Friday 4 November 2011

 "En yeni Ortadoğu" düzeni 

 ( 03 Kasım 2011. Sendika.org)

KCK tutuklama dalgası, sıra Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’na kadar uzanınca, hem “muhafazakar demokrat aydınlar”la ( bu ‘oxymoron’ için özür dilerim) “liberal demokrat aydınlar” arasındaki ittifak ilişkisi “bir yol ayrımına geldi, hem de “Liberal demokrat aydınlar” telaşlanmaya başladılar.

“En Yeni Ortadoğu Düzeni” (EYOD) başlıklı bir yazıya, “demokrat”, “aydın” kavramlarını bolca kullanarak başlamış olmamın garipliğinin ben de ayırdındayım. Ama, yazı ilerledikçe EYOD ile bu “yol ayrımı” ve nihayet, panik havasına dönüşmeye başlayan “telaş” arasındaki bağı gösterme başlayarak bu garipliği gidermeye çalışacağım.

ABD’nin bölge politikalarında “demokratikleştirme” projesinin yerini, 3M (Molla, Media, Military) projesine bırakmaya başladığına, 2006 Şubat’ında, “Liberal entelijansiya’nın yavaş intihar” sürecine girdiğine de 2007 Nisan’ında işaret etmiştim. Bu yüzden bu “yol ayrımı”, beklenmedik bir gelişme değil, “telaş” da... Diğer bir deyişle, bu tiplerin bugün geldikleri noktaya doğru ilerledikleri daha o yıllarda belliydi. Bu anımsatmayı yaptım, çünkü, “Yol Ayrımı” ve “telaşla”, “EYOD” arasındaki bağı kurarken, “Arap Baharı” denen olayla başlayan gelişmelerin yanı sıra, o yazılarda kullandığım bazı kaynaklara da yeniden baş vuracağım.

Önce bir “potpuri” 
Ama önce, “liberal demokrat” “aydınların” ve bir “muhafazakar demokrat aydın”ın yazılarından bir “potpuri” sunacağım. Ne yazık ki bu potpurinin kokusu konusunda size bir garanti veremiyorum. Buyrun:

“Son KCK dalgası, Prof. Büşra Ersanlı ve yayıncı Ragıp Zarakolu gibi... insan hakları alanında ve akademik dünyada saygın çalışmalarıyla tanınan insanlara da değince, hükümete ve Ak Parti'ye uzun süredir ‘entelektüel meşruiyet’ sağlamış liberal-demokrat ve kimi sol çevreleri son derece rahatsız etti.” (abç)

“Bu yöndeki gidişatın ‘demokratik iklimi’ bozabileceğini seziyorlar. Bu alanda yeterince tecrübeye sahipler. Bu sezgiye, yeni anayasa çalışmalarının sakatlanacağına dair kaygı eşlik ediyor” (abç)

“Erdoğan'ın seçimlerden önce başlayan sert üslubu seçimlerden sonra daha da arttı ve somut bir programa dönüştü. Bu somut programda da artık kendilerini şuna ikna etmiş görünüyorlar: Eskiden terörle mücadelede orduya güvenilmiyordu, şimdi ordu kontrol altında, şimdi sivil irade daha fazla hakim, ihtiyacımız olan savaş araçlarını da temin edersek PKK'ye diz çöktürürüz, askeri açıdan büyük darbe vururuz.” (abç)

“Ve evet, Başbakan ‘KCK operasyonuna ikna edilmiştir’ veya bu ‘onun kucağına emrivakiyle bırakılmış bir zehirli hediyedir.’ Bunun böyle olduğunu ben biliyorum.”... “üstelik Başbakan’ın yakın çevresi olan- önemli bir bölümünün KCK operasyonlarını yanlış bulduğunu ve karşı olduğunu bizzat kulağımla o kişilerden işittiğim için biliyorum”(abç)

Hangi güçle bu kadar eziyeti yapabiliyorlar ?”… “Bir savcı, bir polis nasıl bu kadar güce sahip olabilir?”

Artık, hâkimler ve savcılar, geniş bir çoğunlukla kendi üst yargı kurumlarının üyelerini belirliyorlar. Bu sistemin değiştirilmiş olması, ülkemize uzun yıllardır egemen olan yargılama mantığının değiştiği anlamına gelmiyor.”

“Bugün artık ‘kendi sesleri’ni güvence altına aldıkları kanısına varanlar’, başka seslere kulak vermeye zahmet etmiyorlar.” (abç)

“Görülüyor ki, KCK davası, Kürt meselesinde, bugüne kadar birbirine destek veren muhafazakâr demokrat ve liberal demokrat aydınları bir yol ayrımına getirdi.

İkincisi, liberal demokrat bazı aydınlar, KCK'nın bir siyasi yapı olduğunu savunuyorlar. Sadece siyaset yapan KCK'lıların tutuklanmasına, fikir ve ifade hürriyeti açısından karşı çıkıyorlar. Fakat inandırıcı değiller.

Bu potpuriden ben şunları anlıyorum: Aslında demokratik bir iklimde yaşıyoruz; Artık hakimler ve savcılar üzerinde siyasi baskı yok. Ordu da sivillerin kontörlü altında. Bu iklimde bir anayasa yapmaya hazırlanıyoruz.

Güçlerini nereden aldıkları belli olmayan birileri bu süreci bozuyor. Başbakanı emrivakiyle karşıya bırakıyorlar. Artık başka seslere, AKP’ye uzun süredir entelektüel meşruiyet sağlayanlara kulak vermeye zahmet edilmiyor.

Liberal ve muhafazakar demokratlar bir yol ayrımına gelmişler. Çünkü muhafazakar demokratlar liberal demokratları inandırıcı bulmuyorlar...

Diğer bir deyişle, evdeki hesap çarşıya uymamış. Referandum ve seçim sonuçları AKP’nin toplumsal desteğinin ulaştığı noktayı sergileyince, ordu da kontrol altına alındıktan sonra, AKP sürecine entelektüel meşruiyet sağlayan fantezilere ve bunları üretenlere gerek kalmamış. Bunlar birer “kaybolan aracı” olma işlevlerini tamamlamışlar; şimdi bunlardan (“sol / liberal demokratlardan”) bu konumu terk ederek, muhafazakar demokrat konumuna gelmeleri, “kaybolmaları”, isteniyor. Diğer bir deyişle ya liberal, demokrat, sol takıntıları bırakıp Siyasal İslam akımına doğrudan iltihak edecekler ya da...

Bu gelişmeler, artık “liberal aydınlara gerek kalmamış olması” bölgede, özellikle “Arap Baharı” denen olaylar başladıktan sonra yaşanmakta olan süreçle, EYOD projesiyle yakından ilgili; üstelik salt Türkiye’ye özgü bir olgu da değil

'Molla, Media, Military' 
Bush döneminde gündeme gelen Büyük Ortadoğu Projesi, bölgede ulusal projeleri (“post-colonial”) ulus devletleri tasfiye ederek, enerji kaynaklarına, piyasalarına el koymayı, neo-liberal bir ekonomik modeli yerleştirmeyi amaçlıyordu. Bunun için hedef alınan ülkelerde, gerekirse şiddet kullanarak (sert), gerekirse, rejim karşıtı demokratik güçleri (liberal aydınları) destekleyerek, sivil toplum örgütlerini kullanarak (yumuşak) bir seri rejim değişikliği amaçlanıyordu.

Bu proje beklene sonuçları üretemeyince, ilk dört yılın deneylerinin ışığında kimi değişiklikler gündeme geldi. Suudi Arabistan'a yönelik eleştiriler geri çekildi, “demokratikleştirme” söylemi ortadan kayboldu. Peki bundan sonra ne olacaktı?

Bir ''neo-con'' kalesi sayılabilecek Hoover Institute 'ün yayını Policy Review dergisinin Web sitesine 2006 yılının Ocak ayında konan Tony Corn imzalı, ''World War IV as Fourth generation Warfare'' , (Dördüncü Kuşak savaş olarak IV. Dünya Savaşı) başlıklı çalışmada, bundan sonra neler olabileceğine ilişkin ilginç ipuçları vardı. Ben bunları o zaman aktarmıştım. Gerçekten de, aradan geçen zaman, ABD’nin Bush’un II döneminde, Obama döneminde izlediği politikalarla, Corn’un savları ve önerileri arasında belirgin paralellikler olduğunu gösterdi.

Bu paralelliklerde bir gariplik yok. Corn “içerden”, tartışmaları ve yönelimleri yakından izleyebilecek, yansıtabilecek konumda biriydi. Corn, ABD'nin Bükreş, Paris, Moskova büyükelçiliklerinde siyasi analist, AB ve NATO misyonlarında ''kamu diplomasisi'' uzmanı olarak görev almıştı. Yazıyı yazdığında da US Foreign Services Institute'de bölüm başkanı olarak bulunuyordu; Policy Review de çok etkili bir dergidir. Zaten Corn’un yazısından önceki yıl içinde hazırlanan QDR-2005'te (Dört Yıllık Savunma Gözden geçirme Raporu) Corn'unkileri anımsatan saptamalar vardı.

Örneğin, QDR-2001'de üç yerde rastlanan ''rejim değişikliği'' kavramının, QDR-2005'te hiç kullanılmıyor olması, demokratikleştirme, sivil toplum örgütleri yerine, yerel siyasi liderliklerle işbirliğine öncelik verilmesi eğilimi olarak yorumlanabilir. QDR-2005, sf.14'teki, dile ve kültürel becerilere yapılan vurgu, sf.21 ve 24'teki, medyayla ilgili saptamalar da Corn'unkilerle paralellik taşıyor. Yerel silahlı kuvvetlerin liderlikleriyle (sf.17) kurulan kişisel ilişkilere (sf.44) yapılan vurgu, ''uluslararası ortaklarının savunma sistemleriyle, ileride ayrılmalarını (taraf değiştirmelerini-E.Y) olanaksız kılacak biçimde entegre olma'' (sf.42) amacı, askeri liderliklerle birlikte çalışmaya özellikle önem verileceğini gösteriyor. Zaten sf.17'de yabancı hükümetlerin kendi bölgelerini ve nüfuslarını denetleme, yönetme kapasitelerine katkıda bulunmaktan söz ediliyor. Bu özelliğiyle QDR-2005, ABD'nin bölgede demokratikleştirme “fantezisi”ne dayanmaya çalışmaktan vaz geçmekte olduğunu düşündürüyordu.

Tony Corn’un yazısına dönersem bu şahsın, sol hareketin tarihini, teorisini, akımları arasındaki nüansları çok iyi bildiği anlaşılıyor. Corn bu bilgisini de kullanarak siyasal İslam’ı ve cihat hareketini analiz ediyor, oldukça çarpıcı sonuçlar çıkarıyor. Bunlardan bazılarını aktarırsam:

1) Sosyal demokrasi/ Avrupa komünizmi, devrimci komünizme alternatifti, ama ılımlı İslam, radikal İslam'a alternatif değil, aksine onun ideolojik hegemonyasına hizmet eden bir araçtır.

2) İslam’da reform yapmaya çalışmak gereksizdir, aksine, İslam dünyasında mali ve ideolojik etkisiyle merkezi konuma yükselmiş olan Suudi rejiminin adeta bir Vatikan-II gibi davranıp İslam’ı denetlemesi sağlanmalıdır.

3) Demokratikleşme için kadın haklarını, gençliği öne çıkartmak işe yaramıyor. Ortadoğu ülkelerinin özellikleri göz önüne alınarak, orduya, dini liderlere ve medyaya önem vermek, dönüşüme buradan, özellikle silahlı kuvvetlerin seçkinlerini ve dini liderleri ikna ederek başlamak gerekiyor.

5) Silahlı kuvvetlerle siyaset ilişkisi söz konusu olunca, bölge koşullarına, ABD modeli değil Türkiye modeli çok daha uygundur.
Kısacası, Corn bundan sonra demokratikleşme süreçleriyle çok fazla vakit kaybetmemek, hedef ülkelerde, dini liderleri, medyayı, orduyu kontrol altına almak yeterli olacaktır diyor. Demokratikleşme yerine Türkiye modelini öneriyor; 3M (dini liderlerin, medyanın ve ordunun kontrol edilmesi) koşulunun, buna karşılık demokratikleştirme projesinin araçlarından (liberallerden) vaz geçilebileceği varsayımının da bu öneriye içkin olduğunu, sanırım kolaylıkla söyleyebiliriz.

“Batı Arap devrimlerini İslamcılar yararına gasp ediyor”
Liberal safranın atılmaya başlanmasının salt Türkiye’ye ait bir olgu olmadığına, yukarda işaret etmiştim. “Arap Dünyası”nda ABD’nin demokratikleştirme projesine umut bağlamış aydınlarda da bizdekilere benzer bir kaygıyı, telaşı gözlemlemek olanaklı.

Bu bölümün başlığını da zaten, 28 Ekim’de Dar Al Hayat (Suudi parasıyla yayımlanıyor) gazetesinde rastladığım Raghida Dergham imzalı bir yazıdan aldım.

Dergham, ABD tarafından ileri sürülen, “Arap bölgesinde İslam’cı akımları iktidara getiren seçimler bağlamında, demokratik süreçlerin yarattığı sonuçları kabul etmek gerekir” savının, aslında, modern, seküler, liberal akımları zayıflatarak, İslam’cı akımlarla yakınlaşma kurma politikasının ürünü olduğuna ilişkin kuşkuların giderek artmakta olduğuna işaret ediyor.

Dergham, Mısır, Tunus, Libya ve Yemen’de ABD’nin devreye girerek devrimci dalganın Müslüman Kardeşler akımının egemenliği altına girmesine yardımcı olduğunu ileri sürüyor. Dergham, Suriye’de de, muhalefet yükselirken, Batıyla İslamcı hareket arasında kapalı kapılar arkasında pazarlıkların çoktan başlamış olduğuna dikkat çekiyor.

Benzer bir durumun 1979 İran devrimi sırasında da yaşandığını anımsatan Dergham, belki de, diyor “Batı, bunu özellikle teşvik etti, Iran uygarlığının yeniden orta çağlara geri dönmesine yol açmak için...” Dergham, 1979 İran devriminden sonra Arap dünyasında da, modernite ve ilerleme eğilimlerinin yerini aksi yönde gelişmelere bıraktığını savunuyor.

Dergham’a göre, Siyasal İslam, Batı’nın “Türkiye Modeli”ne, “Ilımlı İslam”a kafayı takmış olmasını bir nahiflik olarak görüyor. Ancak, Siyasal İslam, seküler, modern akımların belini kırmaya hizmet ettiği müddetçe bu saplantıdan yararlanmak istiyor, bu amaçla da, kendi gücünü, etkisini abarttıkça abartıyor.

Dergham, zaten, Senatör John McCain’in de, Ölü Denizde yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nun, Arap-Amerikan İlişkileri oturumunda konuşurken, Siyasal İslam’a “yanınızdayız” mesajını, “modernist” akımlara da “umurumuzda değilsiniz” mesajı verdiğini aktarıyor.

