafından saptanacağını, bu yüzden toplu sözleşme sistemine gerek
kalmadığım" yazdı. Fabrika düzeyinde ise ücretin saptanması fabrika
yöneticisine bırakılmalıydı. Aksini savunmak oportünizmdi. (İlhan Çakır, 33)
Sendikaların işçilerin hakkını savunacağı prensibi ise, eski, oportünist bir
düşünce olarak 1931’de, 9. Sendikalar Kongresi’nde mahkûm edildi, (ibid 32).
Stalin ise artık eşitlikçiliği, "sosyalizme yabancı, sınıf düşmanı
bir eğilim" (ibid 53) olarak mahkûm ediyordu. Planlamanın aşağıdan yukarı
gerçekleşmesini savunmak da oportünizmdi. 1929’da, Sanayi Bakanı fabrika
yöneticilerine, "elinizdeki en güçlü silah ücrettir," diyecekti.
(Kuromiya)
Fabrikada tek adam yönetimi uygulanmaya
konduktan sonra, Taylorizm ve parça başı ücret yaygınlaştı ve iş disiplini,
Çarlık dönemim aratmayacak bir şekilde kuruldu. Ne de olsa Çarlık döneminde,
Bolşevik Partisi ve yeraltında da olsa sendikalar vardı. Artık işçi sınıfı
her ikisinden de mahrumdu.
NEP dönemi boyunca sendikalar çok
etkiliydiler. Fabrikalarda sürekli toplu sözleşme yapıyor ve TROIKA yoluyla
yönetime katılıyorlardı. Buna paralel olarak da işçilerin tam bir hareket
özgürlüğü vardı. Hangi fabrika daha iyi yaşam koşulları sunuyorsa oraya
giriyorlar, yaşam koşullarının kötüleştiği ve baskının artmaya başladığı
fabrikaları terk ediyorlardı. Bu yüzden, iyi ve üretken bir işçiye sahip olmak
için, fabrikalar, yaşam koşullarını cazip kılmak zorundaydılar. Ne de olsa
işçi sınıfı hâlâ siyasî olarak güçlü bir sınıftı. Ne yazık ki, bu hava,
sanayileşme atılımı ve bürokratik merkezî planla bağdaşmıyordu.
Şöyle ki, plan yaparken tüm hammadde ve
üretim araçlarının hareketini ve iyaşesini, bunların bağımsız iradesi olmadığı
için kolaylıkla kontrol edebilirsiniz. Ancak sıra işçilere, hele devrimden
yeni çıkmış bir işçi sınıfına gelince, iş gücünün dağıtımını, bu sınıfı
yönetime katmadan, demokratik olarak ikna etmeden, daha doğrusu tüm süreci bu
sınıf elinde tutmuyorsa, bu sınıf özgür kaldığı sürece, kararnameyle
gerçekleştiremezsiniz. Bu yüzden, sanayileşme atılımı başladıktan hemen sonra,
bürokrasi, işçilerin hareketini engellemek, iş gücünün kullanımını kontrol
etmek için, 1929-35 arasında bir sürü baskı ve kontrol yasası çıkardı.
Önce, yukarıda ifade ettiğim gibi, fabrika
içinde denetim kuruldu, sendikaların etkisi kırıldı, görevleri sanayileşme,
üretkenlik artışı olarak yeniden belirlendi. Bu arada yeni iş yasaları
çıkarıldı, grev yasaklandı, direnen işçilerin isimleri sendika gazetelerinde
yayımlanmaya ve bu işçiler sabotör ilan edilmeye başlandı, işçilerin üretimden
uzaklaşmaması için, Parti kampanyalarına katılmaları yasaklandı (1931). 1930’da,
300 bin işsiz varken, işsizlik tazminatı kaldırıldı. Aynı yıl, Çarlık döneminde
kullanılan iç pasaport sistemi getirildi. Bu sırada fabrika müdürlerinin yüzde
97’si ve şantiye şeflerinin yüzde 82’si Parti üyesiydi. (Cliff, Kuromiya,
Flitzer)
Sanayileşme atılımının başladığı,
1928/29-33/34 dönemleri arasında, işçilerin elindeki son ekonomik ve politik
hakların alınmasıyla, işçi sınıfı ezilen ve yönetilen (ve tabiî sömürülen) bir
sınıf durumuna geri itildi. Bu dönemde sanatı, sınıflı topluma, baskı ve
sömürüye, yabancılaşmaya karşı bir eleştiri ve mücadele aracı olarak kullanan
avantgarde’ın yok edilmesi ve yerine sosyalist gerçekliğin geçirilmesi ise hiç
de tesadüfî değildi. Yukarıda özetlediğim şekilde bir saldırıya geçmiş ve
işçi sınıfı üzerinde egemenliğim pekiştirmiş bir sınıf (Stalinist bürokrasi)
vardı ortada. Bu sınıfın ise eleştiriye değil, eylemlerini ve baskılarım haklı
çıkartacak, propagandasını yapacak ve yüceltecek bir sanat anlayışına, yani
sosyalist gerçekçilik olarak sunulan, ancak sosyalizmle uzaktan yakından hiçbir
akrabalığı olmayan, aksine muhafazakar burjuvazinin sanat anlayışı olan
neo-klasisizm ile yakın akraba olan bir akıma gereksinimi vardı.
