Thursday 18 August 2011









  "İşçi sınıfını kim kaybetti?"
  18 Ağustos 2011 (Sendika.org)
Neo-liberal “restorasyonun” en büyük başarısı toplumun büyük çoğunluğundan, toplumun en zengin yüzde 1’ine büyük bir servet transferini gerçekleştirmesi değil! Bence “restorasyonun” en büyük başarısı, bu servet transferini gerçekleştirirken, bu transferi sorgulayacak kavramları da yalnızca popüler söylemden, toplumsal hafızadan değil, akademik dünyadan da büyük ölçüde silebilmesi oldu.

Postmodernizm’in ve liberal solun teknoloji aşkının, kimlik siyaseti saplantısının bu başarıda büyük katkıları olduğunu da saptamak, Türkiye özelinde, “Siyasal İslam”ın bu silme işlemini derinleştiren ve kalıcılaştıran yükselişine destek veren “ yararlı salakların”, adeta ABD’nın kamu diplomasisi el kitabından kopyalanmış gibi sırıtan “seçimler eşittir demokrasi, anti-emperyalizm eşittir ulusalcılık” hezeyanlarının rolünü de ayrıca vurgulamak gerekiyor. Ama ne yazık ki, bu başka bir yazının konusu olmak zorunda…

“Restorasyon”un bu büyük başarısının izlerini İngiltere’yi sarsan ayaklanma ve yağma olaylarının tartışılması sırasında, yalnızca bu tartışmaya, ABD’den Avusturalya’ya, Kanada’dan Almanya’ya, Fransa’ya kadar katılanların, değil bizzat isyanlara katılanların yorumlarında da gördük.

Ben bu yazıda bu başarının yalnızca bir yanı üzerinde durmaya çalışacağım. Değinmek istediğim sorunu ayaklanmalarla ilgili, çok aydınlatıcı bir tartışmadan aldığım bir örnekle (http://youtu.be/jqA9-QGhvZs) tanımlamaya çalışacağım. Tartışmanın hemen başında, çizgili gömlekli (beyaz yakalılar kesiminden olduğunu gösteriyor) bir siyah genç, ayaklanmanın temelinde yatan koşulları anlatmaya çalışıyor. Çalışıyor ama, özellikle bir kavramı kullanamadığı için büyük zorluk çekiyor; Çizgili gömlekli genç, “bu siyah gençler” diyor, “toplumun diğer kesimlerindeki, toplumsal merdivenin başka basamaklarındaki, başka toplumsal gruplardaki…” Bir kavram arıyor, bulamadığından bu kavramları kullanıyor ama bir türlü tam istediğini anlatamadığı için çok belirgin biçimde bunalıyor. Aslında arayıp da bulamadığı, “toplumsal sınıflar”, özellikle de işçi sınıfı kavramı; “Bu gençler toplumun diğer sınıflarındaki gençlerle aynı olanaklara sahip değiller” demek istiyor. Ama bu son derecede basit ve berrak ifadeyi kullanamadığı için kıvranıp duruyor... Ne yazık ki bu gencin durumunda Wittgenstein’in“söylenebilecek her şey açıkça söylenebilir” önermesi, gerekli kavram bastırılmış olduğu için gerçekleşemiyor. Wittgenstein’a değinmişken, onun “Dilimin sınırı dünyamın sınırıdır” saptamasını da anımsarsak, bu gencin dili, sınıf ve işçi sınıfı kavramlarını kullanamıyor olmasından dolayı, “olayları” anlamlandırabilecek zenginliğe ulaşamıyor, dünyası da bu nedenle daralmış, bunaltıcı ve bulanık bir dünya olarak kalmaya devam ediyor.

Salt İngiltere sorunu değil
“Restorasyon” salt İngiltere’ye has bir olgu değil. “Restorasyon” IMF reformları, küreselleşme, finansallaşma gibi süreçlerin, neo-liberal modelin geçerli olduğu tüm ekonomik siyasi coğrafyaları içine alıyor. Bu yüzden, İngiltere’de ki olaylar tüm “restorasyon” ülkelerinde büyük ilgi ve korku kaynağı oldu. Dahası tüm “restorasyon” ülkelerinin “hükümetleri”, krizde “restorasyon” politikalarına devam ettiklerinden aynı isyan olasılıklarıyla karşı karşıya olduklarının ayırdındalar.