3M Stratejisini, ABD’nin Arap devrimlerindeki rolünü, Siyasal İslam’ verdiği desteği, liberal aydınların telaşını bir araya koyduğumuzda ortaya çıkan görüntü, Ergenekon’dan, Balyoz’a, KCK tutuklamalarına kadar uzanan süreci, yerel bir olgu olmanın ötesinde, “En Yeni Ortadoğu Düzeni” bağlamında da değerlendirmek gerektiğini düşündürüyor.

Friday 28 October 2011



"Geleceğe dönüş"  (soL.org)

(27 Ekim 2011 )

Yirmi birinci yüzyılın başı, her geçen gün biraz daha 21. Yüzyılın başına Lenin’in Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması broşürünü yazdığı döneme benziyor. Hatta, daha da ileri giderek, bu gün gelişmekte olan süreçlerin bir çok açıdan, o dönemdeki benzerlerinden çok daha geniş çaplı olduğunu ileri sürmek de olanaklı.

Emperyalizmin dünü
Lenin Emperyalizm... (Imperialism, The Highest Stage of Capitalism, Foreign Language Press, Pekin, 1973,) broşüründe modern kapitalist emperyalizmi tanımlamak “eski emperyalizmden” ayırt etmek için bir seri olguya işaret eder, beş eğilime dikkat çeker (sf. 106). Bunları çok yakından bildiğimizi var saydığım için, kısaca, anımsatmakla yetineceğim.

(1) Kapitalist üretimde yoğunlaşmanın sonucunda tekeller ortaya çıkarak ekonomik yaşamda belirleyici hale gelmiştir. Tekellerin piyasalar ve doğal kaynaklar üzerinde kontrol oluşturma eğilimi sömürgeciliğe yol açmaktadır (sf.98). (2) Banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmiş, bu zeminde “finans kapital” denen yeni bir biçim ve finans oligarşisi ortaya çıkmıştır. (3) Sermaye ihracı çok özel bir önem kazanmıştır. (4) Dünyayı aralarında paylaşan uluslararası sermaye tekelleri oluşmuştur. (5) Dünyanın topraklarının en büyük kapitalist güçler arasında paylaşımı tamamlanmış; yeniden paylaşım rekabeti başlamıştır.

Lenin bu zeminde Kausky’nin görüşlerini eleştirirken (sf 107-112) bu beş eğilime ek olarak emperyalizmin şiddet ve gericilikle eğiliminin, sanayi sermayesinin zayıflamasına paralel finans sermayesinin egemenliğinin, ilhak eğilimininaltın çizer. Lenin broşürün bir sonraki bölümünde (sf 120-122), finans sermayesinin, giderek üretimden kopmasına, rantiye özelliğine, asalaklaşmasına işaret eder. Kredi mekanizmasının siyasi etkilerine değinen Lenin dünyanın az sayıda alacaklı, çok sayıda borçlu devlet olarak ikiye ayrıldığını vurgular. Lenin’e göre, emperyalizmin ekonomik temelleri arasında esas olarak, finansallaşma giderek güçlenen eğilimdir. Lenin 127. sayfada göç olgusuna da işaret ederek bunun artık geri kalmış ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru yaşandığını vurgular; 128. Sayfada da işçi aristokrasisi olgusuna dikkat çeker.

Lenin’e göre emperyalizm kapitalizmin asalaklaşma ve çürüme aşamasıdır. Bu anlamda Lenin’in emperyalizmi kapitalizminson aşaması, yaşanan krizi de son kriz olarak gördüğü söylenebilir. Ancak burada “bu son kriz” çıkarsamasının kavramsal (notional) olarak düşünmek gerekir. Lenin de zaten Financial Times’da Amaratya Sen’in aktardığına bakılırsa (10 Mart 2009) 1919 yılında “bu krizden bir çıkış olmadığını düşünmek yanlış olur” diyormuş. Ne yazık ki bu alıntıya Lenin Bütün Eserler elektronik arşivi içinde bir kaynak bulamadım. Ama Sen’in dürüst bir akademisyen olduğunu düşünerek aktardım.

Benim kendi okumalarımdan edindiğim izlenim Lenin’in bir “nihai çöküş” teorisini kabul etmemekle birlikte, yaşamakta olduğu krizin son kriz olduğunu düşündüğü yolunda. Eğer bu izlenimim doğruysa, Taylorizm ve bant sistemi(Ford T-Modeli) gibi yeni, üretim teknikleri ve emek süreci biçimleri ortaya çıkmış olmakla birlikte, Lenin’in böyle düşünmekte haklı olduğu söylenebilir. Zaten, kriz teorilerinin, Marx’ın kapitalizm, emek süreci analizlerinin yorumlarının gelişmişlik düzeyi, o dönemde bunların krizden çıkma olasılıklarına işaret ettiğini saptamaya olanak verecek noktada değildi. Örneğin Taylorizm’i sosyalizmin inşa sürecinde kullanmaya kalmak, bu gelişmelerin sınıf karakterinin ve işçi sınıfının sınıf şekillenmesinin üzerindeki olumsuz etkilerinin henüz ayırdına varılmamış olduğunu gösteriyordu.

Diğer taraftan Lenin açısından, I. Dünya Savaşı bitmiştir ama III. Enternasyonal’e verdiği raporda vurguladığı gibi, büyük güçler arası çelişkiler çözülmeden kalmıştır, yeni bir dünya savaşı gündemdedir. Lenin bu öngörüsünde de haklı çıkmıştır.

Kriz Lenin’in öldükten sonra da yoluna devam etmiştir. Örneğin, Joseph Stalin’in 17. Parti Kongresine sunduğu bir raporda (26 Şubat 1934) yer alan, bu gün kulağımıza hiç de yabancı gelmeyecek, şu ifadeleri, bugünle o dönem arasındaki paralelliği sergilemesi açısından anımsamak yararlı olabilir.

“Günümüzde kapitalist ülkeleri etkisi altına almış olan kriz önceki krizlerden farklıdır. Bir çok şeyin yanı sıra, bu en uzun krizdir. Daha önce krizler bir iki yılda biterdi. Bu kriz beşinci yılını yaşarken, kapitalist ülkelerin ekonomilerini etkilemeye devam ediyor, önceki yıllarda oluşmuş birikimlerini tüketiyor” (Bütün Eserler. Cilt. 13, Foreign Languages Publishing House, Moscow, 1954)

Özetle Lenin Emperyalizm kitabını yazdığı dönemin, ki bu dönemi, kapitalizmin “yapısal krizi” bağlamında 1946’ya kadar uzatmak gerekir, genel ekonomik siyasi “iklimiyle” bu günkü ekonomik siyasi iklim arasında çarpıcı paralellikler bulmak olanaklıdır.

Ve bugünü
Bu bağlamda, Lenin’in broşürüne dönersek, tekelleşmenin ve finansallaşmanın çok daha iler boyutlara ulaşmış olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Finans Kapital (sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesi), türev piyasaları, yatırım bankaları, gibi yeni araç ve kurumlarla çok daha geniş çaplı, uluslararası alanı kapsayacak biçimde gelişmiştir. Dahası, 1970’lerde bağlayan yapısal kriz içinde, Finans Kapital (banka-sanayi tekeleri) kültür endüstrisi tekellerini de içine alarak çok daha karmaşık (simgelerin üretimi ve yayılması), ideolojik alanı da kapsayan bir varlık haline gelmiştir.

Lenin’in dikkat çektiği, piyasalar ve doğal kaynaklar üzerindeki rekabet ve sömürgeleştirme eğilimi, 11 Eylül’den sonra tüm hızıyla devreye girmiş, Afganistan ve Irak’tan sonra Afrika’da yoğunlaşmaya başlamıştır. Çünkü, Çin, yükselen güçlerin en kapasitelisi olarak, ekonomik gereksinimlerini karşılayabilmek için hızla Afrika’ya girmekte, piyasaları, mineralleri, enerji kaynaklarını, doğal kaynakları finansal yollarla denetimi altına almaya çalışmaktadır. ABD Harp Akademileri dergisi Parameters’de vurgulandığı gibi, Çin’in, bir aşamada askeri kapasitesini Afrika’ya getirmesi kaçınılmazdır. ABD buna hazırlanmak amacıyla 2007’de AfriCom’u kurmuş, bir çok Afrika ülkesiyle güvenlik anlaşmaları yapmıştır. Libya saldırısında devreye NATO’da girmiş, kaynak rekabeti sömürge savaşları yeni bir boyut kazanmıştır.

Emperyalizm broşürüne ilişkin değinmemiz gereken bir diğer nokta da şiddet eğilimi ve siyasi gericiliktir. Şiddet eğilimi hakkında sömürge savaşlarında sivillerin hedef alınma düzeyine, kullanılan silahlara bakarak bir fikir edinebiliriz. Bu gün Afganistan, Irak ve Libya’da şahit olduğumuz katliamlar, yargısız infazlar, kullanılan uranyumlu mermiler Lenin döneminde yaşananları aratmayacak düzeydedir.

Siyasi gericiliğe gelince, emperyalizme Siyasal İslam arasında oluşmaya başlayan ortak yaşama, Müslüman Kardeşlerörgütünün, Mısır, Tunus, Ürdün, Filistin, Suriye ve hatta Türkiye’deki yerel iz düşümlerine, Selefi akımlarına yükselmesine bakmak yeterli olacaktır. Besbelli ki emperyalizm, “Arap Baharı” adıyla ehlileştirilmeye başlanan devrimci atılımda kendini gösteren enerjinin ve iradenin denetim altına alınmasında, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Müslüman Kardeşler akımına yaslanmaya karar vermiştir.

Unutmamak gerekir ki bu gün karşımızda olan, Ne 1930’lardaki anti emperyalist ruha, ne 1970’lerdeki (Sayyid Kutb, Ali Şeriati) popülist ruha sahip bir akımdır. Bu anti-emperyalist, popülist ruhu, “plep damarını” arkada bırakmış, siyasi iktidara ulaşmak için emperyalizmin siyasi asker müdahalelerinden medet uman mülk sahibi sınıfların hareketi haline gelmiş bir akımdır.

Bu akımın kendini, emperyalizmle birlikte “demokratikleşme” söylemi arkasına gizleme dinamikleri de bize bir başka şeyi, Asya kapitalizminde görmeye başladığımız, “otoriter kapitalizmin” bu gün hızla norm haline gelmeye başladığını, söylemektedir. Önce Zizek’in daha sonra da New Left Review dergisinin Eylül/Ekim sayısında Wolfgang Streeck’in “The Crisis of Democratic Capitalism” makalesinde tartıştığı gibi, artık biçimsel olarak da olsa demokrasiyle kapitalizmin yolları, 1980’lerden bu yana ayrılmıştır.

Artık gündemde olan, “çevre”de savaşlar, katliamlar, dinci akımlar ve sömürgecilik, “merkez”de, yeni teknolojilerin yardımıyla, finans – medya kıskacına sıkıştırdığı bireyin yaşamının, hemen her alanını izlemeye, denetlemeye, yönetmeye çalışan, klasik faşizme dönüşmek için uygun bir ideoloji ve siyasi hareket bekleyen bir “kontrol toplumu”.

Göçmenler sorunu da bu gün Lenin’in vurguladığı dönemdeki boyutları çoktan aşmış küresel bir krize dönüşmüştür. Sermayenin asalaklaşmasına gelince, bu artık Lenin dönemindeki gibi siyasi bir argüman olmaktan çıkmış, popüler kültürün bir parçası haline gelmiş, toplumsal muhalefetin hedefi olmuştur. Lenin’in Emperyalizm broşürünü yazdığı dönemle, bu gün arasında bir benzerlik daha var. O da Proletarya mücadelesinin (yaşayabilmek için iş gücünden başka satacak şeyi olmayanlar) yükselmeye başlamış olması. Bu gün, malum sebeplerden, proleterya mücadelesi, komünist hareketin o dönemki düzeyinden çok geride bir noktadadır. Ama yıllar sonra yeniden kendini hissettirmeye başlamıştır ve yükselmektedir hem de küresel çapta...

Dahası, proletarya mücadelesi, Yunanistan’da olduğu gibi çok sert biçimler sergilemeye başlamıştır. Bu sertlik Avrupa’nın diğer ülkelerinde de kendini göstermeye adaydır. Benzer mücadeleler açısından adeta bir çöl sayılabilecek ABD’de yüzden fazla kent muhalefet hareketinin etkisindedir ve polisle çatışma olayları giderek sıklaşmaktadır.

Bu dönemin erdemi
Lenin’in Emperyalizm broşürünü yazdığında, Komünizm yeni bir deneye başlıyordu. O dönemin erdemi bu deneyimi, ortaya koyduğu yeni örgütlenme ve iktidar biçimlerini savunmak, sürdürmek, geliştirmek, bunun mücadelesini (iç tartışmalardan ve sonuçlarından) korkmadan vermekti. O dönemde, devrimci irade, tarihin önüne geçiyor, maddi zeminin koyduğu sınırları zorluyor, kendini II. Enternasyonal’in evrimci, determinist sosyalizminden ayırıyordu... Lenin’in Sukhanov’la yaptığı ünlü tartışmada vurguladığı gibi “önce içine girmek sonra görmek” gerekiyordu (on s’engage et puis on voit) (Pravda (No. 117) May 30, 1923). Realiteye müdahale ve zamanlama her şeydi… Tabii ki bu, güçler dengesini, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyini görmezden gelen bir histerili bir volontarizme işaret etmiyordu... Harekete katılma, ilerletme, riskleri göze alma iktidara aday olma kararlılığına işaret ediyordu.

Bugün başka bir noktadayız diye düşünüyorum. Bu gün II. Enternasyonal’in otoritesine baş kaldırmak gibi bir sorunla karşı karşıya değiliz, ama tüm yerel ve uluslararası geleneğimizi, deneylerimizi değersizleştirmek isteyen, hatalarımızdan dersler çıkarmamızı engellemeye çalışan, hareketi demokrasi mücadelesine hapsetmek isteyen bir post-modern, liberal sol’un saldırılarının altında yürümeye çalışıyoruz. Bugün, Lenin’in kuşağının örgütsel ve mücadele alanlarında gösterdikleri, kendilerini bir önceki dönemden ayıran, bir anlamda, “tarihin eski elbiselerinden” kurtaran yaratıcılığını tekrarlamak zorundayız.

Hızla, ilerlemekte ve derinleşmekte olan kriz döneminde bugün, gündemde olan salt emperyalizm broşüründe vurgulanan sorunlar, o kitap yazıldıktan, Lenin öldükten sonra sonra yaşanan felaketlere ilişkin olasılıklar değil. Yine karşımızda büyük savaşlara, Faşist rejimleri, soykırımlara, totaliter devletlere ilişkin riskler var. Ama bunlara ek bu kez tüm insanlığı tehdit eden, kapitalizm krizini çözmeye çalıştıkça derinleşmeye aday çok ciddi bir ekolojik kriz de var. Kapitalist “yaşam dünyası”, artık sürdürülemez bir noktaya ulaşmış durumda ve ayakta kalmaya devam etmek için insanlığı tüketmeyi göze almaya hazır.