Bürokrasinin sözcüleri (organik
aydınları), bunu gerçekleştirmek için avantgarde sanata saldırdılar, sanatın
göreli bağımsızlığını yok ettiler, tüm sanatçıları bir tek örgüt çatışı
altında örgütlediler sanatı, sanatçıları Parti politikasının aracı haline
getirdiler, sanatı öldürdüler. Şimdi bu trajik sürecin mekanizmalarına kısaca
bakalım.
c. Sanayileşme ve propaganda
(kültür politikası)
1928’de, I. Plan’ın açıklanmasıyla
birlikte, devletin sanata karşı tutumu kesinlik kazanmaya başladı. RAPP
liderlerinden (eski proletkültçü) Averbakh, Beş Yıllık Plan’ın, yeni bir beş
yıllık kültür planını da gerektirdiğini ileri sürdü. Bu yeni planın adı
"Kült Planı" olacaktı (Kişilik putlaştırılmasının –kültürünün–
başladığı bu yıllarda, böyle bir ismin tesadüfen de olsa ortaya çıkması,
tarihin bir ironisi olsa gerek). Averbakh, "Madem ki politik iktidarı ele
geçirdik, şimdi kültürel alanı da fethetmeliyiz," diyordu. (Borland p. 23)
1928’de başlayan sanayileşme planı, ağır
sanayiye önem verdiği için, gerek resimde, gerekse edebiyatta sanayi ve
makineleşme temaları öne çıkmaya, hatta "fabrika romanı" denen janr
doğmaya başladı.
Bu "ilginç" janrın özelliği
kısaca şöyle özetlenebilir: Plot, bir proje; karakterler, kendini işçi
olarak gizleyen mühendis, aydın, kulak türünden sabotajcılar ve bunlara karşı
kahraman partili kadrolar ile saf fakat iyi kalpli işçiler; konu:
işçiler önce bu sabotörleri tanıyamaz ve partiye/devlete yönelttikleri
eleştirileri ciddiye alırlar. Sonra partililerin yardımıyla gerçeği kavrarlar,
sabotörler cezalarını bulur, büyük proje de başarı ile biter. (Swingwood, Borland)
Bu romanlar, sürekli olarak, üretimi,
makineleşmeyi yücelten, üretkenliği artırmayı teşvik eden ve direnen, eleştirel
bir yaklaşımı benimseyen herkesi sabotör olarak mahkûm eden romanlardı. Bu
edebiyat türünün arkasındaki anlayış, 1931’de Pravda’da şöyle özetlenecektir:
"Güncel edebiyata gereksinimimiz var... Bu edebiyat, kitleleri, Parti
çizgisini izlemeleri için günü gününe harekete geçirecektir." (Swingwood)
Sanat alanında da benzer bir gelişme
yaşanmaya başlandı. Büyük projeler başlayınca, sanatçılar buralara gitmeye ve
gelişmeleri resmetmeye özendirildiler. Sanatçılar, sanayileşmeyi öven,
"yeni işçiyi-insanı" yücelten ve günün mutluluğunu vurgulayan
resimler, heykeller yapmaya zorlandılar. Bu amaca hizmet edebilmek için,
resimler ve heykeller, kaçınılmaz olarak, konulu olacaklardı (bir hikâye
anlatacaklardı). Doğal olarak, sanatçılar da, buna en uygun biçimi,
neo-klasisizmi/natüralizmi seçmeye zorlandılar. 1928’de sanayileşmenin
başlamasıyla birlikte bir taraftan proleter sanat anlayışı hortlatılırken,
aynı anda eleştirel biçimler sanattan dışlanmaya, avantgarde’a karşı bir saldın
yükseltmeye başladı.
d. 1928-1934 arası gelişmeler: Tasfiye süreci
1928 yılında üç önemli gelişme oldu:
Birincisi, AKhRR, parti üyelerinin eline geçti ve AKhR’ye dönüştü. ikincisi,
sanatın bağımsız olmasını vurgulayan 1925 tarihli Parti kararı geri çekildi.
Üçüncüsü, avan-garde sanatçılar, direnmek amacıyla, Ekim isimli sanat örgütünde
bir araya geldiler.
Tüm avantgarde örgütlerin kapatıldığı,
Maleviç’in kübizm konusunda polis tarafından sorguya çekildiği, Mayakovski’nin
depresyona düşerek intihar ettiği 1930’a dek. Ekim ile AKhR ve RAPP arasında
şiddetli bir mücadele sürdü. AKhR, Ekim’e karşı, "küçük burjuva,
proletaryaya yabancı, kozmopolit (!?) [[17]] anlaşılmaz,
kötümser, kitle bağları yok, elit" suçlamalarıyla saldırdı.