Cumhuriyet Gazetesi için yazdığım Pazartesi ve Çarşamba yazılarımda aktardığım bir araştırma, gelişmiş ülkelerde, kamu harcamalarında yapılan kesintilerle toplumsal “kaos” (ayaklanma protesto yağma, genel grev, suikast) eğilimler arasında güçlü bir ilişki olduğuna işaret ediyordu. Diğer bir deyişle, gelişmiş ülkelerin iktidarlarının hepsi aslında aynı risklerle karşı karşıya. Bu riskleri en aza indirmenin yolu sınıflara ilişkin tüm kavramların gizli kalmaya devam etmesinden geçiyor, tabii bir de şiddet araçlarından sonun kadar yararlanmaktan...

Ama ironi şurada, “olaylar”ın engellenebilmesi, ister istemez tüm boyutlarıyla birlikte tartışılmasını da gerektiriyor. Bu nedenle de “sınıf kavramı” bazen, kimi egemen sınıf medyasında tartışmalar sızmaya başlıyor. Bu bağlamda Salı günü Financial Times’da yayımlanan Richard Florida imzalı bir yorum ilgiye değer. Birincisi bu yorum ayaklanma koşullarının evrenselliğine değiniyor, ikincisi sınıf kavramlarıyla konuşuyor.

Florida, Londra’da görülen ayaklanmaların tüm “küresel kentlerin dokusunun altında yeni şekillenmekte olan bir öfkenin ürünü olduğuna”... “dünya ekonomisinin değişen yapısıyla” (benim restorasyon olarak tanımladığım olguyla) ilişkisine işaret ediyor. Florida’ya göre “Londra ayaklanmaları, gençlikten, etnisiteden, hatta ırktan daha çok sınıflarla ve bu sınıfların arasında büyüyen uçurumla ilgili.”

Florida’ya göre, “küresel kentler” iki büyük göçe birden sahne oluyorlar. Bir taraftan dünyanın süper zenginleri, vergi kolaylıkları ve alışveriş olanakları ararken bu kentlere yığışıyorlar. Diğer taraftan dünyanın yoksulları, vasıfsız göçmenleri , daha iyi yaşam koşulları, ararken taşra kentlerini, kırı, hatta ülkelerini terk ederek bu küresel kentlere geliyorlar.

Bu yeni gelen yoksullar, en zenginlerle, yerliler arasında sıkışıyorlar. Bu sırada Büyük korporasyonların, kent rantlarından yararlanmak üzere hareket geçirdikleri, inşaat, “gentrifikasyon” pojeleri yoksulların yaşamlarını alt üst ediyor tepkilerini çekiyor. Yoksulların nüfusunun, küresel kentlerin belli bölgelerinde yoğunlaşması, potansiyel olarak patlayıcı bir ortam oluşturuyor.
Richard Florida’nın ilk bakışta gerçekliğin olukça iyi bir tanımlaması gibi görünen bu anlatımı, sınıflardan söz ediyor ama, bu sınıfları nitelemekten dikkatle kaçınıyor. Böylece, sınıflara referansla tanımlanan dünya, sınıflar gelirlere göre tanımlandığından, karşımıza süper zenginlerle, vasıfsız göçmenlere ve yoksullara indirgenmiş olarak çıkıyor.

Aslında Florida’nın yaklaşımı, sınıflardan söz etse bile “restorasyon”un kendini koruma stratejileriyle tam anlamıyla uyumlu. Dikkat ettiyseniz ayaklanmalarla ilgili tartışmalarda, “alt sınıflar” diye bir şey var, “süper zenginler”, ABD özelinde“plütokratlar” ( örneğin, Warren Buffet, Bill Gates gibi), “yönetici seçkinler”, hatta “orta sınıflar” diye bir şey var ama, “işçi sınıfı” diye bir şey yok. “Orta sınıfla” alt sınıfın arası boş! “İşçi sınıfı”, olması gereken yerde “görünmüyor” adeta kayıp durumda...

Kayıp “sınıfın” peşinde... 
Bu yazının başlığını biraz değiştirerek Wall Street Journal’da Çarşamba günü Fred Siegel imzasıyla yayımlana bir yorumdan aldım. Siegel’in yazısının başlığı “Orta sınıfları kim kaybetti” biçimindeydi. Siegel yazısında, “esas olarak bir orta sınıf ülkesi olan Amerika”nın bu özelliğini kaybetmekte olduğundan yakınıyor. Örneğin 1970’lerde New York’un nüfusunun yüzde yirmi beşi orta sınıflardan oluşuyormuş. Bu oran 2008’de yüzde 16’ya düşmüş, düşmeye de devam ediyormuş.