Ben kendimizi adeta Titanic gemisinin güvertesindeymiş gibi düşünüyorum. Yolcular ya kendi aralarında şezlong kapma yarışı içindeler, ya da salonlarda dans edip, yiyip içip hazlarının peşinde koşmaya devam ediyorlar. Kaptan ise nereye gittiğini bilmeden yoluna devam ediyor...

Kısacası yerel açıdan “çok önemli” sorunlardan başımızı kaldırıp, geminin rotasını değiştirmeye yönelemiyoruz.

Ama tarih çözebileceği sorunları gündeme getirirmiş. Finans-kapitale karşı, hem kapitalizmin merkezlerinde hem de küresel çapta yükselen tepki, Avrupa’da giderek yoğunlaşan sınıf mücadeleleri (gözlerimiz ve kalbimiz, umutlarımız Yunanistan proletaryasında...) yeni katılımları, yaratıcı örgütlenme, çalışma tarzlarını bekliyor. Henüz yeni başlayan hareketin çocukluk döneminin bilinç düzeyine bakarak karar vermemek ve Lenin’in Napolyon’dan gelerek aktardığı gibi “on s’engage et puis on voit” demek gerekiyor. Günün erdemi bu cesareti göstermekmiş gibi geliyor bana.

Saturday 22 October 2011

Onlar ki ne istemediklerini biliyorlar!  (Sendika.org) 20 Ekim 2011


Kapitalizmin yarattığı krizin içinde, bu krizin yarattığı kaos içinde “yaşamlarına”, bunu sürdürme özgürlüklerine yönelik tehditlere karşı tepki göstermeye başlayan insanların hareketinden oluşuyor bu “makine”. Kriz, düzenin hakikatini gözler önüne serdikçe, “hayır istemiyorum” çığlıkları yükseliyor, bu çığlıklar birbirini bularak bir harekete dönüşüyor

Mali krizin ikinci aşamasında, bankalarda ve uluslararası yatırım kurumlarında ifadesini bulan egemen sermayenin, devletleri eliyle, dünya halklarına karşı başlattığı saldırı cevapsız kalamazdı. Geçen hafta 82 ülkede 192 sokak ve meydan işgali, cevabın küresel çapta oluşmaya başladığını gösterdi. Şimdi hep birlikte bu oluşma sürecinin sergilediği biçimleri anlamaya, olası yönünü öngörmeye çalışıyoruz. Ancak, karşımızdaki olguların biçimleri ve birlikte oluşturmaya başladıkları resim henüz berrak değil.

Örneğin, İspanya’daki Porto del Sol, ABD’deki “Wall Street’i İşgal Et”, Londra’daki “Birlikte İşgal” eylemlerinin dinamiklerine ve yayımladıkları deklarasyonlara ilişkin iki kaygılı saptama dikkat çekiyor.

Bunlardan biri “bunlar ne istediklerini bilmiyorlar”, “örgütlenmeye direniyorlar”, “her kafadan bir ses çıkıyor” dedikten sonra bu dalganın geleceğine ilişkin oldukça kötümser kaygıları dile getiriyor. Bir diğer saptamaya göre, bu dalganın gündemindekiler, ileri sürdüğü talepler, en fazla sosyal demokrat, reformist bir program oluşturuyor.

Ben bu iki saptamanın da yetersiz kaldığını, benim aşağıda bunlara ek olarak sunmaya çalışacağım yaklaşımın da, hareketin bu aşamasında, ben daha anlamlı bulsam da, yetersiz kalacağını düşünüyorum. Ama, en azından yeni dönemin ve yeni bir dalganın başlangıcına tanıklık ettiğimizden hiçbir kuşkum yok.

Neo-liberal “Restorasyon” nihayet dağılıyor
Restorasyon pratikte, gerçek anlamda siyaseti, post-modernizm de, teoride (felsefede) evrensel olanı düşünmeyi yasaklamıştı. Şimdi, bastırılan geri geliyor, teori (düşünce) yeniden özgürleşiyor. İlk vurgulamak istediğim nokta bu.

Egemen sermaye, mali krizin ilk aşamasında, adeta bir darbe yaparak, devletin en üst kademelerine, özellikle mali aygıtlarına el koymuş, yaklaşık 12 trilyon dolarlık kurtarma fonunu bankaları kurtarma adına kendine transfer etmişti. İkinci aşamada egemen sermaye, devletleri, bu fonun kamu maliyesinde yarattığı maliyeti halkların sırtına yükleyecek politikaları devreye sokmaya zorladı. Bu, krizin getirdiği işsizlik ve yoksullaşmaya ek olarak, en yoksulun daha da yoksullaşması gerçekleşirken, işsizlik artarken sosyal güvenlik kurumlarının geri kalanının da tasfiyesi anlamına geliyordu.

Egemen sermaye, siyasi kültürel hegemonyasından, medya üzerindeki hakimiyetinden, tüm karşıt görüşleri susturmuş olduğundan, kısacası liberal restorasyonun gücünden o kadar emindi ki, bu saldırının, kayda değer bir direnişle karşılaşmadan amacına ulaşmasını bekliyordu; ekonomi politiğin ötesinde, bir ahlak ve adalet sorunu yaratmaya başladığının ayırdında değildi.

Ahlak ve adalete ilişkin düş kırıklığının başladığı yerde felsefe ve siyaset, ama devlet yönetme anlamında değil gerçek anlamda, “şeylerin andaki durumuna”, yapının düzenine, yaşamın verili kurallarına karşı tepkileri ve değişim arzularını temsil eden siyaset başlar... Felsefeye gelince, insanlar başlarını hızla dağılmakta olan verili kanaatlerden kaldırıp, “hakikatlere” dayanan evrensel ilkeleri aramaya başlarlar, felsefe yeniden önem kazanır.

Geçen yıl yine bu aylarda İngiltere’de, öğrenci gençlik muhafazakar-liberal koalisyonun üniversite harçlarını bir anda yüzde 300 artıran yasa taslağına karşı ayaklandı, büyük protesto gösterileri üniversite işgalleri gerçekleştirdi. İkinci aşamada eylemlerinin alanını toplumun tümünü etkileyen kesintileri hedef alacak biçimde genişlettiler ve sendikaların desteğin aldılar. Bu sırada Avrupa’da gençler ve işçiler de kurtarma paketlerinin yükünü sırtlarına yıkmaya çalışan hükümet programlarına karşı direnmeye başlamıştı.

Derken, Tunus, Mısır devrimci dalgası “Arap Baharı” olarak nitelenen sarsıntılar patlak verdi. Avrupa ve Kuzey Afrika’da yaşananlar arasındaki benzerlikler konuşulurken, Amerika’nın Wisconsin Kenti’nde işçi olayları patlak verdi ve “Burası Tahrir Meydanı” pankartları ortaya çıktı. Artık evrensel bir dalgayla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorduk. Protesto eylemleri İspanya’nın Porto del Sol Meydanı’na geldi, “Gerçek Demokrasi” deklarasyonu yayımlandı. Bu deklarasyon, İtalya meydanlarında yankılandı, tekrarlandı.

Sonra emperyalizmin, egemen sınıfların Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki devrimci dalgayı ele geçirme çabalarına, devrimci atılımların bu müdahalelere direnememesinin siyasi sonuçlarına, Siyasal İslam’ın yükselmeye başlamasına, Libya’nın başına gelenlere, Bahreyn ve Suriye’deki trajik olaylara şahit olduk. Adeta dalga duraklıyor, hatta geri çekiliyor gibiydi. İngiltere’nin kimi kentlerindeki, isyan ve yağma patlaması da kısa sürdü.

Bu “patlamanın” arkasından gelen binlerce tutuklama, hızlı yargılamalar, olağan üstü yüksek cezalar, Kasım ayında planlanan büyük öğrenci olaylarına, genel greve doğru ilerlerken havanın yeniden kararmaya başladığını düşündürüyordu.

Sonra, her şey yeniden değişti. Wall Street’in işgali başladı, hızla önce ABD kentlerinde sonra geçen hafta tüm dünyaya yayıldı. Dahası, Wall Street ve Londra işgalleri, gerek gündemlerine aldıkları sorunlar, gerek örgütlenme teknolojileri, meydanlarda kurdukları “yaşam dünyaları”, Tahriri Meydanı’ndan, Porto del Sol’a kadar ortaya çıkan biçimlere son derecede benziyordu.

“İsyan makinesi”
Çok önemli bir gelişme daha kendini göstermeye başladı. Küresel muhalefet dalgası, Deleuze ve Guattari’nin bir kavramını (biraz zorlayarak) ödünç alırsam, adeta, her yerde aynı özellikleri sergileyen bir “isyan makinesi” inşa etmeye başlamıştı. Bu makine de her uğradığı mekânda neoliberal restorasyonun ideolojik egemenliğinin kodlarını çözüyor, yerine kendi kodlarını (hatta “mem”leri –bir insandan öbürüne, bir kültürden öbürüne sıçrayarak yayılan ve gittiği yerde kendini yeniden üreten, karşılaştıklarını değiştiren, fikir, simge, davranış, tarz parçacıkları) oluşturmaya başlıyordu.

Bu ilginç gelişmeye iki örnek vermek gerekirse, ABD’de AFL-CIO sendikalar konfederasyonu, Wisconsin protestoları sırasında bir ayda 20 bin yeni üye kaydetmişken, Wall Street protestoları başladıktan sonra bir haftada 25 bin sendikasız işçiyi sendika üyesi yapmışlar.

İkincisi, toplumsal davranış eğilimleri araştırmalarıyla bilinen Pew Research Center’ın Başkanı Andrew Kohut’a göre Amerikan halkının Wall Street işgal hareketine ilgisi artmaya başlamış. İşgalle ilgili haberleri izleyen insanların sayısı giderek artıyormuş. Gallup’un bir kamuoyu yoklamasına göre de hareketle ilgili haberleri izleyenler arasında, olumlu yaklaşımlar ağır basıyormuş, Pew’un yakında yayımlanması beklenen bir araştırma bulgularına güre halkın büyük çoğunluğu devletin yoksullardan ve orta sınıflardan daha çok zenginlere hizmet ettiğini düşünmeye başlamış; halkın büyük çoğunluğu mali piyasaların denetlenmesinden yanaymış.

Ödünç aldığım kavramla biraz daha devam edersem bu “makine”nin doğasına ilişkin iki saptama yapmak istiyorum. Birincisi, bu henüz “oluşma” sürecinde, bu anlamda evrim halinde, yayılma çoğalma, karşılaşacağı koşullara göre değişme potansiyelleri ya da değişemeyerek yok olma riski taşıyan bir “makine”. İkincisi bunun bir yıl gibi kısa bir sürede, dünya çapında, geçen hafta 192 kentte olduğu gibi, ortaya çıkması, bir örgütün, siyasi akımın yarattığı bir eylemler dizisiyle değil, toplumsal (sosyolojik) bir olayla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Adeta “tarihin maddesi” olarak hareket eden bir “şey” var karşımızda. Her kafadan bir ses çıkmasına, çok farklı siyasi eğilimlere, gelir dilimlerine, meslek gruplarından gelen insanları barındırmasına karşın, Tahrir’den Porto del Sola, Wall Street’ten, Londra’daki St. Paul Katedrali önündeki meydana kadar hep aynı biçimleri sergiliyor olması da “tarihin maddesi” saptamamı destekliyor diye düşünüyorum.

Komünistlerin bu dalgaya ve meydanlardaki duruma bakarken, yazımın giriş bölümünde vurguladığım iki adeta taban tabana zıt saptamayı üretmelerinin temelinde de bu yatıyor. Gerçekten bu “makine” ne istediğini, diğer bir deyişle hareketinin tarihsel anlamını bilebilecek bir “akla” sahip değil.

Kapitalizmin yarattığı krizin içinde, bu krizin yarattığı kaos içinde “yaşamlarına”, bunu sürdürme özgürlüklerine yönelik tehditlere karşı tepki göstermeye başlayan insanların hareketinden oluşuyor bu “makine”. Kriz, düzenin hakikatini gözler önüne serdikçe, “hayır istemiyorum” çığlıkları yükseliyor, bu çığlıklar birbirini bularak bir harekete dönüşüyor.

Bu yüzden, bu harekete katılanlar ne istemediklerini biliyorlar. Hatta tek tek ne istediklerini de biliyor, bildiklerini düşünüyor olabilirler, ama bir bütün olarak hareket, tarihsel anlamını, “gerçekten ne istediğini” henüz (!) bilmiyor. Ama bu bilemeyeceği anlamına da gelmiyor.

Ya da şöyle koyarsam belki daha tutarlı olabilir. Bu toplumsal hareket içinde, ona ne yaptığının anlamını söylemeye çalışan, birbiriyle etkileşim halinde, birçok akıl, ses var. Bu sesler arasında bir diyalog, rekabet hatta mücadele yaşanması kaçınılmaz. Bir aşamada belki de bu seslerden biri ya da aralarından çıkacak yepyeni bir ses, hareketin tümünün anlayabileceği bir dili konuşmayı becerecek, onun tarihsel yönelimine, anlamına en uygun ifadeleri ona anlatabilecek ve egemen olmaya ya da (daha eşitlikçi, hareketin doğasına uygun bir ifadeyle söylemeye çalışırsam, ki bunu öğrenmeden hareketin tümüne, evrenseline konuşmak mümkün olmayacak) karşılaştığı koşullara uyum sağlayarak yaşamaya, evrimleşmeye devam etmesine hizmet edeceği için benimsenecek, onun aklı, sesi olmaya başlayabilecek.

Bugünden başlayarak önümüzdeki dönemde komünistlerin en önemli görevi, işte bu sesi yaratmaya çalışmak olacak. Bu ses hareketi yönetmeyi değil, içindeki bireylerin hareketin anlamını anlamalarına yardım ettikçe, genelde hareketin hızlanmasını, kendinin bilincine varmasını amaçlayacak. Komünistlerin, örgütlerini ve çalışma tarzlarını buna göre düzenleyerek hareketin hizmetine vermeleri gerekecek. Eski bir deyimi biraz değiştirerek alırsam, siyasi çalışmanın, ben bu hareketten ne elde ederim, kaç kişi kazanırım, üzerinden değil, ben ona ne katabilirim (varlığımla yokluğum arasındaki fark, hareket açısından ne olabilir) üzerinden yürümesi gerekecek.

Geleneğimizin, tarihsel bilgi ve deneyim hazinemizin bunu başarmamıza yardımcı olacak zengin birikimlere sahip olduğu kuşkusuz. Ama geçmişi, taşıyamayacağı bir yükle, cevap veremeyeceği sorularla karşı karşıya bırakmak, yalnızca haksızlık olmakla kalmayacak, zaman zaman düş kırıklığına yol açtığında, ona sırtını dönmeye kalkmak gibi ölümcül hatalara da neden olabilecektir.