Buna karşılık Ekim grubu, AKhR’ın
figüratif gerçekliğine. Uya Repin, Vasili Surikov gibi eski popülist
ressamların rehabilitasyonuna ve örnek alınmasına, geçmişin akademik sanat
anlayışına, dolayısıyla, "natüralizme ve gerçekçiliğe, geriye doğru,
burjuva bir adım ve yol arkadaşlarının üstünü örten bir pelerin olduğu
için" (Brown 65) karşı çıktı. Hem AkhR’ın, hem de bazı fütüristlerin
(örneğin İtalya’daki Marinetti vb.) yaptığı gibi, sanayileşmeyi ve teknolojiyi
soyut bir şekilde (sanatta soyutlama değil, konuyu diğer ilişkilerim göz ardı
ederek ele alma anlamında) savunmayı reddetti (Harrison & Wood 465).Üyeleri
arasında Eisenstein, Diego Rivera, Almanya’da (Bauhaus Sanat Enstitüsü’nden,
sağcı yönetim tarafından işten atılan) Hannes Meyer, Rodchenko, Stepanova,
Danieka vb gibi avantgarde sanatçılar vardı. Dönemin marksist aydınları
tarafından destekleniyordu, hatta ilk önemli marksist tarihçi olarak bilinen,
daha sonra Çarların rehabilitasyonu sürecinde Stalin tarafından Rusya’nın
tarihini yanlış değerlendirdiği gerekçesiyle tasfiye edilen M. Pokrovski de
Ekim grubunu destekleyenler arasındaydı.
Ekim grubu artistleri, işçi kitleleri ile
ilişki kurmaya büyük özen gösterdiler, amatör ve profesyonel sanatçıları bir
araya getirmek için, yerel sanat kulüpleri kurdular ve “proleter sanat yepyeni
biçimler gerektirir” inancıyla, yeni ifade biçimleri aramaya devam ettiler.
Ekim 1932’de tüm bağımsız sanat kuruluşlarını kapatan Parti kararıyla kapanan
Ekim, Rusya’da avantgarde’ın son atılımı oldu.
1929’dan itibaren, klasik realist
sanatçıların gittikçe öneminin arttığım görüyoruz. 1929’da, Gerasimov, çok
yakından bildiğimiz Lenin portrelerinı yapmaya başlayarak meşhur oldu. 1930’da
Stalin’in özel daveti ile Uya Repin ve Vasili Surikov Rusya’ya döndüler ve
kendilerine maddî ve manevî olanaklar sağlandı. 1931’de Gorki döndü ve
eleştirel gerçekçilik ve sosyalist gerçekçilik diye bir ayırım yaratıp rejimin
resmî görüşünü desteklemeye ve sanat-parti çizgisi ve sosyalist inşa
arasındaki ilişkiler üzerine bilinen görüşlerini üretmeye başladı.
1932’de yayımlanan bir Merkez Komite
genelgesi, bütün sanat gruplarım dağıttı ve herkesi “Sovyet Platformu” nü
desteklemeye ve bir tek sendika altında toplanmaya çağırdı. (Harrison &:
Wood, 400) Böylece Sovyet Sanatçılar Sendikası (MOSSKh) kuruldu. MOSSKh, Rusya
çapında iki dergi çıkartmaya başladı. Rusya çapında çıkan bu iki dergi, tek bir
editör, Osip Baskin tarafından sıkı sıkıya denetlendi. (Brown 87) Aynı yıl, Devrim’in
10. ‘Yılı sergisi, tekrar ve içine bir de “dejenere sanat” bölümü eklenmiş
olarak açıldı. (Lynton, 151) Böylece, rejim, sadece neyi istediğinı değil,
neye karşı olduğunu da belirtmiş oluyordu.
1933’te, sosyalist gerçekçilik resmî
olarak benimsenmeden az önce, Stalin’in isteği üzerine, Stalin, Vorosilov,
Gerasimov, Bordsky ve Katzman bir yemekte bir araya geldiler. Stalin, Vorosilov
ve üç muhafazakar ressam arasında yapılan bu toplantı, Rusya’da, avantgarde’ın
ve genelde sanat yaşamının tabutuna son çiviyi de çaktı. Gerasimov, besbelli
ki, sanatın patronlarının kim olduğunun kesin olarak görülmesi için, bu
toplantının bir resmini de yaptı.
Hemen bu toplantının ardından, Izvestiya
gazetesinin editörü İvan Gronski, Katzman’ın ayarlamasıyla MOSSKh’da bir
konferans vererek, “sosyalist gerçekliğin Rubens, Rembrandt ve Rupin’i işçi
sınıfının hizmetine verdiğini” ileri sürdü ve öbür sanat okullarına şiddetle
saldırdı. (Brown 91-92)
e. “Sosyalist Gerçekçilik” ve Gariplikleri...