Ancak yazıyı okurken iki şey dikkatinizi çekiyor. Siegel, “orta sınıflar”ın sayısındaki azalmayı sanayi sektöründeki üretken işlerin azalmasıyla açıklamaya başlıyor. Böylece sanayinin yerine hizmet sektörü geçmeye başlamış. Bu sektöre de göçmen azınlıkları doldurmuşlar. İkincisi, New York eyalet yönetimi kamu işçileri sendikasını, göçmen iş gücünü kapsayacak biçimde genişletmiş. Böylece artan harcamalar, yüksel vergilere yol açmış, bu da eyaletten imalat sanayinde çalışan “orta sınıflar”ın çıkmasına neden olmuş. Uluslararası rekabet ve yeni teknolojilerin devreye girmesi “orta sınıf” işsizliği daha da arttırmış...

Daha fazla uzatmayacağım, gördüğünüz gibi Siegel “orta sınıf” kavramını kullanıyor ama aslında, işçilerden hem de sanayi işçilerinden söz ediyor.

Bitirirken bir örnek daha vermek istiyorum. Bu kez New York Times’dan Thomas Friedman yazıyor: “Orta sınıfları, kolay alınan kredilerden, düzenli çalışmadan, kamu sektörü işlerinden, sosyal ödeneklerden giderek daha çok yoksun bırakıyoruz- hem de bunu küreselleşme ve yeni teknolojiler... gelir dağılımını daha da bozarken ve vatandaşlar, örgütlenmelerini, protesto eylemlerini, iktidarı sorgulamalarını kolaylaştıracak medya olanaklarına daha fazla kavuşurken yapıyoruz”.
Friedman, tüm bu saptamalarında işgücünü satarak, karşılığında aldığı ücretle geçinen çalışanları, bunların, sermayenin krize uyum sağlama sürecinden (küreselleşmeden) olumsuz etkilenen kesimini kast ediyor. Yüksek ücretle çalışan yönetici tabakasını, sermayenin ekonomik siyasi iktidarının uygulayıcılarını, kültür endüstrisinde egemen fikirleri üretenleri değil...

Diğer bir deyişle, Friedman her anlamda işçi sınıfından söz ediyor ama bunun adını “orta sınıfı” koyarak, işçi sınıfını yine kaybediyor... 

Karşımızda, toplumda var olan bir sınıfın, “kendini tanımasını” da engelleyerek, bu var oluşunun yeğinliğinin derecesini (daha ayrıntılı bir tartışma için Bkz: Ergin Yıldızoğlu, “İsyanlar üzerine düşünceler”, sol.org; 11/08/11,) en düşük düzeyde hatta kültürel alanda “sıfır noktasında” tutmaya programlanmış bir egemen sınıf söylemi var.

Siyaset ve sanat... 
Tüm bunlardan ben, komünist hareket ve sanat açısından kimi sonuçlar çıkarılabileceğini düşünüyorum.

İşçi sınıfın varlığı, nerede ve nasıl olduğu komünistler için tabii ki en açık konulardan biridir. Ama, sanırım “ işçi sınıfın saklanmasına” ilişkin dil manevraları egemen ideolojinin en önemli bileşenlerinden biri haline gelmiş durumda. Bu durum, karşıt stratejileri geliştirmeyi gerektiriyor.

İkincisi, kriz dönemlerinde ekonomik yapının özellikleri, yeni teknolojilerle, çalışma teknikleriyle, alanlarıyla ilgili olarak değiştikçe, işçi sınıfının içinde de kimi yapısal dönüşümler başlıyor, yeni sınıf fraksiyonları ortaya çıkıyor. Son yıllarda “orta sınıf” kavramı bu yeni kesimlerin tanımlanmasını, “kendilerinin sınıf konumlarını” anlamasını engellemek amacıyla kullanılıyor. Halbuki bu yeni gelişen fraksiyonlardan kalıcı olacak olanlar, sınıfın en ileri, örgütlenmelerini, protesto eylemlerini, iktidarı sorgulamalarını kolaylaştıracak medya olanaklarına en kolay ve en hızlı ulaşabilen, uluslararası bağlantıları, dayanışma ağlarını kolaylıkla kurabilen, bilgi deneyim, transferini hızla gerçekleştirebilen kesimini oluşturuyor. “Meydanlarda” yaşananlar, eylemleri önce bu kesimlerin hazırladığını, sınıfın geri kalan, sendikalarda, partilerde örgütlü kesiminin katılma olanaklarını yarattıklarını gösteriyor.