Tarihimize, geleneğimize gerçekten sahip çıkabilmek, deyim yerindeyse layık olabilmek için, yeni bir dalganın başında olduğumuzun, yeniden ve “başından başladığımızın” yeni şeyler söylemeye mecbur olduğumuzun ayırdında olmamız gerekiyor. Tarihten kopya etmek yerine, kendi başımızın çaresine bakmak zorunda olduğumuzu da unutmadan

Thursday 13 October 2011

Kriz, Kapitalizm, Komünizm, Cesaret


13 Ekim 2011 (soL.org)

Kapitalizm ve kriz kavramlarını yan yana getirince, hemen bir üçüncü kavramı,komünizm kavramını da düşünmek gerekiyor. Daha kesin bir ifadeyle kapitalizmin krizi, komünizmin güncelliğine işaret ediyor.
Ölüm - Yaşam ve Olasılıklar
Kriz kavramına iki açıdan yaklaşabiliriz. Birincisi genel olarak hareketin, özel olarak sermayenin hareket sürecinin bir anı olarak kriz. İkincisi “olay” olarak kriz.
Kriz, Yunanca “krisis” kavramından geliyor. Bu kavram, bir organizmanın olağan yaşamında aniden ortaya çıkarak varlığını tehdit etmeye başlayan bir duruma işaret ediyor. Krizi organizmanın hareketine ait, dolayısıyla onun bir anı olarak düşündüğümüzde, organizmanın bu krize yol açan etkenleri giderecek bir değişimi geçirerek yaşamına devam edebileceğini, ya da geçiremeyerek yok olmaya başlayacağını söyleyebiliriz. Bu anlamda kriz organizmanın, ölüm ve yaşam olasılıkları arasında bir noktada, bir karar anında olduğunu söylüyor.
Kavramın tıpta kullanımına bakınca tam da böyle bir anlamla karşılaşıyoruz. Hastanın kritik durumu, yaşamaya devam edip etmeyeceğinin henüz belli olmadığı bir ana işaret ediyor. Kriz kavramının dramaturji (tiyatro) alanında kullanımı da, oyun boyunca açığa çıkan çelişkilerin bir biçimde çözüldüğü bir ana işaret ediyor. Ama bu an yaşanırken, kimi karakterler bu anın içinden değişerek, çözümün bir ifadesi, simgesi olarak çıkıyorlar; kimileri de değişememenin simgesi olarak ya ölüyor ya da oyunun kurduğu evrenin dışına düşüyor, tasfiye oluyorlar.
Bir “olay” olarak kriz, ise, öngörülemeyen bir duruma, hareketin içinde değişimlerin ve o ana kadar var olmayan olasılıkların gündeme gelmeye başlamasına işaret eder.
Bu kısa özetten hareketle, kapitalizmin krizinin, varlık- yokluk seçenekleri ve daha önce gündemde olmayan olasılıklarla karşı karşıya kaldığı bir duruma işaret ettiğini söyleyebiliriz. Kapitalizm ya krizden, krize yol açan sorunlarını aşacak biçimde kendini yeniden örgütleyerek çıkacaktır, ya da yok olmaya başlayacaktır.
Kapitalizmin, kendini yeniden örgütlemesi, bugüne kadar yaşanan krizlerin bize gösterdiği gibi, teknolojik temelini, emek sürecini, firma ve piyasa örgütlenmelerini, yeniden üretim süreçlerini, kurumlarını (devlet, ideoloji) dönüştürerek yeni bir sermaye birikim rejimi yaratabilmesi, yeni bir hegemonya sistemi kurabilmesi anlamına gelecektir. Bunlar olurken hem emek, hem sermaye kesiminde belirgin yeni sınıf şekillenmeleri yaşanacak, yeni kesimler ortaya çıkarken kimi eski kesimler yok olacaktır.
Tüm bunlar başarılabildiği taktirde kar oranları restore edilecek ve yeni bir büyüme genişleme, göreli refah dönemi başlayabilecektir. Aksi taktirde kapitalizm krizinden çıkamayacak, çürümeye devam edecektir. Günümüzün teknolojik gelişmişlik, küresel bütünleşme düzeyi göz önüne alındığında bu çürüme giderek hızlanan bir uygarlık krizi anlamına da gelecektir.
Kapitalizm 1970’lerde yapısal bir krize girdikten, 1980’lerde sorunlarını erteleyecek bir kriz yönetim modelini (neo-liberalizm, finansallaşma) devreye soktuktan sonra 2007’de de, bu düzenleme modelinin iflasına bağlı olarak mali bir kriz patlak verdi. Yapısal krize yol açan tüm çelişkiler yeniden açığa çıkmaya başladı. Ekolojik boyutu, savaşları, dinci akımların yükselişini, egemen sınıfın parazitleşme sürecini de düşününce uygarlık krizinin derinleşmeye başladığını kolaylıkla söyleyebiliriz.
Bu “durum” içinde iki olasılık söz konusu. Bunlardan birinin, servetin ve servet üretme araçlarının merkezileşme düzeyine, izleme, disiplin uygulama, cezalandırma, öldürme teknolojilerinin hızla artmakta olan kapasitelerine, “kültür endüstrisinin” insanları kendi içlerine ve hazlara yönlendirici etkilerindeki yayılmaya bakarak, George Orwell’in “1984” romanında betimlediği bir totaliter barbarlığa açılmakta olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz.
İkinci olasılık ise kapitalizmin aşılarak başka bir toplumsal düzene geçilmesiyle ilgilidir. Bu yeni düzenin adı da komünizmdir. Bu anlamda kriz, komünizmi yeniden, salt teorik felsefi bir proje olarak değil, barbarlığa karşı bir seçenek, tek seçenek, bu nedenle de pratik bir zorunluluk olarak gündeme getirir, konuşulmasına olanak sağlar.
Kapitalizmin bundan önceki yapısal krizine bakınca, hem insanlığın barbarlığı, Faşizminde, Yahudi Soykırımı’nda, iki dünya savaşında, iki atom bombasının yarattığı yıkımda çok berrak bir biçimde gördüğünü biliyoruz. Bu barbarlığa karşı, insanlık, kapitalizmin ötesine, komünizme geçmeyi deneme çabalarını hızlandırmış, somut ve son derecede değerli, zaman zaman trajik derslerle dolu örnekler üretebilmiştir.
Ancak hem komünizme geçme çabaları, geçiş sürecini aşamadan kapitalizmle komünizm arasındaki “sosyalizm” denen “no man’s land”da saplanmış kalmış, ilerleyememenin sonuçlarını yaşamaya başlamış, hem de kapitalizm yeni bir sermaye birikim rejimi ve hegemonya sistemi yaratarak krizden çıkmaya başlamıştır.
Bu gözlemlerden çıkarılacak dersler, kapitalizmin her zaman krizinden çıkacağına, komünizmin de hep “sosyalizme” saplanacağına ilişkin olamaz. Bunlardan birincisi, kapitalizmi, başı olan ama sonu olmayan, ebedi bir sistem olarak görmeyi gerektirir ki bu tümüyle insanlık tarihinin dinamiklerine aykırı, fantastik ve tabii idealist bir sonuç olacaktır.
Diğer taraftan, savunanların arzularının aksine bu ebediyet iddiası, Hegelci bir not düşersek, başı olan ama sonu bir türlü gelmeyen şeyler gibi kapitalizmin de canavarlaşmakta olduğunun kabulu, itirafı edilmesi ama buna karşın savunulması anlamına gelir ki bu da her şey bir yana bir ahlak dejenerasyonuna işaret eder.
İkincisi, komünizmin her zaman “sosyalizme saplanmaya” mahkum olduğunu ileri sürmek, egemen sınıfların gücünü mutlaklaştıracak, onları tanrı katına yükseltirken, “büyük” insanlığın aklını, kendini yönetme iradesini yadsıyarak onları kul statüsüne indirgeyip barbarlığa mahkum etmek olacaktır.
Bu gözlemlerden çıkacak en önemli ve öncelikli ders, tarihin karşımıza getirdiği momentte, eğer irademizi kullanmaz, komünizmi güncel bir sorun, kapitalizme, “şimdi, burada” bir cevap olarak olarak düşünmezsek, barbarlık olasılığının hızla artmaya devam edeceğine ilişkin olmalıdır.
Kapitalizmin bu krizden çıkma olasılığı, tarihsel olarak vardır ama henüz ne teorik ne de pratik olarak gündemde değildir. Güncel olan bir taraftan çürüme, çözülme, canavarlaşma, diğer taraftan da bunun karşısında güncel bir seçenek olarak gelmeye başlayan komünizmdir.
Komünizmin Güncelliği
Alman İdeolojisi yapıtında, Marx/Engels, komünizmi “Komünizm bizim içinişlerin kurulması gereken bir durumu, realitenin kendini uydurması gereken bir ideal (ülkü) değildir. Biz şeylerin andaki durumunu (yapılandırılmış durumunu –E.Y) ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları bugün var olan öncüllerden kaynaklanır” ( vurgular orijinalinden. sf 57, 1976, Progress Publishers, Moskova).
Böyle baktığımızda, yukarda değindiğim, komünizmin bir zorunluluk olarak güncelliğinin yanı sıra, “şeylerin andaki durumunu ortadan kaldırmayı amaçlayan bir hareket olarak” pratikte de karşımıza çıkmaya başladığını görüyoruz.
Londra’daki, Şili’deki öğrenci olaylarından, yerel isyanlardan, Yunanistan’daki genel grevlere, Sintagma Meydanı çatışmalarına, Tahrir Meydanı’ndan, İspanya’daki Porto Del Sol eylemine, ABD’deki Wall Street’i işgal etme olayına, Hindistan’da yolsuzluğa karşı kitle hareketlerine, İsrail’deki kitle eylemlerine, bunların yüzlerce başka kentte yansımalarına kadar, kalabalıklar (Hardt ve Negri’nin bir deyimini ödünç alırsak “çokluk”) hızla bunlara katılmaya başlayan işçi sendikaları, “şeylerin andaki durumunu” sorguluyor, demokrasiden, burjuva siyasetinden, sermaye düzeninden bıktıklarını dile getiriyorlar; “şeylerin andaki durumunu istemiyoruz” diyorlar.
Örgütlü ve programlı olmadıkları için, saman alevi gibi sönmesi beklenen bu olaylar, sönmüyorlar, ilk anda beklenenin aksine hem patlak verdikleri yerde devam ediyorlar hem de yaygınlaşıyor yeni yerlerde boy vermeye başlıyorlar; nihayet Wall Street’e, mali imparatorluğun “Roma”sının sokaklarına ulaşıyorlar.
Çokluk ve işçi sınıfı birlikte şeylerin andaki durumunu sorgularken, “şeylerin andaki durumunun” sahiplerinde, 1789 Fransız Devrimi, Rus Devrimi öncesindeki aristokrasiyi anımsatan bir aymazlık, küstahlık gözleniyor. Balkonlarda, ellerinde şampanya kadehleri, eylemcileri, polisin saldırılarını keyifle izliyorlar, binalarının camlarına, inanılmaz bir kibirle “biz %1’iz” pankartları asıyorlar.
Sokaktakiler, meydanlardakiler, ne istemediklerini biliyorlar, ama henüz ne istediklerini bilmiyorlar. Onların eylemi “şeylerin andaki durumunu ortadan kaldırmayı amaçlayan hareketi” oluşturuyor. Böylece, tarihin kapatılmış, egemen yapı tarafından paranteze alınmış düzenli zamanının akışı kırılıyor, siyasi eyleme ve müdahaleye uygun bir alan açılıyor. Bu alanda, şimdi hareketin “ne istediğini” tanımlamak, ona anlatmak, hızlanmasına ve yayılmasına olanak sağlayacak örgütsel biçimleri ve çalışma tarzlarını yaratmak ve geliştirmek gerekiyor... Kısacası, bir “hareket olarak komünizmi”, bir başarı garantisi beklemeden, tüm yenilgi olasılıklarına karşın hızlandırmak, şekillendirmek, kendini bulmasını, yaptığı işin bilincine varmasını sağlamak için katılmak, bu cesareti göstermek gerekiyor.

Thursday 6 October 2011


  "Sol ne yapmalı?"
  06 Ekim 2011 -  (sendika.org)
Birgün Gazetesi’nin bu başlık altında düzenlediği dizide “sol” grupların temsilcileri görüşlerini özlü bir biçimde aktardılar. Böylece Birgün’ün inisiyatifi sayesinde solun mevcut durumu, bu durumu algılayış biçimleri üzerine ilginç, aydınlatıcı bilgilere ulaşma olanağı elde ettik. Bu görüşlerin hepsini birden okumak, bütünlüklü bir görüntü oluşturmayı denemek açısından ayrıca yararlı oldu.

Bu yazıda, söz konusu diziyi ve etrafında yapılan kimi katkıları okuduktan ve gündeme getirdiği sorunlar üzerinde düşünmeye başladıktan sonra bende oluşan ilk izlenimleri paylaşmaya çalışacağım.

-I-


Yazı dizisinin başladıktan biraz sonra, ilk dikkat çeken özelliği, “sol ne yapmalı?” sorusunun “sol ile Kürt siyasi hareketinin ilişkileri ne olacak?” biçiminde daralması, bunun da aslında, Çatı Partisi, Kongre Hareketi bağlamında daha da daraltılabilmiş olmasıdır. Bu hiç şüphesiz meşru bir daraltmadır. Ama “sol ne yapmalı?” sorusu çok daha geniş bir sorunlar kümesine, tarihsel “yüke” işaret eder. Sorunun “sol” gibi sınırları belirsiz, duruma göre içine, ulusalcı- halkçı hareketlerden, sosyal demokratlara, oradan liberallere, ABD Demokratik Partisi’nden İngiltere İşçi Partisi’ne, Avrupa’daki sosyalist partileri hatta CHP’ye kadar uzanan çok geniş bir yelpazeyi oluşturan akımların sokulabildiği bir kavram etrafında betimlenmesi de bence verimi azaltıcı bir unsur olmuştur.

“Sol ile Kürt siyasi hareketinin ilişkileri ne olacak?” sorusuna dönersem, yapılan katkılardan burada iki tutumun egemen olduğunu görüyoruz. Kürt siyasi hareketiyle birlikte örgütlenmek gerektiğini düşünenler ile Kürt siyasi hareketine mutlaka destek olmak gerektiğini hatta kimi durumlarda birlikte mücadele edilebileceğini ancak sosyalistlerin kendi projelerine işçilerin emekçilerin mücadelelerine, “haklar mücadelesine” odaklanarak, bağımsız sınıf hareketlerini inşa etmek gerektiğini savunanlar. Diğer bir deyişle, bu iki tarafın karşısındakinin konumunu betimlemek için kullandığı en keskin ifadeleri kullanırsak: “Kürt hareketine iltihak etmek” isteyenlerle, “önce güçlenelim” diyenler.