Avantgarde’ın tasfiyesi ve “sosyalist
gerçekçilik” adı altında muhafazakar ve propagandist sanatın otonomisini,
sanatı bir kurum olarak ortadan kaldırarak değil, burjuva demokrasilerindeki
konumundan bile daha geriye götürerek ve tümüyle devletin tepesindeki bir avuç
politikacının kaprislerine bağlayarak yok eden bir sanat anlayışının
yerleştirilmesi süreci, 1934’teki Yazarlar Konferansı’nda, Parti’nin kesin ve
açık tavır alması ile taçlandırıldı. Bu kongrede konuşan Jdanov, Stalin’e
atıfla, bundan sonra hakim olacak sanat politikasını, sosyalist gerçekçiliği
tarif ve ilan etti. Esas olarak edebiyat göz önüne alınarak yapılmış bir
konuşma olmakla birlikte, Jdanov’un sözleri, bundan sonra tüm sanat alanlarına
uygulandı. Çünkü Jdanov’un konuşması sırasında sürekli vurguladığı gibi, bu
görüşler, aslında Stalin’in görüşleriydi. Bu yüzden Jdanov’un konuşmasına
kısaca değinmek istiyorum.
Jdanov konuşmasına başlarken şöyle bir
akıl yürütmede bulunur (özetliyorum): Burjuva toplumu çürümektedir. Bu yüzden,
sanatı da, bu çürümeyi yansıtan kötümser bir sanattır. Burjuvazinin yükselen
bir sınıf olduğu zamanki sanatı, örneğin romantizm ve bu yolla ürettiği büyük
eserler, artık geride kalmıştır.
İlk anda doğru gibi gelen bu tespitle,
aslında Jdanov, çürüyen burjuva toplumunun bu durumunu bilinçlere çıkaran,
eleştiren ve çeleceğinin olmadığım, bilerek veya niyetleri bu olmasa da,
gösteren tüm modernist yazarları, dolayısıyla onların eleştirel konumunu, bu
çürümeye dahil ederek mahkûm etmekteydi. İkincisi, burjuvazinin yükselmesi ile
proletaryanın yükselmesi arasında analoji yapmak, eğer bir cahillik değilse,
tam bir saçmalıktır. Çünkü burjuvazi, bir mülk sahibi sınıfı olarak yükselirken
iktidarını pekiştirir ve kendi yeniden üretim koşullarım hakim kılar.
Proletarya ise, yükseldikçe tüm toplumu dönüştürerek kendini yok etmeye
başlamak zorundadır. (Bakınız Lenin ve Troçki’nin proletkült tartışmalarına
müdahaleleri). Ancak Jdanov’un bu ifadesini tamamen yabana atmayalım. Çünkü
burada ufak bir “deconstruction” yapar ve proletarya yerine Stalin
liderliğinde yükselen yeni kapitalist (devlet kapitalisti) sınıfı koyarsak,
bir anda Jdanov’un ifadelerindeki saçmalık ortadan kalkar ve söz konusu laflar,
“gerçek” liği yakın bir şekilde ifade eden tespitlere dönüşür.
Jdanov’un amacı, konuşmasında, sürekli
Stalin’in “yazarlarımız insan ruhunun mühendisleri olmalıdır” ifadelerini
vurgulayarak, tekrar ederek kendi görüşlerini aktarmasından anlaşıldığı gibi,
Stalin’in bu ifadesini açıklamak ve tanıtmaktır. Bu yöntemle ilerlerken, Jdanov,
Sovyet sanatının burjuva sanatından farklı olduğunu, çünkü geleceğe dönük,
bugün sürmekte olan yaşamı anlattığını ve kendine bu yaşamın karakterlerini
(parti üyeleri, işçiler, sporcular, fabrika müdürleri, askerler vb) konu
aldığını savunur. Jdanov’a göre, Sovyet edebiyatı, bir sınıf mücadelesi
edebiyatıdır. Ne ki, yukarıda anlattığım gibi, bu, gerçekte, proletaryanın
kapitalizme karşı mücadelesinin aracı değil, bir başka sınıfın proletaryaya
karşı mücadelesinin aracıdır. Bu sınıf, sömürücü, mülk sahibi (devlet mülkiyeti)
bir sınıf olduğu için, sanat anlayışını da kendinden önceki mülk sahibi
sınıfların cephaneliğinden alacak ve eleştirel yaklaşımları, tümüyle
reddedecektir. Böylece, bir sanat teorisi ileri sürmeye kalkan Jdanov, yine
görünüşte saçmalamaya başlar: “iki ayağı sağlam bir şekilde maddî bir zemin
üzerinde duran edebiyatımız romantizme düşman olamaz. Ancak bu yeni bir tür romantizm,
devrimci romantizm olmalıdır.” (Harrison & Wood, 411). Böylece sosyalist
gerçekçiliğin, devrimci romantizm olduğunu, başka bir deyişle gerçekliğin
romantizm olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Bu saçmalığı yine ortadan kaldırmak
mümkün. Bunun için de, yine yukarıdaki “sihirli” anahtarı kullanıp, proletarya
yerine, yükselmekte olan devlet kapitalisti sınıfı koymak yeter. Romantizm, bir
tarz olarak, bireyin kahramanlığını ve içinden gelen dehasını yansıtan ve
yücelten, yani mülk sahibi bir sınıfın ortaya çıkardığı, kendi bireysel manevî
ve maddî yücelmesini ön planda tutan, aynı zamanda kitleleri küçümseyen ve
maddî süreçleri irade adına reddeden bir anlatıma uygundur.