Bu gözlemler doğruysa, bu kesimlerin komünistler açısından önemli bir ilgi nesnesi haline gelmesi, komünistlerin kendilerini bu kesimle ilişkiye geçebilecek biçime, onunla “konuşabilecek” yönde, tabii ki geleneksel çalışma alanlarını ve araçlarını terk etmeden, bunları zenginleştirecek biçimde geliştirmeleri gerekiyor.

Bu bağlamda bence komünizmin temel kavramlarını, dilini, hiç tavizsiz yeniden canlandırmak, “komünizm” kavramının bir önceki dönemde başına gelen “felaketlerden”, yaşanan yenilgilerden çekinmeden, en temel özelliklerine vurgu yaparak, sade bir biçimde tanımlayarak adeta “rehabilite” etmek, yoğun bir biçimde kullanmak gerekiyor diye düşünüyorum.

Neticede mücadele, öncelikle insanların akılları, kullandıkları dil üzerinde sürüyor. Burada aklıma Tony Cliff’in (1917-2000) “mücadele esas olarak işçi sınıfının bir kesimiyle (greve çıkmak, mücadele etmek isteyen, komünist- EY)) öbür kesimi (greve çıkmaya, mücadeleye isteksiz, kapitalist gerçekçiliğin etkisindeki –EY) arasında sürer. Bunlar mücadeleyi, birliği sağlayacak biçimde bir sonuçlandırsalar, her şey çok kolaylıkla ve kısa sürede olup biter, adeta dönüp kapitalistleri tükürükleriyle boğarlar” sözleri geldi (aklımdan aktardım). Egemen ideolojinin ve devletin de esas işlevi işte bu mücadelenin sonuçlanmasını engellemektir.

Bu yazımı, sanatçının görevi, işlevi üzerine (bu konuya bir başka yazıda etraflıca tartışmak umuduyla) kısa bir not düşerek bitirmek istiyorum.

Birincisi sanatçının her zaman belli teknik yetenekleri oluyor. Bu teknik yeteneklerin, siyasi faaliyetin araçlarının daha mükemmelleştirilmesinin hizmetine verilmesi bence çok önemli. Böylece, daha “güzel”, posterlerimiz, afişlerimiz, sinema ve fotoğraflarımız, iyi konuşmacılarımız olacak. Ama bu sanat değil “propaganda” alanına ait bir işlev.

Sanat alanına gelince sanırım şöyle bir durum söz konusu: Egemen ideolojinin “karartma”, “silme”, “çarpıtma”, “yanlış tanıtma” işlevlerinin, devletin fiilen bastırma operasyonlarının esas hedefi, yapıya tehdit oluşturabilecek kesimlerin, “sesinin kesmek”, konuşmasını anlaşılmaz, varlığını, eylemini görülemez kılmaktır. Kısacası, egemen ideolojinin ve devletin hedefi, bazı toplumsal kesimlerin (sınıfların) varoluşunun yeğinliğinin minimum noktasında kalmasını sağlamaktır.

Sanatçının ve sanatın işlevi, hatta tanımı, bence burada ortaya çıkıyor. Sanatçı, bu sesi kısılan, görülemez kılınansınıfların, kesimlerin, varoluşunun yeğinliğini arttırma çabalarını güçlendirecek, bastırma ve susturma operasyonlarına direnecek tekniklerin, söylemlerin parçası olabilecek, bu mücadelenin “yeni insanını” (öznesini) yaptığı etkiyle, bıraktığı “izle” yaratabilecek estetik yapıtları üretmelidir. Tabii bu üretimin gerçekleşebilmesi için, öncelikle sanatçının, “yapıya” karşı bir duruşu çoktan geliştirmiş, bu duruşun getirdiği kaygıları, kuşkuları, kararsızlıkları, öfkeyi kısacası “iç ağrılarını” yaşamaya başlamış olması gerekiyor... 