Foti Benlisoy’un bu ikilemi aşarak daha kapsamlı bir bakış açısı sunmayı amaçlayan, gündeme getirdiği sorularla özel bir ilgiyi, tartışılmayı hak eden kapsamlı yazısının çok yararlı bir istisna oluşturduğunu da vurgulamak isterim.

Yine de, bu diziyi okurken, yıllar önce, 1980’lerde Birkbeck College’de, o zamanlar düzenli olarak toplanan, benim de bir iki kez uğrama fırsatı bulduğum The Middle East Group’un bir toplantısında, köylü ekonomisi uzmanı Marksist Theodor Shanin’in, 1960’larda Kuzey Afrika’da ve genelde III. Dünya ülkelerinde “solun” geçirdiği evrimi şaka yollu ifade eden, o zamandan bu yana da hiç aklımdan çıkmayan, şu sözlerini aklıma getirdi: “On va maintenant se noyer dans la paysannerie” (şimdi gidip kendimizi köylülüğün içine atacağız) çünkü proletaryadan aradığımızı bulamadık, ya çok reformist, ya da çok fazla muhafazakar ideolojilerin, anti-komünizmin etkisi altında...

Çünkü, “Sol ne yapmalı?” sorusuna “Kürt siyasi hareketiyle birlikte örgütlenmek gerekir” cevabını verenler, bana adetaülkenin metropollerindeki sanayi işçilerinden umutlarını kesmiş, “burada bir şey olmuyor, ama orada hareket var, kendimizi, Kürt halkının ve ‘alt sınıflarının’ mücadele deneyimi, dinamizmi içine atalım” duygusunu paylaşıyorlarmış gibi geldi. 1960’larda olduğu gibi, bugün de bu duygu maddi bir zeminden yoksun değil. Ama bizi halkçılıkla – komünizm arasındaki boş alana fırlatma riskini taşıyor.

Bir kez aklım, bu düşünce koridoruna girince, bu dizinin metinleri üzerinde basit ve çok kaba bir deney yapmaktan kendimi alamadım. Eğer gözümden kaçanlar yoksa (ki olmadığını düşünüyorum) dizi toplam 8,800 sözcüklük bir metin oluşturmuş.

Bu metin içinde “sol” sözcüğü 100 kez geçiyor. Bunu 97 kez ile “Kürt” sözcüğü, 95 ile “Kongre” sözcüğü izliyor. “Kürt Sorunu” ise 23 kez kullanılmış. “Demokratikleşme”, “Demokrasi” ve “Demokrat” sözcükleri yazıda toplam 69 kez, “halk” sözcüğü 52 kez geçerken, dizinin metinlerinde, “emekçi”” kavramı 17, “işçi” kavramı 16, “ezilenler” kavramı 6 kez kullanılmış. “Sosyalizm”den 13 kez söz edilirken, “Komünizm”den yalnızca bir kez söz edilmiş, “Burjuvazi”den de iki kez...

Sonuçta, sözcük bilim ve anlam bilim açısından dizinin haritasının ağırlıklı olarak “halkçı” paradigmanın coğrafyasına işaret ettiği söylenebilir. Ama dediğim gibi, bu basit ve kaba bir deney, çok fazla bir anlam yüklemeye gerek yok.

-II-


Tarih boyunca alt sınıflar, köleler, serfler, yoksullar, ezilenler sık sık ayaklandılar, her ayaklandıklarında esas olarak “demokratik” davranışlar ve örgütlenme biçimleri geliştirerek hareket ettiler. Bu hareketler başarılı oldukları anlarda varsılların, egemenlerin dünyasını yakıp yıktılar, ama hemen hiçbir zaman kendi yaşam koşullarını temel alan yeni bir toplum inşa etmeye girişemediler. Burjuva devrimlerinde, halk, proletarya ayaklandı ama sonunda iktidar yine varsıllar tarafından alındı ve yeniden kuruldu. “Arap Baharı” devrimlerinde de, şimdilik kaydıyla, benzer bir sürecin işlemekte olduğunu söyleyebiliriz.

Paris Komünü bu bağlamda bir ilk ve istisna oluşturur. Çünkü Paris Proletaryası ayaklanmış, kendi programını burjuvaziden ayırmış, uygulamaya başladığında da daha önce görülmemiş, kendine has, kendi yaşam pratiklerinden kaynaklanan siyasi, idari ekonomik örgütlenme biçimlerini, “şeylerin andaki durumunu yıkan gerçek hareketi” “komünizmi”, bunu yönetmeye başlayan “Proletarya Diktatörlüğü”nü ortaya çıkarmaya başlamıştır.

Komünizm açısından işçi sınıfının, 19. Yüzyıl’da da sanayi proletaryasının (1905 ve 1917 Rus devrimlerinde de kendini kanıtlayan) önemi, onun yoksul ve ezilmiş bir sınıf olmasından kaynaklanmaz. Bu önem birincisi, onun ekonomi içindeki konumundan dolayı, bir genel grev durumunda egemenlerin ezenlerin, burjuvazinin dünyasını yıkacak potansiyellere sahip olmasından kaynaklanır. Ama bu yetmez, ikincisi, bu önem, özellikle sanayi proletaryasının kapitalist üretim sürecinin, örgütlenme ve teknolojik yapılanmasının en gelişmiş noktasında bulunmaktan dolayı, yeni toplumu kuracak idari ve teknolojik bilgiye sahip, ya da buna çok kolaylıkla ulaşabilecek özelliklere sahip olmasından kaynaklanır.

Bu saptamalar doğruysa, komünistlerin, devrimci-sosyalistlerin, “sol ne yapmalıdır?” sorusuna vermesi gereken ilk cevap, işçi sınıfının gerçek durumuna bakarak bunun bugün gerek örgütlenme gerekse, teknolojik yapılanma açısından en etkin kesimlerini tanımlamaya ilişkin olmalıdır. Aradan yaklaşık 100 yıl geçmiş olmasına karşın, Lenin’in “Ne Yapmalı”da bu soruya verdiği “sınıfın bilinç düzeyi en yüksek kesiminden başlamak gerekir” cevabı hala geçerlidir. O zaman bu kesimi fabrika işçileri oluşturuyor ve bunlar sınıfın geri kalanını arkalarından çekebiliyordu (hegemonya sorunu). Lenin bu kesimin, sanayi proletaryasının, tüm ezilenlerin taleplerini savunmak, üstlenmek, programına katmak zorunda olmakla birlikte, kendi bağımsız siyasi örgütlenmesini de inşa etmeye özellikle önem vermek zorunda olduğunu vurgular. Bu Karl Marx’ın Paris Komünü deneyiminden, yaşananlara, proletaryanın ilk kez burjuvaziden ayrı taleplerle hareket etmeye başlamış olmasına bakarak çıkardığı en temel dersler biridir de...

Bu yüzden bence “sol ne yapmalı?” sorusu bir seri başka soruya açılmak durumundadır. Bunlardan öncelikle aklıma gelen üç tanesini aktarmaya çalışayım. Birincisini şöyle ifade edebiliriz: Fordizmin dağılmaya başlamasından sonra genel olarak kapitalizmde, özel olarak Türkiye’deki kapitalizmde, dünün sanayi proletaryası gibi, işçi sınıfı içinde örgütlenme ve teknolojik şekillenme açısından en kritik (ekonomik, mali etkisi ve yeniden yapıcı bilgiye ulaşma kapasitesi en yüksek anlamında) öneme sahip kesim hangisidir?

İkinci soru: “Komünistlerin ve komünist hareketin çalışma tarzı, öncelikle bu kesimin yaşam koşullarına ve ‘yaşam dünyası’na göre nasıl şekillenecektir?”

Üçüncü soru şunları kapsamalıdır: Bu kesim, işçi sınıfının ve emekçilerin geri kalanının, toplumun tüm ezilenlerinin, Kürt siyasi hareketinin ve diğer özgürlük hareketlerinin zaten sürmekte olan mücadelelerine kendi siyasi ve örgütsel bağımsızlığını koruyarak nasıl katılacak ve kendi kapasiteleriyle bunların deneyimlerini ve deyim yerindeyse “kinetik gücünü” nasıl birleştirecek, onların mücadelelerine ne katacaktır? 

Thursday 29 September 2011


 Türkiye’de “demokratikleşme” olanaklı mı? - Ergin Yıldızoğlu (soL.org)
  29 Eylül 2011 -  
Kimi kaşların kalkması, hatta sigortaların atması pahasına, en son söyleyeceğimi başta söyleyeceğim: Hayır, olanaklı değil.Kürt “sorunu” “çözülse” bile değil. Dahası “Demokratikleşme” bugün dünyada herhangi bir yerde, bir ülkede gerçekleştirilebilecek bir düşünce, proje olmaktan çıkmıştır - Artık “tek ülkede demokrasi” olanaklı değildir.

Bugün “Demokratikleşme”, tüm demokratikleşme taleplerini gündeme getiren, gerçekleşmelerini engelleyen koşulların yeniden üretilmesi “işlemlerinin”, “devrimin, içinden devrilmesi” taktiklerinin parçası haline gelmiştir. “Ezilenler” açısından demokratikleşme bugün artık, ezenlerin projelerini desteklemelerini kolaylaştıran bir fantezi olmaktan öte bir anlama sahip değildir.

Bu saptamaları yapmak, günlük haklar ve özgürlükleri genişletme mücadelesinin, Kürtlerin özgürlük taleplerinin, “mikro” direnişlerin, “özgün” (otantik) kimlik, yaşam tarzı arayışlarının, gereksiz, etkisiz olduğunu ileri sürmek değildir.

Bu mücadeleler, insan olarak varoluşun etik gereksinimlerinden (insan haz ilkesinin ötesinde, yaşayabilen bir hayvandır) kaynaklanırlar. Bu mücadeleler hem bireyin bireysel kapasitelerini geliştirmesinin önündeki, “özgürlüğünü” kısıtladığını düşündüğü engelleri kaldırma çabalarının, hem de “demokratikleşme” paradigmasını aşarak sömürüden, toplumun üzerinde, topluma baskı uygulayan bir kurum olarak devletten kurtulmuş olarak yaşayan eşit, özgür bireylerin dünyasını kurma mücadelesinin olmazsa olmaz zeminini oluştururlar.

Bunlar, çok sert, savların mantıksal sonuçlarına ulaştıkları yerde kurulmuş, bu noktada kolaylıkla kendi karşıtlarına dönüşebilecek saptamalar. Bu saptamaların kendi karşıtlarına dönüşmelerinin engellenerek, kullanılabilir bir noktada tutulabilmeleri için bazı önlemler almak, bunları zaman, mekan içine yerleştirmek gerekiyor.

“Demokratikleşme” ve demokrasi üzerine bir anımsatma
“Demokratikleşme”, demokrasinin “az” olduğu bir noktadan “daha fazla” olduğu bir noktaya gidişi anlatan bir süreci betimliyor. Bu yüzden “demokratikleşme” kavramı üzerinde düşünmeye, demokrasiyi düşünerek başlamak gerekiyor.

Öncelikle anımsatmak istediğim şu: Demokrasiyi düşünmeye başlayınca, "demos"un (halkın) egemenliği bağlamında iki seçenekle karşılaşıyoruz [1]. Ya demokrasi bu egemenliğin bir biçimidir, diğer bir deyişle bir devlet biçimidir, ya da insanların özgür (siyasetten[2] kurtulmuş) birliğinin ifadesidir.

İkincisi bildiğiniz gibi “Komünizm” olarak adlandırılan toplumsal durumdur, diğer bir deyişle, devletin ve bir devlet biçimi olarak demokrasinin aşılması anlamına geliyor. Burada demokratikleşme, bir süreç olarak komünizmden başka bir şey değildir. Demos’un içindeki bölünmüşlükleri, sınıfları ve bizzat “demos”u (içerisi/vatandaşlar ve dışarısı/yabancılar, köleler vb., ayrımını) hedef alarak, ortadan kaldırarak ilerler. Günümüzde bu süreç bölünmüşlükleri, sınıfları ve işbölümünü, içerisi ve dışarısı ayrımını hedef aldığında, karşısında, tüm ulusal ekonomileri kendi dinamiklerine, yeniden üretim koşullarına, hegemonik devletler düzenine tabi kılmış, kapitalist-emperyalist sistemi (küresel kapitalizmi) ve parlamenter rejimi bulur[3]. Bu süreçte devlet, bütün devletler, “yapı” ve aşılacak engel kategorisine aittirler [4 ].

Öyleyse “Demokratikleşme” kavramı bu bağlamda işlevini yitirir, yerini bir hareket olarak komünizme bırakır. Demos içindeki ayrımları ortadan kaldırmaya yönelik süreç, mücadele, sürmeye devam etmekle birlikte otonom özelliklerini kaybeder, komünizm sürecinin dinamiklerine (ilkelerine, özelliklerine ve önceliklerine) tabi olur. Bu durum, komünistlerin, aşağıda değineceğim “en iyi devlet biçimine” ulaşmak için çabalayanların kimi taleplerini, “demos”tan dışlananların “demos”a girme mücadelesini desteklemeyecekleri anlamına gelmez [5].

Birincisiyse, demokrasiyi devlet biçimi alarak ele aldığımızdan, bizi en demokratik, dolayısıyla "en iyi devlet biçiminin"[6 ], en demokratik anayasa altında en iyi hukuk devletinin, refah devletinin vb., düşünülmesine doğru yönlendiriyor.

Demokrasiyi bir devlet biçimi bağlamında düşünmeye başlayınca, iyi devletin, iyi bir devlet olabilmesi için, üç alanda egemenliği "iyi" düzenlemesi gerektiğini söyleyebiliriz: Ekonomik alan, ulusal sorun ve haklar, özgürlükler olarak demokrasi. Bu bağlamda, eğer ekonomik bir kriz varsa sorumlusu devlet olacaktır. Devlet, bağlı olduğu ulusu, uluslararası alanda doğru temsil etmeli, bağımsızlığın güvencesi olmalıdır. Üçüncüsü, devlet "demokratik olmak zorunda" oluğunun"bilincinde" olmalıdır. Diğer bir deyişle, hak ve özgürlükler olarak demokrasinin sürekli genişlemesi, evrenselliğini koruması, eşitlik getirici bir süreç olması "iyi devletin" sorumluluğudur. Bu bağlamda, bir topluluğa, dine, etnik özelliğe, bir ırka, kültüre (dile) ve cinse ayrıcalık sağladığı, bu sorunlardan biriyle ilişkilendiği takdirde, devlet demokrasinin evrenselliğini koruyamayacak, soyut vatandaşların eşitliğini, az demokrasiden çok demokrasiye doğru ilerletme sürecinin sorumluluğunu üstlenemeyecektir, "iyi devlet" olamayacaktır.