Bu tarz, şimdi SSCB’de var olan durumun,
kahramanların, yani yeni sınıfın idealize edilmiş kişiliklerinin
yüceltilmesine ve evrenselleştirilmesine yarayacaktır. Burada, “sosyalist
gerçekçiliğin” kaba sembolizmini bile açıklamanın içine sokabiliriz. Romantizm,
diğer taraftan, bir başka öğeye daha sahiptir. Romantizm, kolaylıkla kahraman
bir geleceğe, nurlu ufuklara vb atıfla konuşmaya araç edilmek üzere
kullanılabilir. Burada benzetmeleri daha fazla zorlamanın doğru olmayacağım
düşünüyorum. Ancak proletarya iktidarının olmadığı bir yerde, bunun adına
iktidarda kalmaya çalışanlar açısından, proletarya iktidarının “ruhunu
idealize” edecek bir sanat tarzına gereksinme olduğu ve bunun da
romantizmin araçlarından, sembolizmden alınabileceğini vurgulamak istedim o
kadar. Öte yandan, romantizm, tabiî ki üretim amacına uygun bir şekilde, yani
tümüyle günlük hayatın dolaysız biçimlerinin, yabancılaşmanın yüceltilmesine
pek uygun bir araç değildir. Bu noktada, romantizmin kitsch’e dönüşmesi ve
sosyalist gerçekçilik ile Nazi sanat anlayışı arasında bir başka çarpıcı
benzerliğin daha ortaya çıkması da kaçınılmazdır.
Sosyalist gerçekçilik, bir taraftan
romantizmin kapasitelerine öykünmüş, öte yandan sanatı bir propaganda aracı
olarak kullanmayı amaçlamış olduğu için, sanatın, konulu, anlaşılır olması,
gerçekliği (hangisini?) yansıtması (nasıl?) gerektiğini savunmuştur. Böylece,
gerçekte, bir taraftan yerleşik bir egemen sınıfın statükocu eğilimlerini
yansıtan neoklasisizmi/natüralizmi istemiş, ama bunun romantik sanatın yaptığı
etkiyi göstermesini de istemiştir. Sonuçta, bir önceki paragrafta ifade ettiğim
gibi, yüzeysel, gerçek hayatı asla yansıtmayan (aşağıda birkaç örnek
vereceğim), bu yüzden tüm gerçekçilik iddialarına rağmen, aslında yalan bir
dünyayı anlatan resimler ve edebiyat ürünleri yaratılmıştır. Bu yüzden,
Stalinist diktatörlük, “Avantgarde”a, kendisinin baskıcı ve sömürücü
özelliklerini ve yalanlarını, kolaylıkla ortaya çıkarabileceğini ve gözler
önüne serebileceğini bildiği için saldırmıştır. Hem de bunu kimse anlamıyor
iddialarıyla. Bu da, sosyalist gerçekçiliğin bir başka paradoksudur: Kimsenin
anlamadığı bir sanat eserinin hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktır, çünkü bu
eser nasıl olsa hiçbir etki yaratmayacaktır. Öyleyse bu hiddet niye? Öyleyse,
yel değirmenlerine saldırmak niye? Öyle ya, madem ki SSCB’nin en etkin sanat
eleştirmeni Toverşhonk’un ifadeleriyle, “Stalin yoldaşın sosyalist gerçekçilik
üzerine söylediği sözler, insan aklının estetik gelişmesinin ulaştığı zirveyi
temsil etmektedir...” Bunun cevabını hepimiz biliyoruz: Her sömürücü ve baskıcı
sınıf, gerçek sanatın eleştirisinden korkar. Çünkü diktatörler, tüm
ilkelliklerine rağmen, sanat eserinin ilk anda göze çarpmayan, hatta fark
edilmeyen düzeylerede etki yaratabileceğini, beklenmedik soruları ortaya
getirebileceğini ve yüzeyde görünen, gösterilmek istenen “gerçekliğin”
arkasına geçerek aydınlatıcı bir etki yaratacağını iktidarlarını tehdit
edeceğini bilirler. Çünkü sanat eseri, onlarla da konuşur, özellikle geceleri
kabuslarında...
Sonuç yerine
Avantgarde sanatçılara yönelik baskı ve
terör, tabiî ki sanat ve edebiyat alanında büyük tahribata yol açtı ve
bürokrasinin iktidarının pekişmesine hizmet etti. Ancak Rusya’da sınıf
mücadelesi, sanatçıların direnişi hemen durmadı. Yaşanan süreçler, baskı,
terör ve dejenerasyon, sanatçıları, rejime baş eğmiş olsalar bile etkilemeye
devam etti. Egemen, ideolojinin ve sanatta hakim kılınmaya çalışılan resmî
çizginin, kendini meşru kılmak için, sık sık sınıf mücadelesine, sosyalist inşa,
sürecine ve işçi iktidarına atıfta bulunuyor olması, zaman zaman rejim için
tatsız sonuçlar yarattı. Birçok yazar ve sanatçı, rejimin ideolojik
varsayımlarım kabul etmekle birlikte, günlük yaşamın bu varsayımlara uymadığım
görerek tepki duymadan edemediler. ideoloji (ve propaganda) ile günlük yaşam
arasındaki uyumsuzluk birçok sanatçının eserlerinde kendini gösterdi. Bu
eserler, ister istemez, bu ideolojinin yarattığı yanılsamayı hedef alıyordu.
Rejimin gerçeklik olarak ileri sürdüğünün, bir ideoloji olduğunu gösterecek etkiler
yapabileceği için de, bu tür eserler, rejimin savunucuları ve yöneticileri
tarafından şiddetle suçlandılar ve çoğu zaman da cezalandırıldılar.
Ekspresyonist ressam Solomon Ninkritin’in
sergide iki resmi var. Bunlardan biri Nutuk Atan Şişman Adam (1928),
öbürü de Halk Mahkemesi (1943). Nutuk Atan Şişman Adam, niyeti
oldukça belli olan bir resim. Sanayileşme propagandistlerini ve büyük
olasılıkla fabrika müdürlerim hedef alıyor, îkincisi ise çok daha ilginç.
Resim, renkleri ve havası açısından çok vakur ve oldukça ağır. Boş bir odada ve
boş bir masa etrafında oturmuş beş kişi var resimde. Bu insanların yüzlerini,
cinsiyetlerini gösteren, yani kişiliklerine ışık tutabilecek bütün ayrıntılar resimden
soyutlanmış. Geride, silik, birbirinden ayırt edilmesi imkânsız gölgeler
kalmış sadece. Resmin tarihi çok önemli. Birincisi, bu, bürokrasinin
iktidarının pekiştiği ve her türlü muhalifin, düzmece mahkemelerle tasfiye
edildiği, Buharin ve Troçki yanlılarının “Beyaz Çetelerin Katilleri ve Casuslar”
olarak tanımlanamadığı bir dönem (History of the Communist Party of the Soviet
Union: 1939, s. XIX). İkincisi, 1930-34 arası zorunlu kolektifleştirmenin
gerçekleştirildiği ve kırsal alanın tarumar olduğu bir dönem. Yukarıda
aktardığım gibi, 1932’de bütün sanat grupları kapatıldıktan sonra kurulan
Sanatçılar Sendikası (MOSSKh) tarafından çıkarılan iki yayın organının ortak ve
tek editörü olan Osip Baskin, Halk Mahkemesi isimli tablonun mesajını
gözden kaçırmamış: “Öyle hissediyorum ki, çağımızda böyle bir noktaya gelen bir
adam kendini çok yalnız hissedecektir. Ne kötü bir kabus!.. Bu resim kabul
edilmemelidir. Bu resmi protesto etmeliyiz. Bu resme bakan, yaşamımızdaki
neşeye rağmen, kendini yaşadığına pişman hissedecektir.” (Art and Power, s.
198)
Gaponenko’nun sergideki “sosyalist
gerçekçi” tablosu, toplumdaki havayı, ekspresyonist bir resim tekniğiyle
aktaran Nikritin’inkinden çok farklı. Resimde, hasat yapılan bir tarlaya
getirilen yeni doğmuş üç bebeğe sevinen köylüler var. Aydınlık ve sıcak bir
yaz günü, renkler parlak ve iyi giyimli ve besili, yüzleri, elbiseleri oldukça
ayrıntılı bir şekilde yansıtılmış. Burası mutlu ve müreffeh insanların yaşadığı
bir köy topluluğu. Yıl ise 1935. Öyleyse, tüm “sosyalist” ön ekine ve
“gerçekçi” olma iddialarına ve iyi anlaşılır bir hikâye anlatmasına rağmen bu
tablo gerçeği yansıtmıyor. Kırdaki tahribatın, acıların, baskı ve terörün,
yoksulluğun ve rejimin dejenerasyonunun tabloda hiçbir izi yok. Ama tablonun kendisi,
bu dejenerasyonun, baskı ve terörün ürünü... Aydınlık ve mutlu bir tablo, aslında
karanlık bir ürün. Çünkü bu tablo, rejimin propagandasını yapıyor ve bir yalanı
anlatıyor. Özetle, karşımıza “sosyalist gerçekçilik” olarak çıkan “akım”,
zannedildiği gibi gerçeği yansıtma gücüne de sahip değil.
Devrimin ilk yıllarında, Mayakovski ile
birlikte propaganda afişleri işinde çalışan kübofütürist Vladimir Lebedev de
rejimin gazabına uğrayanlardan biri. Lebedev, 1930’larda, çocuk kitapları
resimlendirmeye başladığında, resimlerinin içine eleştirel mesajlar gizlediği
iddiasıyla suçlandı, Maleviç ile birlikte tutuklandı ve sorguya çekildi.