Günümüzde “iyi devlet” sorunu
Yukarda yaptığım saptamalardan hareketle, “iyi devlet” içinde “demokratikleşme” sürecini iki ölçüte dayanarak izleyebiliriz diye düşünüyorum.

Birinci ölçüt hak ve özgürlükleri sınırlarına ilişkindir. O ki Aristoteles’i andık, yine ondan yararlanırsak, bu hak ve özgürlüklerin dağılımında, zenginlerle yoksulların rejim içindeki göreli durumuna, hangi kesimin haklarının ve devletin onlara sunduğu olanakların genişlemekte olduğuna bakabiliriz. Yoksulların hakları genişliyorsa, demokratikleşme ilerliyor; daralıyorsa rejim, oligarşiye doğru ilerliyor olacaktır.

İkinci ölçüt haklara sahip olanların, bu hakları kullanacak olanaklara sahip olup olmamasıyla ilgilidir. Seyahat özgürlüğü, her isteyenlerin pasaport alma hakkı, eğer bu haklara sahip olanlar bunları kullanacak zamana ve mali kaynaklara sahip değillerse, bu hakların ancak potansiyel olarak var olduğu, gerçekte olmadığı anlamına gelir. Çok geniş bir düşünce ve bilgilenme özgürlüğü yasalara göre var olabilir ama düşünce üretme ve bilgilenme özgürlüğünü kullanmaya olanak verecek eğitim (düşünme ve bilgilenme araçlarını kullanma becerisi) kurumları, ve düşünce üretme araçlarının (basın, salonlar, meydanlar) mülkiyetindeki yoğunlaşma, mekanların düzenlenme biçimi bu hakların yalnızca ufak bir azınlık tarafından kullanılmasına izin veriyor olabilir.

Bu çelişki genel seçimler ve referandumlar sırasında özellikle kendini belli eder, büyük önem kazanır. Sandık başına gidenlerin ulaşabildikleri bilgiler, onlara sunulan “gerçekler”, imajlar vb., bizzat özgürce karar verme sürecini iptal ederek, düşünce özgürlüğünü, bu araçların tekelini elinde tutanların düşüncelerini onaylama özgürlüğüne dönüştürebilir.

Tabii, hakların potansiyel olarak var olması hiç olmamasından iyidir, ama egemen sınıfların, zaman zaman kullanılması olanaklı olmayan hakları dağıtarak kendi iktidarlarını, gerçekte bu hakları kullanılmaz kılan koşulları, kendi ayrıcalıklarını koruyabildiklerini de unutmamak gerekir.

“Haklar” genişlerken bu hakların kullanılmasına olanak sağlayacak kaynakların (gelir ve boş zaman) daralması söz konusu olabilir. Başımızı kaldırıp kapitalizmin tarihine baktığımızda, tam da böyle bir süreçle, özellikle 1970’lerde başlayan yapısal kriz içinde, karşı karşıya olduğumuz görüyoruz.

Bu süreç bir kaç düzeyden birden ilerledi. Birincisi, servetin eşitsiz dağılımının derinleşmesi, sermayenin merkezileşerek yoğunlaşması. Bu Aristoteles’in kitabında bir taraf olarak tanımlanan “zenginler” kategorisine girenlerin sayısının genel nüfusa oranla giderek azalması anlamına geliyor. Ancak, bugün artık zenginlerden öte, “süper zenginlerden” de söz edebiliyoruz[7 ]. Bu kutuplaşma bütün ülkeler için geçerli olmakla birlikte, ülkeler arasında da gözlenebilen bir olgu. Burada, II. Dünya savaşı sonrasında şekillenen “Post colonial” (neo-colonial- bağımlı) devlet olgusuna bakmak yeterli. Bu devletin yapısı, çevre ülkelerin toplumlarının, ekonomilerinin, merkez ülkelerin kullanımına, popüler kültürlerinin ve eğitim sistemlerinin hegemonyacı devletin (ABD) kültür endüstrisine, ürettiği özdeşleşme (kimlik kurmakta kullanıla imajlar ve ünlüler) nesnelerine açık kalmasını garanti edecek biçimde oluştu.

Bu “post colonial” ülkelerin kapitalizmi, kapitalist sınıfları, devlet yöneten, kültür üreten seçkinleri otonomilerini kaybettiler. Soğuk Savaş bağlamında, otonomisini kaybeden kurumlara, orduyu, istihbarat ve güvenlik aygıtlarını da ekleyebiliriz.

Bu süreçlerin, kapitalizmin yapısal kriziyle birlikte hızlandığını gördük. Lafı uzatmadan, IMF programlarını, şirket birleşmelerini, dev bankaları, artan yoksulluk ve işsizliği, neo-liberalizm altına gerçekleşen servet transferini, tasfiye edilen sosyal hakları, kamusal alanı düşünelim yeter. “Terörizme karşı mücadele” bu süreci, sivil hakların hızla daraltılmasına, güvenlik kurumlarının yetkilerinin arttırılmasına, hatta hukukun askıya alınmasına olanak veren yasalar ve uygulamalarla daha da ağırlaştırarak hızlandırdı.

Özetle, bu günün kapitalizminde a) egemen sınıfın çapı hızla daralmaya devam ediyor, b) var olan hakların kullanılmasına olanak sağlayan kaynaklar hızla daralıyor c) haklar ve özgürlükler kısıtlanıyor, d) vatandaşların düşünce oluşturma ve yayma dünyaları giderek daha yakından denetleniyor (internet dahi bu süreçten kurtulamıyor).

Tüm bunlar, kötü kalpli, despot, kültürel gerici insanlar yüzünden değil, “egemen sermayenin” ve onu taşıyan (sayıları gittikçe daralan, ancak giderek artan bir merkezileşme yoluyla ayakta kalabilen) oligarşinin hegemonyasının bu hakları ve özgürlüklerin basıncına dayanamayacak kadar zayıflamış olmasından, muhalefeti, halkın onayını satın alacak kaynakların giderek daralmasından kaynaklanıyor.

Sonuç bugün hem haklarla olanaklar arasındaki uçurum açılıyor hem de haklar giderek daralıyor, bu nedenle, “iyi devlet” paradigması içinde demokratikleşme artık olanaklı görülmüyor. Oligarşinin gücü artarken “politi” yerini olşigarşiye bırakıyor.

Türkiye’de demokratikleşme
Türkiye’de demokrasi eksikliğini, “iyi devlet” yokluğunu burjuva demokratik devrimin yapılmamış, kapitalizmin “çarpık” gelişmiş olmasına bağlamak geleneği var.

Ben bu geleneğin, hem yanlış bir kavramlaştırmaya dayandığını, hem de demokratik haklardaki eksikliklerin gerçek kaynaklarının gizlediğini düşünüyorum. Burjuva demokratik devrim, burjuva sınıfını iktidara getirmek anlamında, tamamlanmıştır, ancak ülkenin özgün koşullarından dolayı bu demokrasinin sınırı çok dar kalmış, giderek daha da daralmıştır. Zaten burjuva devrimlerinin “demokratik” boyutu, yalnızca burjuvazinin hakları açısından gündeme gelir, emekçi sınıfların hakları açısından değil. Hakların bu kesimi emekçi sınıfların kapitalizmle mücadelesinin, kapitalist sınıfı tehdit edebilme kapasitesinin bir ürünü olarak gelişir.

Kapitalizm de çarpık değil, olduğu gibi, kendini önce Osmanlı sosyal formasyonuna, sonrada Cumhuriyet Türkiye’sine uydurarak gelişmiştir. Farklı gelişme yolları da olabilirdi, eğer kapitalist sınıf ve dünya sistemi başka türlü olsaydı... Ancak olmamıştır. Bu yolları düşlemek komünist hareket içinde milliyetçi eğilimlerin ortaya çıkmasına, yaşamasına, gerçekte karşılığı olmayan ittifakların özlenmesine, olmadık tabakalara olmadık, özellikler atfedilmesine, sonuçta can ve zaman kaybına yol açmıştır.

Türkiye’de demokrasi sorununu, egemen sermaye birikim rejiminin gereksinimleri, kısıtlamaları, ülkenin dünya sistemi içindeki yeri ve sınıflar arasındaki dengeler bağlamında düşünmek gerekiyor, eksik kalmış tarihsel süreçlerin tamamlanması bağlamında değil. Hele, ideal biçimleri yarattığı varsayılan “Batı” ülkelerinde, demokrasinin, yukarıda değindiğim süreçler içinde yerini çoktan oligarşiye bırakmış olduğunu, haklar ve özgürlükleri kısıtlayan gelişmelerin hızlandığını düşününce...

O zaman, “Türkiye kapitalizminin demokratikleşme, ‘iyi devlet? projesini taşıyacak özellikleri var mıdır?” sorusuyla karşılaşıyoruz. Yukardaki tartışmaların ışığında bu özelliklerin bu gün var olmadığını, bundan sonra da ön görülebilir bir süre boyunca olamayacağını düşünüyorum. Bugün haklar ve özgürlükler mücadelesi, artık demokratikleşme sürecinin değil kapitalizme karşı mücadele sürecinin parçası haline gelmiştir diye düşünüyorum.

Demokratikleşmeyi engelleyen etkenlerin en büyüğü, diğer etkenleri de kendine tabi kılmış olan etken kapitalizmdir de ondan..

[1] Ancak hemen eklemek gerekir ki “demos”, hepsi vatandaş tanımlaması içine girmekle –yabancılar, antik Yunan sitelerinde köleler hariç- birlikte, bir iş bölümü, mülkiyet ilişkileri, hatta etnik zeminde, gruplara, sınıflara bölünmüş bir insan topluluğudur.

[2] Demos içindeki bölünmeyi koruyan, yönetim, disiplin, cezalandırma işlemleri.

[3] Bu bağlamda, kapitalist dünya sistemi oluştuktan sonra, “demos” un bölünmüşlüklerinin, içerisi dışarısı ayrımının, artık ve giderek daha çok olmak üzere, salt “ulusal” düzeyle sınırlı kalmadığını, tüm kapitalist yaşam dünyası coğrafyası (gezegen) düzeyinde geçerli hale geldiğini de düşünmek gerekiyor.

[4] Badiou’dan aktaran, Bruno Bosteels, “The Leftist Hypothesis: Communism in the Age of Terror”, The Idea of Communism, ed. Costaz Douzinas ve Slavoj Zizek, Verso 2010, içinde sf 51.

[5] Tarihten bir örnek olarak bkz: V.I. Lenin, Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’ne sunulan “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Taslak Tezler” ( 5 Haziran 1920); Kongreye verdiği Raporu (19 Temmuz – 7 Ağustos)Collected Works, 2nd Edition Progress Publishers, Moscow. Cilt 31 sf:144-151.

[6] Burada aklımda, Aristoteles’in Politika eserinin 6. Kitabında girdiği “en iyi demokrasi” tartışması (1317- 1320) 5. Kitaptaki ideal rejim “Politi” (1293a32) kavramı var. Politi oligarşiyle demokrasi arasında bir yerdedir. Aristoteles demokrasiyi “yoksulların, çoğunluğun rejimi” olarak tanımlar.

[7] Bkz: David Rothkopf, Super Class –The Global Elite and The World They Are Making, Little, Brown 2008. Rothkopf bu araştırmasına, 6 milyarlık gezegende 6 bin kişiden söz ediyor... En aşırı örnekler üzerinde yoğunlaşmış olsa da bu çalışma, servetin merkezileşme derecesi hakkında bir fikir veriyor.

Thursday 18 August 2011









  "İşçi sınıfını kim kaybetti?"
  18 Ağustos 2011 (Sendika.org)
Neo-liberal “restorasyonun” en büyük başarısı toplumun büyük çoğunluğundan, toplumun en zengin yüzde 1’ine büyük bir servet transferini gerçekleştirmesi değil! Bence “restorasyonun” en büyük başarısı, bu servet transferini gerçekleştirirken, bu transferi sorgulayacak kavramları da yalnızca popüler söylemden, toplumsal hafızadan değil, akademik dünyadan da büyük ölçüde silebilmesi oldu.

Postmodernizm’in ve liberal solun teknoloji aşkının, kimlik siyaseti saplantısının bu başarıda büyük katkıları olduğunu da saptamak, Türkiye özelinde, “Siyasal İslam”ın bu silme işlemini derinleştiren ve kalıcılaştıran yükselişine destek veren “ yararlı salakların”, adeta ABD’nın kamu diplomasisi el kitabından kopyalanmış gibi sırıtan “seçimler eşittir demokrasi, anti-emperyalizm eşittir ulusalcılık” hezeyanlarının rolünü de ayrıca vurgulamak gerekiyor. Ama ne yazık ki, bu başka bir yazının konusu olmak zorunda…

“Restorasyon”un bu büyük başarısının izlerini İngiltere’yi sarsan ayaklanma ve yağma olaylarının tartışılması sırasında, yalnızca bu tartışmaya, ABD’den Avusturalya’ya, Kanada’dan Almanya’ya, Fransa’ya kadar katılanların, değil bizzat isyanlara katılanların yorumlarında da gördük.

Ben bu yazıda bu başarının yalnızca bir yanı üzerinde durmaya çalışacağım. Değinmek istediğim sorunu ayaklanmalarla ilgili, çok aydınlatıcı bir tartışmadan aldığım bir örnekle (http://youtu.be/jqA9-QGhvZs) tanımlamaya çalışacağım. Tartışmanın hemen başında, çizgili gömlekli (beyaz yakalılar kesiminden olduğunu gösteriyor) bir siyah genç, ayaklanmanın temelinde yatan koşulları anlatmaya çalışıyor. Çalışıyor ama, özellikle bir kavramı kullanamadığı için büyük zorluk çekiyor; Çizgili gömlekli genç, “bu siyah gençler” diyor, “toplumun diğer kesimlerindeki, toplumsal merdivenin başka basamaklarındaki, başka toplumsal gruplardaki…” Bir kavram arıyor, bulamadığından bu kavramları kullanıyor ama bir türlü tam istediğini anlatamadığı için çok belirgin biçimde bunalıyor. Aslında arayıp da bulamadığı, “toplumsal sınıflar”, özellikle de işçi sınıfı kavramı; “Bu gençler toplumun diğer sınıflarındaki gençlerle aynı olanaklara sahip değiller” demek istiyor. Ama bu son derecede basit ve berrak ifadeyi kullanamadığı için kıvranıp duruyor... Ne yazık ki bu gencin durumunda Wittgenstein’in“söylenebilecek her şey açıkça söylenebilir” önermesi, gerekli kavram bastırılmış olduğu için gerçekleşemiyor. Wittgenstein’a değinmişken, onun “Dilimin sınırı dünyamın sınırıdır” saptamasını da anımsarsak, bu gencin dili, sınıf ve işçi sınıfı kavramlarını kullanamıyor olmasından dolayı, “olayları” anlamlandırabilecek zenginliğe ulaşamıyor, dünyası da bu nedenle daralmış, bunaltıcı ve bulanık bir dünya olarak kalmaya devam ediyor.