1936’da, Lebedev’e saldıran bir Pravda makalesi şöyle yazıyordu: “Komsomol
Çocuk Edebiyatı Konferansı’nda, yoldaş A. A. Andreyev, ‘Bütün bunlar gerçeğin
doğru bir yansıtmasını vermiyor, bu alandaki tüm çarpıtmalar, çocuk
edebiyatından acımasızca sökülüp atılmalıdır (...) böyle acemice yapılmış
karalamaları çocuk kitaplarında görmek [insanın-E. Y.] midesini bulandırıyor,’ diyor.
Ancak resimde solcu çarpıtma ile yapılacak bir mücadele, Sovyet çocuklarının
kitapları için geçerli ve gerçek sanatçı çizimlerin yolunu açacaktır.” (Art
and Power, sf. 256)
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama çok
gerekli değil. Son olarak iki örnek de edebiyat alanından verip bitirmek
istiyorum.
Yuri Libedinski, Bir Kahramanın Doğuşu
isimli romanında. Parti kadrolarının devrimci inisiyatiflerini yitirmelerini,
dejenerasyonlarını, sosyalist ideallerin (yani toplumsal çıkarın) yerine kendi
bireysel çıkarlarım koymalarını eleştirdi. Bunu yapabilmek için de, ister
istemez, kahramanlarının kişisel özelliklerine, ruhsal durumlarına,
bilinçaltına, cinsel yaşamlarına vb atıflarda bulunmak zorunda kalan
Libedinski, sübjektivizm ve kötümserlik ile şiddetli bir şekilde suçlandı. Bir
eleştirmene göre, Libedinski’nin kahramanları, “bir döneme başkaldırıyor, (...)
günün temalarım işlemek istemiyor ve disipline uymuyordu ve değişmeleri
gerekiyordu.” (Borland: 23; aktaran Swingwood, 98-99)
Troçki’nin, “O, silahı şiir
olan bir bolşeviktir. (...) Onun için devrim, üretmek için bir malzeme değil,
fakat kendisine görev vermiş olan en üst yetkilidir” (Troçki, 212-213)
ifadeleri ile överek bahsettiği şair Demyan Biedni de, yaşanan süreçlere karşı
eleştirel bir tutum aldığı için şiddetle eleştirildi. Biedni, 1930’da, Don
Sanayi bölgesinde yaşadıklarından hareketle, Sovyet yöneticiliğini ve emeğin
kullanılış tarzlarım eleştiren bir şiir yazdı. Bu şiir, Biedni’nin Parti
saflarındaki yüksek prestij inin de etkisiyle, önce, sistemin zayıflıklarına
açık yürekli bir yaklaşım olarak algılandı ve ilgi gördü. Ancak bu durum çok
sürmedi ve Stalin, duruma bizzat müdahale ederek, Biedni’ye zehir zemberek bir
mektup yazdı ve şairi neredeyse hainlikle suçladı. Stalin, “Sen ne yaptığım zannediyorsun
yoldaş” diyordu ve devam ediyordu, “Sen bunu bolşevik eleştiri mi
zannediyorsun? Hayır yoldaş, bu, halkımıza yönelik bir hakarettir. SSCB’nin,
SSCB işçilerinin ve Rus işçilerinin aşağılanmasıdır.” (Hayward and Lebedz,
56-57; aktaran Swingwood, 100)
[1] Realizm: Gerçekliği olduğu gibi yeniden
üretmeyi amaçlayan sanat. 19. yüzyıl Fransız sanatında bir dönem. Romantizmin
idealizmini reddederek, toplumsal ve duyumsal olarak kendilerine dolaysız
olarak sunulanın yeniden üretilmesi cabası üzerinde yoğunlaşanlar. Örnek:
Courbet (Dictionary of Art Terms. 1995)
[2] Neo-klasik: Eski Yunan ve Roma stilini kendine örnek alan, çizgisel,
simetrik ve plastiklik yerine düz (yassı-flat) olanı tercih etmek, (ibid)
[3] Natüralizm: Genellikle realizm’ ile
karıştırılır -19. yy. ikinci yansı. Sanatçı eserlerinde günlük yaşamın olağan
detaylarına çok büyük önem vererek, bunları mümkün olduğu kadar çok eserine
katar.
[4] Naum Gabo, Rusya, 1920’ler üzerine: “Biz,
kendimizi yapıcılar olarak niteliyorduk - gerçekçilik kelimesin! hepimiz
kullandık çünkü he-pimiz yaptığımızın yeni bir gerçekliği ifade etmek olduğuna
inanıyorduk... şeyleri yaparken tesadüfî ve yerel olan her şeyi çıkarıyor ve
geride sadece sürekli olan ritmi, içlerindeki güçleri bırakmaya çalışıyorduk.”
(Tate Gallery, an illustrated companion, 1990, s. 146)
[5] Siyasete özgürlük kavramı girerken,
sanata da ilk kez otonomi kavramı girmeye başlıyordu
[6] Derek Attridge (1988) Peculiar Language,
Literature as Difference From Renaissance to James Joyce. Mathuen. Özellikle
İkinci Bölüm The Project of Wordsworth’s Preface. Bu kaynağı, dil, sosyal
gelişme politika arasındaki ilişkilerle ilgilenenleri düşünerek ve ilginç bir
kitap olduğu için aktarmak istedim.