Salt İngiltere sorunu değil
“Restorasyon” salt İngiltere’ye has bir olgu değil. “Restorasyon” IMF reformları, küreselleşme, finansallaşma gibi süreçlerin, neo-liberal modelin geçerli olduğu tüm ekonomik siyasi coğrafyaları içine alıyor. Bu yüzden, İngiltere’de ki olaylar tüm “restorasyon” ülkelerinde büyük ilgi ve korku kaynağı oldu. Dahası tüm “restorasyon” ülkelerinin “hükümetleri”, krizde “restorasyon” politikalarına devam ettiklerinden aynı isyan olasılıklarıyla karşı karşıya olduklarının ayırdındalar.

Cumhuriyet Gazetesi için yazdığım Pazartesi ve Çarşamba yazılarımda aktardığım bir araştırma, gelişmiş ülkelerde, kamu harcamalarında yapılan kesintilerle toplumsal “kaos” (ayaklanma protesto yağma, genel grev, suikast) eğilimler arasında güçlü bir ilişki olduğuna işaret ediyordu. Diğer bir deyişle, gelişmiş ülkelerin iktidarlarının hepsi aslında aynı risklerle karşı karşıya. Bu riskleri en aza indirmenin yolu sınıflara ilişkin tüm kavramların gizli kalmaya devam etmesinden geçiyor, tabii bir de şiddet araçlarından sonun kadar yararlanmaktan...

Ama ironi şurada, “olaylar”ın engellenebilmesi, ister istemez tüm boyutlarıyla birlikte tartışılmasını da gerektiriyor. Bu nedenle de “sınıf kavramı” bazen, kimi egemen sınıf medyasında tartışmalar sızmaya başlıyor. Bu bağlamda Salı günü Financial Times’da yayımlanan Richard Florida imzalı bir yorum ilgiye değer. Birincisi bu yorum ayaklanma koşullarının evrenselliğine değiniyor, ikincisi sınıf kavramlarıyla konuşuyor.

Florida, Londra’da görülen ayaklanmaların tüm “küresel kentlerin dokusunun altında yeni şekillenmekte olan bir öfkenin ürünü olduğuna”... “dünya ekonomisinin değişen yapısıyla” (benim restorasyon olarak tanımladığım olguyla) ilişkisine işaret ediyor. Florida’ya göre “Londra ayaklanmaları, gençlikten, etnisiteden, hatta ırktan daha çok sınıflarla ve bu sınıfların arasında büyüyen uçurumla ilgili.”

Florida’ya göre, “küresel kentler” iki büyük göçe birden sahne oluyorlar. Bir taraftan dünyanın süper zenginleri, vergi kolaylıkları ve alışveriş olanakları ararken bu kentlere yığışıyorlar. Diğer taraftan dünyanın yoksulları, vasıfsız göçmenleri , daha iyi yaşam koşulları, ararken taşra kentlerini, kırı, hatta ülkelerini terk ederek bu küresel kentlere geliyorlar.

Bu yeni gelen yoksullar, en zenginlerle, yerliler arasında sıkışıyorlar. Bu sırada Büyük korporasyonların, kent rantlarından yararlanmak üzere hareket geçirdikleri, inşaat, “gentrifikasyon” pojeleri yoksulların yaşamlarını alt üst ediyor tepkilerini çekiyor. Yoksulların nüfusunun, küresel kentlerin belli bölgelerinde yoğunlaşması, potansiyel olarak patlayıcı bir ortam oluşturuyor.
Richard Florida’nın ilk bakışta gerçekliğin olukça iyi bir tanımlaması gibi görünen bu anlatımı, sınıflardan söz ediyor ama, bu sınıfları nitelemekten dikkatle kaçınıyor. Böylece, sınıflara referansla tanımlanan dünya, sınıflar gelirlere göre tanımlandığından, karşımıza süper zenginlerle, vasıfsız göçmenlere ve yoksullara indirgenmiş olarak çıkıyor.

Aslında Florida’nın yaklaşımı, sınıflardan söz etse bile “restorasyon”un kendini koruma stratejileriyle tam anlamıyla uyumlu. Dikkat ettiyseniz ayaklanmalarla ilgili tartışmalarda, “alt sınıflar” diye bir şey var, “süper zenginler”, ABD özelinde“plütokratlar” ( örneğin, Warren Buffet, Bill Gates gibi), “yönetici seçkinler”, hatta “orta sınıflar” diye bir şey var ama, “işçi sınıfı” diye bir şey yok. “Orta sınıfla” alt sınıfın arası boş! “İşçi sınıfı”, olması gereken yerde “görünmüyor” adeta kayıp durumda...

Kayıp “sınıfın” peşinde... 
Bu yazının başlığını biraz değiştirerek Wall Street Journal’da Çarşamba günü Fred Siegel imzasıyla yayımlana bir yorumdan aldım. Siegel’in yazısının başlığı “Orta sınıfları kim kaybetti” biçimindeydi. Siegel yazısında, “esas olarak bir orta sınıf ülkesi olan Amerika”nın bu özelliğini kaybetmekte olduğundan yakınıyor. Örneğin 1970’lerde New York’un nüfusunun yüzde yirmi beşi orta sınıflardan oluşuyormuş. Bu oran 2008’de yüzde 16’ya düşmüş, düşmeye de devam ediyormuş.

Ancak yazıyı okurken iki şey dikkatinizi çekiyor. Siegel, “orta sınıflar”ın sayısındaki azalmayı sanayi sektöründeki üretken işlerin azalmasıyla açıklamaya başlıyor. Böylece sanayinin yerine hizmet sektörü geçmeye başlamış. Bu sektöre de göçmen azınlıkları doldurmuşlar. İkincisi, New York eyalet yönetimi kamu işçileri sendikasını, göçmen iş gücünü kapsayacak biçimde genişletmiş. Böylece artan harcamalar, yüksel vergilere yol açmış, bu da eyaletten imalat sanayinde çalışan “orta sınıflar”ın çıkmasına neden olmuş. Uluslararası rekabet ve yeni teknolojilerin devreye girmesi “orta sınıf” işsizliği daha da arttırmış...

Daha fazla uzatmayacağım, gördüğünüz gibi Siegel “orta sınıf” kavramını kullanıyor ama aslında, işçilerden hem de sanayi işçilerinden söz ediyor.

Bitirirken bir örnek daha vermek istiyorum. Bu kez New York Times’dan Thomas Friedman yazıyor: “Orta sınıfları, kolay alınan kredilerden, düzenli çalışmadan, kamu sektörü işlerinden, sosyal ödeneklerden giderek daha çok yoksun bırakıyoruz- hem de bunu küreselleşme ve yeni teknolojiler... gelir dağılımını daha da bozarken ve vatandaşlar, örgütlenmelerini, protesto eylemlerini, iktidarı sorgulamalarını kolaylaştıracak medya olanaklarına daha fazla kavuşurken yapıyoruz”.
Friedman, tüm bu saptamalarında işgücünü satarak, karşılığında aldığı ücretle geçinen çalışanları, bunların, sermayenin krize uyum sağlama sürecinden (küreselleşmeden) olumsuz etkilenen kesimini kast ediyor. Yüksek ücretle çalışan yönetici tabakasını, sermayenin ekonomik siyasi iktidarının uygulayıcılarını, kültür endüstrisinde egemen fikirleri üretenleri değil...

Diğer bir deyişle, Friedman her anlamda işçi sınıfından söz ediyor ama bunun adını “orta sınıfı” koyarak, işçi sınıfını yine kaybediyor... 

Karşımızda, toplumda var olan bir sınıfın, “kendini tanımasını” da engelleyerek, bu var oluşunun yeğinliğinin derecesini (daha ayrıntılı bir tartışma için Bkz: Ergin Yıldızoğlu, “İsyanlar üzerine düşünceler”, sol.org; 11/08/11,) en düşük düzeyde hatta kültürel alanda “sıfır noktasında” tutmaya programlanmış bir egemen sınıf söylemi var.

Siyaset ve sanat... 
Tüm bunlardan ben, komünist hareket ve sanat açısından kimi sonuçlar çıkarılabileceğini düşünüyorum.

İşçi sınıfın varlığı, nerede ve nasıl olduğu komünistler için tabii ki en açık konulardan biridir. Ama, sanırım “ işçi sınıfın saklanmasına” ilişkin dil manevraları egemen ideolojinin en önemli bileşenlerinden biri haline gelmiş durumda. Bu durum, karşıt stratejileri geliştirmeyi gerektiriyor.

İkincisi, kriz dönemlerinde ekonomik yapının özellikleri, yeni teknolojilerle, çalışma teknikleriyle, alanlarıyla ilgili olarak değiştikçe, işçi sınıfının içinde de kimi yapısal dönüşümler başlıyor, yeni sınıf fraksiyonları ortaya çıkıyor. Son yıllarda “orta sınıf” kavramı bu yeni kesimlerin tanımlanmasını, “kendilerinin sınıf konumlarını” anlamasını engellemek amacıyla kullanılıyor. Halbuki bu yeni gelişen fraksiyonlardan kalıcı olacak olanlar, sınıfın en ileri, örgütlenmelerini, protesto eylemlerini, iktidarı sorgulamalarını kolaylaştıracak medya olanaklarına en kolay ve en hızlı ulaşabilen, uluslararası bağlantıları, dayanışma ağlarını kolaylıkla kurabilen, bilgi deneyim, transferini hızla gerçekleştirebilen kesimini oluşturuyor. “Meydanlarda” yaşananlar, eylemleri önce bu kesimlerin hazırladığını, sınıfın geri kalan, sendikalarda, partilerde örgütlü kesiminin katılma olanaklarını yarattıklarını gösteriyor.

Bu gözlemler doğruysa, bu kesimlerin komünistler açısından önemli bir ilgi nesnesi haline gelmesi, komünistlerin kendilerini bu kesimle ilişkiye geçebilecek biçime, onunla “konuşabilecek” yönde, tabii ki geleneksel çalışma alanlarını ve araçlarını terk etmeden, bunları zenginleştirecek biçimde geliştirmeleri gerekiyor.

Bu bağlamda bence komünizmin temel kavramlarını, dilini, hiç tavizsiz yeniden canlandırmak, “komünizm” kavramının bir önceki dönemde başına gelen “felaketlerden”, yaşanan yenilgilerden çekinmeden, en temel özelliklerine vurgu yaparak, sade bir biçimde tanımlayarak adeta “rehabilite” etmek, yoğun bir biçimde kullanmak gerekiyor diye düşünüyorum.

Neticede mücadele, öncelikle insanların akılları, kullandıkları dil üzerinde sürüyor. Burada aklıma Tony Cliff’in (1917-2000) “mücadele esas olarak işçi sınıfının bir kesimiyle (greve çıkmak, mücadele etmek isteyen, komünist- EY)) öbür kesimi (greve çıkmaya, mücadeleye isteksiz, kapitalist gerçekçiliğin etkisindeki –EY) arasında sürer. Bunlar mücadeleyi, birliği sağlayacak biçimde bir sonuçlandırsalar, her şey çok kolaylıkla ve kısa sürede olup biter, adeta dönüp kapitalistleri tükürükleriyle boğarlar” sözleri geldi (aklımdan aktardım). Egemen ideolojinin ve devletin de esas işlevi işte bu mücadelenin sonuçlanmasını engellemektir.

Bu yazımı, sanatçının görevi, işlevi üzerine (bu konuya bir başka yazıda etraflıca tartışmak umuduyla) kısa bir not düşerek bitirmek istiyorum.

Birincisi sanatçının her zaman belli teknik yetenekleri oluyor. Bu teknik yeteneklerin, siyasi faaliyetin araçlarının daha mükemmelleştirilmesinin hizmetine verilmesi bence çok önemli. Böylece, daha “güzel”, posterlerimiz, afişlerimiz, sinema ve fotoğraflarımız, iyi konuşmacılarımız olacak. Ama bu sanat değil “propaganda” alanına ait bir işlev.

Sanat alanına gelince sanırım şöyle bir durum söz konusu: Egemen ideolojinin “karartma”, “silme”, “çarpıtma”, “yanlış tanıtma” işlevlerinin, devletin fiilen bastırma operasyonlarının esas hedefi, yapıya tehdit oluşturabilecek kesimlerin, “sesinin kesmek”, konuşmasını anlaşılmaz, varlığını, eylemini görülemez kılmaktır. Kısacası, egemen ideolojinin ve devletin hedefi, bazı toplumsal kesimlerin (sınıfların) varoluşunun yeğinliğinin minimum noktasında kalmasını sağlamaktır.

Sanatçının ve sanatın işlevi, hatta tanımı, bence burada ortaya çıkıyor. Sanatçı, bu sesi kısılan, görülemez kılınansınıfların, kesimlerin, varoluşunun yeğinliğini arttırma çabalarını güçlendirecek, bastırma ve susturma operasyonlarına direnecek tekniklerin, söylemlerin parçası olabilecek, bu mücadelenin “yeni insanını” (öznesini) yaptığı etkiyle, bıraktığı “izle” yaratabilecek estetik yapıtları üretmelidir. Tabii bu üretimin gerçekleşebilmesi için, öncelikle sanatçının, “yapıya” karşı bir duruşu çoktan geliştirmiş, bu duruşun getirdiği kaygıları, kuşkuları, kararsızlıkları, öfkeyi kısacası “iç ağrılarını” yaşamaya başlamış olması gerekiyor... 

Thursday 11 August 2011


İsyanlar üzerine düşünceler

“Hiç kimse” beklemiyordu. “Herkes” çok şaşırdı. Sonra “herkes” aslında bu “isyanların” ne kadar kaçınılmaz olduğu üzerinde anlaştı…
Cumartesiden bu yana İngiltere’yi sarsan ayaklanmalardan, yağmalama, ateşe verme, polisle çatışma olaylarından söz ediyorum. Olayların ayrıntılarını, artık hemen herkes biliyor. Sol.org’da da etraflıca anlatıldı. Bu yüzden olayların olgusal ayrıntılarını tekrarlamak yerine, bu olayları fırsat bilerek kapitalizmde yaşıyor olmanın sorunları üzerinde düşünmeyi denemek istiyorum.
Kapitalist toplumda “varoluşun” koşulları
Kapitalizm, meta üretiminin çok özel bir aşamasıdır. Bu aşamada artık doğrudan üreticilerin işgücü (yaşam enerjisi) de piyasada alınıp satılan bir meta haline gelmiştir. Bu aşamadan üretim araçlarının sahibi olan sınıf ya da kurum(şirket, devlet), iş gücünü, belli bir ücret karşılığında, belli bir süre için satın alır, üretim araçlarıyla bir araya getirerek, artık-değer üretmek üzere harekete geçirir.
Üretim araçlarına, dolayısıyla kendi gereksinimlerini kendi emekleriyle karşılama olanağına sahip olmayan doğrudan üreticiler, beslenme, barınma, çocuk yapma ve yetiştirme gibi gereksinimlerini, aldıkları ücretle satın aldıkları mallarla karşılarlar.
Bu basitleştirilmiş modelle, adeta stilize ederek betimlediğim kapitalist üretim tarzı, varlığını sürdürebilmek için doğrudan üreticilerin (işçilerin) bu koşulları, doğal ve tek olanaklı koşullar olarak kabul etmesini sağlayan bir ideolojik(simgesel) sisteme, üretim araçlarının özel mülkiyetini korumak için de bir siyasi aygıta (devlete ve hukuka) sahip olmak durumundadır. Bu iki alanın kesiştiği yerde tabii ki daha karmaşık, örneğin Althusser’in “Devletin İdeolojik aygıtları”, Theodore Adorno’nun “Kültür Endüstrisi” olarak nitelediği yapılanmalar, Gramsci’nin “Hegemonya” kavramıyla (ve ona ilişkin başka kavramlarla) işaret ettiği ilişkiler de söz konusudur.
Kendimizi sınırlayarak, bu basit model üzerinden bakınca, kapitalist üretim tarzı ve onun yeniden üretim ilişkileri içinde, kapitalist, işçi, tüketici, yönetici, “gangster” ve isyancı gibi varoluş alanları olduğunu görebiliriz. Bu alanlardan birinde var olamayan bir birey, kapitalist toplumun içinde yaşamaya devam edecek olsa bile, varlığının derecesi (yeğinliği) son derecede düşük, neredeyse fark edilemez bir düzeyde olacaktır. Diğer taraftan olağan zamanlarda kapitalistin varoluşunun yeğinliği, işçininkinden, siyasi kriz savaş döneminde yöneticininki kapitalistten yüksek olacak, devrimci dönemlerde işçinin (proleteryanın) toplum içindeki varoluşunun yeğinliği hızla artarak başat konuma yükselebilecektir...
Bedensel olarak var olsa bile, varoluşunun yeğinliği son derecede düşük olma, toplumun içinde bir fark edilemez olma durumunun, en “saf” örneğini, sokakta yaşayan evsiz, kimliksiz insanlarda görebiliyoruz. Bunlar, Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun Amores Perros (Sanırım Türkiye’deki adı “Paramparça”) başlıklı filminin son öyküsündeki El Chivo isimli karakteri gibi sokaklarda insanların (kapitalizmin araççı mantığının egemenliği altındaki insanların) gözleri önünde ama, o insanlar açısından, bir işleve sahip olmadıklarından, farkına varılmayan varlıklar olarak yaşarlar. Bu özelliğinden dolayı, El Chivo aslında ideal bir kiralık katildir. Cinayetlerini ortalıkta gerçekleştirir sonra yürüyüp gider. Kimse onu ne fark eder ne de anımsar… Çünkü o, aslında kapitalizmin o mekanında “yoktur”…
Bu olağanüstü ve “saf” örneği bir sıfır noktası olarak düşünerek bir kenara bırakırsak, işini kaybeden bir işçinin, üretici olma konumunu kaybederek varoluşunun derecesinde belirgin bir azalma yaşayacağını, bu anlamda bir kimlik krizi olasılığıyla karşı karşıya kalabileceğini görebiliriz. Kapitalizmin, işsizlik ve çeşitli sosyal yardım ödenekleriyle en azından bu, işsiz kalmış bireyin tüketici olmaya devam etme konumunu koruyarak, varoluşunu kapitalist mekan içinde tutmaya, iş yaratma kapasitesiyle onu yeniden üretici konumuna çekmeye çalıştığını biliyoruz. Ama kriz dönemlerinde hem işsiz kalanların yeniden iş bulma olanağı, hem de tüketici olma konumunu koruyan sosyal yardımlar hızla azalıyor. Salt bu durumun bile ekonomik kriz dönemlerinin beraberinde, toplumda “yok olmaya” başlamanın gerginliğiyle, aile yapılarını yıkan, libido düşüşlerine, derin depresyonlara yol açan kimlik krizlerini tetiklediğini de görüyoruz.
Ama kapitalizmde, yukarda değindiğim gibi, başka varoluş, dolayısıyla kimlik konumları da var. Bunlardan biri, tüketim araçları elde etmenin yolunu, yasal işleyişin dışına çıkarak, “gangsterlik” olarak tanımlanan etkinliklerde aramak olabilir. Burada birey, varoluşuna yeğinlik katabilecek dayanışma ağlarını kurabilir. Birey, bu alanda zamanla, kapitalizmin, üretim ve yeniden üretim süreçlerine katılmasına olanak sağlayacak başka varoluş tarzları da geliştirebilir. Örneğin egemen sınıfın kendi içinde, ya da rakiplerine karşı harekete geçirdiği (kiralık katil, devletin kirli işlerini yapan biri, grev kırıcı mafya gibi) bir şiddet aracına dönüşebilir, ya da burada biriktirdiği serveti, sisteme sermaye olarak geri sokarak kapitalist konumuna geçmeyi deneyebilir.
Bir başka, güçlü varoluş konumu da kapitalizme isyan etme sürecinde oluşur. Burada birey kapitalist ilişkilerle, “yapıya” karşı mücadele ederken, varoluş derecesi yüksel bir kimlik oluşturabilir. Böylece toplumun geri kalanı tarafından görülür ve varlığı “kabul edilir”. Toplumun siyasi yapısı tarafından hedef alınmak bile birey açısından varoluşunun derecesinin yükselmesi anlamına gelecektir.
“Bastırılanların” geri dönüşü
Ancak kapitalizm, neo-liberal küreselleşme olarak tanımlayabileceğimiz kriz yönetme modeli altında, yukardaki konumların dışında, yeni ve gittikçe genişlemekle birlikte yeğinlik derecesi son derecede düşük varoluşlar üretti. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki yasal statüden yoksun göçmen işçileri, egemenlik altında tutulan etnik azınlıklardan devşirilen emekçileri ve aile kurumunun, eğitim sisteminin çökmeye başlamasına paralel olarak, topluma üreticiler olarak katılma olanağını hızla kaybeden, tüketici olma kapasitesi her gün biraz daha gerileyen, varlığını yönlendirecek bir gelecek tasarımından yoksun “getto” (varoş) gençliğini, bu bağlamda yeni varoluş konumları olarak düşünebiliriz.
Sermaye birikim süreci, krizle birlikte, kapasite fazlası (aşırı birikim) sorununun yanı sıra, aynı anda bir nüfus fazlası (toplumda istikrarı koruyarak yaşatılabileceği işsizler ordusundan daha fazla bir nüfus) sorunuyla da karşı karşıya kalır. Bu varlığını, kapitalizm içinde anlamlandırmakta zorlanan, “gangster”, yada “isyancı” gibi özel mülkiyetin güvenliğini tehdit eden varoluş konumlarına geçme olasılığı gittikçe artan bir nüfustur.
Kapitalizm 18. ve 19. yüzyıllarda bu nüfus fazlasını, yeni ilhak ederek, halklarını imha ederek kullanıma açtığı coğrafyalara yerleşimci olarak, yeni sermaye birikim noktaları yaratmak üzere ihraç ederdi. Kapitalizm 20. yüzyılın son çeyreğinde başlayan yapısal krizinde, tam tersi yönde bir sorunla karşı karşıya kaldı. Krizin etkisiyle toplumsal dokuları çözülmeye başlayan eski sömürgelerdeki, emperyalizme bağımlı ülkelerdeki halklar, savaşlardan, ekonomik yıkımdan, açlıktan kaçarak merkez ülkelerin toplumlarına, ekonomilerine sığınmaya başladılar, geldikleri yerlerde, zamanla nüfus fazlası sorununu daha da ağırlaştırdılar.
Kapitalist toplumun ideolojik (simgesel) evreni, çalışanlar, egemenlik altında tuttuğu insanlar karşısında, “bütünlük ve mükemmellik” iddiasını koruyabilmek için, iç çelişkilerinin ürünü olan (bütünlük iddiasını yalanlayan), kriz eğilimlerini, insan yaşamının gereksinimleriyle çelişen özelliklerini temsil eden, ürünü olan “şeyleri” ifade edecek kavramları hep dışarda tutmaya çabalar. Örneğin kapitalist ekonomi teorisi, “değer” kavramını, çoktan dışarı atmıştır. Böylece “artık değer” kavramı konuşulamaz kılınır, sömürü kavramı, ekonomik bir kategori olarak anlamsızlaştırılır. Kriz her zaman dışsal, kapitalizmle alakası olmayan bir anormallik olarak sunulur.
Özellikle bastırılmaya çalışılan bir kavram da “proletarya”dır. Bu bastırma ABD’de o derecede kesindir ki, işçi sınıfı kavramı bile yerini “orta sınıf” kavramına bırakmıştır. Son yıllarda da işçi sınıfının yeni şekillenmekte olan kesimlerinin ısrarla “orta sınıf” olarak tanımlanması da bu bastırmaya bir başka örnek oluşturur.
Yeni bir varoluş konumu olarak işaret ettiğim yasal statüsü olmayan göçmen işçiler ve geleceği olmayan gençlik tabakaları da kapitalizmin kendini, bütünlüğü olan mükemmel bir yapı olarak sunma çabasının önüne, proletarya kavramı gibi bozucu bir engel koyuyorlar. Kapitalist toplum, bu kesimleri, kendi yeniden üretim sürecine katabilecek, varoluş konumları sunamadığından, egemen ideolojik, simgesel evreninin dışında tutmaya büyük özen gösteriyor. Kapitalizm, bu kesimler toplumda yokmuş gibi davranmaya olanak verecek söylemleri geliştiriyor. Böylece, kapitalizm, bu kesimlerin, krizin ortasında asla karşılayamayacağı gereksinimlerinin, bunları ifade eden seslerin toplumun gündemine gelmesini engellemeye çalışıyor.
Ancak bu bastırılan sesler, zaman zaman, kendi varlıklarını büyük bir şiddetle toplumun karşısına koyuyorlar. Fransa’da 2005 yılında, İngitere’de de 2011 Ağustos’unda yaşanan patlamalar, işte bu “bastırılanların”, toplumda var olduğu halde varoluşu son derecede düşük bir düzeyde kalmaya zorlananların, bir anda toplumun “varoluşlar matrisindeki” görelilikler skalasını alt üst ederek öne çıkmaya çalışma çabasıdır.
Kapitalizmin “Gerçeği” içeri girince...
“Bastırılandan”, “simgesel evrenin dışına atılandan” söz eden bölümler, okuyucuya Lacan’ın “Gerçek” kavramını anımsatacaktır. Bunu düşünerek bu kavram üzerinden düşünmeye devam etmek istiyorum. Lacan’ın değişik dönemlerinde, anlamında kimi değişimler olsa da, “Gerçek” kavramını sanırım şöyle tanımlayabilirim: “Gerçek”, bir sistemin (bu, bireyin psikolojik kimlik sistemi, bir toplumun ideolojik yapısı, bir ekonomik sistem olabilir) varlığının “bütünlük görüntüsü” ve istikrar kazanabilmesi için dışarda kalması gereken “şey”i ifade etmek için kullanılan kavramdır. Bu “şey”, kendisini dışarıda bırakan sistemin simgesel evreni içinde ifade edilemeyen, “anlamlandırılamayan” “şey”dir.
Cumartesi günü patlak veren isyana bakınca, bu bağlamda, özelde İngiltere kapitalizminin, genelde kapitalizmin, “Gerçeğinin”, toplumun simgesel evrenine hem de büyük bir şiddetle girdiğini ve anlamlar sistemini sarstığını söylememize olanak verecek çok sayıda olguyla karşılaşıyoruz.
Örneğin, olaylar, Londra’nın Tottenham bölgesinde, bir siyah gencin (büyük olasılıkla varoluşunu gangsterlikle sürdürmeye çalışan biri) polis tarafından öldürülmesini protesto eden bir eylemin aniden biçim değiştirmesiyle başladı. Protesto eylemi anlaşılabilir bir “durum”du, hatta eylemin, gençlerin öfkesi taşınca bir toplumsal patlamaya dönüşmesi de... Ama Londra’nın bu çok yoksul ve siyah kesiminin yaşadığı bölgede, elektronik aletler, telefon satan dükkânları yağmalanırken yoksul kesimin kendi toplumlarının dükkanlarını da yağmalamaya başlamaları, salt protesto ve polise kızgınlık dışında bir dinamiğin harekete geçmeye başladığını gösteriyordu. İşte bu dinamiği kapitalizmin “Gerçeği”nin içeri girmesi olarak düşünüyorum.
Dört gelişme beni bu yönde düşünmeye itiyor. Birincisi, bu olaylar, önce Londra’da, bu öldürme olayıyla herhangi bir duygusal bağı olması söz konusu olmayan bölgelere sıçrayarak yaygınlaştı. Artık isyana, yağmaya katılanların demografik yapısı da çeşitlenmişti, siyahların yanı sıra, bölgesine göre, siyahlardan bazen daha fazla olmak üzere beyaz, Asyalı, Türk asıllı gençler, genç kızlar, kadınlar, orta yaşlı insanlar sokaklardaydı.
İkincisi, bu olayların yaygınlaşmasında rol oynayan telefon ve Twitter mesajları, tam anlamıyla özel mülkiyeti hedef alan bir nihilizme işaret ediyordu. Örneğin, çeşitli versiyonları çok yaygın olarak dolaşan bir mesaj “hangi bölgedeysen orada, balaklavanı –kar başlığını- tak, diğerleriyle buluş, ortalığı karıştır, her şeyi gasp et” diyordu. Diğer bir deyişle, mülkiyete, kamu düzenine karşı toptan bir saldırı çağrısıydı bu. Üçüncüsü, medya sistemli olarak ve ısrarla bu gençlerin, eğitim yoksunluğuna, ilgisizliğin mikro kültürü, bozuk istikrarsız aile yapıları içinde, disiplin almadan, kendilerine kural ve sınır getirmeyen bir sevgi ortamında yetişmiş olmalarından dem vuruyordu. Kısacası, bu insanlar kapitalizmin, baskıyı ve sömürüyü meşrulaştıran, doğallaştıran ideolojik, simgesel evrenine entegre edilememişler, liberal demokrasinin, insan haklarının hegemonyası altına alınamamışlar.
Dördüncüsü, isyana katılan gençlerden biri, bir gazetecinin “peki bu isyanla ne elde ettiğinizi sanıyorsunuz?” sorusuna “biz isyan etmeseydik sen benimle konuşuyor olur muydun? İki ay önce, 2000 kişi Scotland Yard’a –Polis merkezi- yürüdük. Hepimiz siyahtık, barış içinde sakin bir yürüyüş oldu. Ama biliyor musun, bu konuda basında tek bir satır haber çıkmadı” diyordu. Bu genç, bu eylemiyle, kendisini görünmez kılan simgesel duvarı (ideoloji ve söylemi), ancak şiddet kullandığı takdirde aşabildiğinin tamamıyla bilincindeydi.