[7] Bu dönemin popüler romanında, devlet
büyüklerine suikast yap-maya kalkan, ama son anda kahraman bir başka birey,
genellikle üst sınıftan bir dedektif vb. tarafından engellenen anarşistlere
ilişkin hikâyeler çok sıkça görülür. Burjuva ideolojisi giderek paranoyak bir
boyut kazanmaya başlar.
[8] Romantizmde zaten devrimci enerjisini
yitirmiş, hızla Estetizme dönüşmeye başlamıştı
[9] 1994’de Londra Barbican Sanat Merkezinde
“Avantgarde Art and the Great War” isimli bir sergi düzenledi. Bu sergi
modernist sanatı Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, savaş sırasında, ve savaştan
sonra izleyerek gelişmelerini sunmayı amaçlıyordu. Bu sergide savaşa büyük
ümitlerle adeta koşan sanatçıların, özellikle, fütüristler ve
ekspresyonistlerin, savaş sırasında bu heveslerinin kayboluşunu ve yaşadıkları
büyük şoku görmek mümkün oldu. Binlerce resim ve heykeli kapsayan bu serginin,
bir kısmım ve üzerine yapılan çözümlemeleri A Bitter Truth, isimli
kitap/katalogda bulmak mümkün. (Yale University Press, 1994)
[10] Bu sanatçılar arasında biçime ilişkin
büyük bir benzerlik olduğunu ileri sürmüyorum. Biçim (edebî teknikleri) söz
konuşu olduğunda zannederim, Pound, Eliot, Joyce bir yanda; Kafka ve Mandelstam
öbür tarafta kalabilir. Burada işaret ettiğim benzerlik, bence, daha çok
“mood”a ilişkin.
[11] Modernizm ile Avantgarde arasındaki bu
ayrımı Peter Bürger’in, The Theory of the Avantgarde (1984) isimli çalışmasına
dayandırıyorum. Astradur Eysteinsonn (1990) The Concept Of Modernism içinde,
Bürger’e yöneltilen, indirgemeci davrandığı; muhtevanın gelişmelerini izlerken
bunu kurumların tarihiyle karıştırma eğilimi gösterdiği, sanatın
aşılabilmesinin olasılıkları üzerine belirsizliği ve teolojiye varan bir
Hegelci eğilim taşıdığı, Adorno’dan fazlasıyla etkilediği şeklindeki
eleştirileri, Avantgarde’ı modernizmin içinde bir aşama olarak düşünmek
gerektiği yönündeki uyarıları da göz önüne almak faydalı olacaktır sanırım.
Ancak, benim konuyu ele alış düzeyim ve koyduğum sınırlar açısından Bürger’in
ayrımı, burada yeterlidir diye düşünüyorum
[12] Fütürizm, l. Dünya Savaşı’ndan önce de vardı. Ancak ben yazımda, Şubat ve
Ekim devrimlerinin etkisiyle Rusya’da üstlenmeye başladığı işlev ve bilinci
düşünüyorum.
[13] Bu kısmı yazarken, esas olarak, sergide
ve serginin katalogunda Berlin bölümünde sunulan denemelerden faydalandım
[14] Örneğin Goebbels’in, başlangıçta ekspresyonistleri
beğendiği ve “Nordik” (Kuzey Avrupa) kültürünün bir örneği olarak
görülebileceğine inandığı söylenir. Daha sonra Parti çizgisi, özellikle “Uzun
Bıçaklar Gecesinde”, Nasyonal Sosyalist Parti içindeki “radikal unsunlar”
öldürülerek temizlendikten sonra, kesin bir şekilde Avantgarde’a karşı
olanların eline geçti
[15] Bu cümlede “emekçi halkın” nasıl pasif
bir unsur olarak düşünül-düğüne özellikle dikkatiniz! çekmek isterim.
[16] Burada uzun bir tartışmanın kapısından
içeri bakıyoruz. Bu yüzden kısa bir not gerekli sanırım. Bürokrasinin burada
sınıf olarak tarif edilmesinin nedenleri şöyle: Üretim araçlarının üzerinde,
yok etmek de dahil, kontrol, üretimin nerede, nasıl ve ne yolla ve ne kadar
yapılacağı üzerinde karar sahibi olmak, devlet yolu ile yasamayı, yürütmeyi ve
şiddet araçlarım kontrol etmek ve bu özelliklerinden dolayı doğrudan
üreticilerin emeğinin ürününden pay almak. Mülkiyet konusunda ise isterseniz,
bu bürokrasinin üretim araçlarının, özellikle üretim ve siyaset bilgisinin,
kolektif mülkiyetine sahip olduğunu düşünebiliriz
[17] Kozmopolit kelimesinin özellikle iki
savaş arası dönemde, Rusya ve Avrupa’da popüler kültürün içinde Yahudi
anlamına geldiğini bilmem hatırlatmama gerek var mı?
Subscribe to:
Posts (Atom)