Thursday 11 August 2011


İsyanlar üzerine düşünceler

“Hiç kimse” beklemiyordu. “Herkes” çok şaşırdı. Sonra “herkes” aslında bu “isyanların” ne kadar kaçınılmaz olduğu üzerinde anlaştı…
Cumartesiden bu yana İngiltere’yi sarsan ayaklanmalardan, yağmalama, ateşe verme, polisle çatışma olaylarından söz ediyorum. Olayların ayrıntılarını, artık hemen herkes biliyor. Sol.org’da da etraflıca anlatıldı. Bu yüzden olayların olgusal ayrıntılarını tekrarlamak yerine, bu olayları fırsat bilerek kapitalizmde yaşıyor olmanın sorunları üzerinde düşünmeyi denemek istiyorum.
Kapitalist toplumda “varoluşun” koşulları
Kapitalizm, meta üretiminin çok özel bir aşamasıdır. Bu aşamada artık doğrudan üreticilerin işgücü (yaşam enerjisi) de piyasada alınıp satılan bir meta haline gelmiştir. Bu aşamadan üretim araçlarının sahibi olan sınıf ya da kurum(şirket, devlet), iş gücünü, belli bir ücret karşılığında, belli bir süre için satın alır, üretim araçlarıyla bir araya getirerek, artık-değer üretmek üzere harekete geçirir.
Üretim araçlarına, dolayısıyla kendi gereksinimlerini kendi emekleriyle karşılama olanağına sahip olmayan doğrudan üreticiler, beslenme, barınma, çocuk yapma ve yetiştirme gibi gereksinimlerini, aldıkları ücretle satın aldıkları mallarla karşılarlar.
Bu basitleştirilmiş modelle, adeta stilize ederek betimlediğim kapitalist üretim tarzı, varlığını sürdürebilmek için doğrudan üreticilerin (işçilerin) bu koşulları, doğal ve tek olanaklı koşullar olarak kabul etmesini sağlayan bir ideolojik(simgesel) sisteme, üretim araçlarının özel mülkiyetini korumak için de bir siyasi aygıta (devlete ve hukuka) sahip olmak durumundadır. Bu iki alanın kesiştiği yerde tabii ki daha karmaşık, örneğin Althusser’in “Devletin İdeolojik aygıtları”, Theodore Adorno’nun “Kültür Endüstrisi” olarak nitelediği yapılanmalar, Gramsci’nin “Hegemonya” kavramıyla (ve ona ilişkin başka kavramlarla) işaret ettiği ilişkiler de söz konusudur.
Kendimizi sınırlayarak, bu basit model üzerinden bakınca, kapitalist üretim tarzı ve onun yeniden üretim ilişkileri içinde, kapitalist, işçi, tüketici, yönetici, “gangster” ve isyancı gibi varoluş alanları olduğunu görebiliriz. Bu alanlardan birinde var olamayan bir birey, kapitalist toplumun içinde yaşamaya devam edecek olsa bile, varlığının derecesi (yeğinliği) son derecede düşük, neredeyse fark edilemez bir düzeyde olacaktır. Diğer taraftan olağan zamanlarda kapitalistin varoluşunun yeğinliği, işçininkinden, siyasi kriz savaş döneminde yöneticininki kapitalistten yüksek olacak, devrimci dönemlerde işçinin (proleteryanın) toplum içindeki varoluşunun yeğinliği hızla artarak başat konuma yükselebilecektir...
Bedensel olarak var olsa bile, varoluşunun yeğinliği son derecede düşük olma, toplumun içinde bir fark edilemez olma durumunun, en “saf” örneğini, sokakta yaşayan evsiz, kimliksiz insanlarda görebiliyoruz. Bunlar, Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun Amores Perros (Sanırım Türkiye’deki adı “Paramparça”) başlıklı filminin son öyküsündeki El Chivo isimli karakteri gibi sokaklarda insanların (kapitalizmin araççı mantığının egemenliği altındaki insanların) gözleri önünde ama, o insanlar açısından, bir işleve sahip olmadıklarından, farkına varılmayan varlıklar olarak yaşarlar. Bu özelliğinden dolayı, El Chivo aslında ideal bir kiralık katildir. Cinayetlerini ortalıkta gerçekleştirir sonra yürüyüp gider. Kimse onu ne fark eder ne de anımsar… Çünkü o, aslında kapitalizmin o mekanında “yoktur”…
Bu olağanüstü ve “saf” örneği bir sıfır noktası olarak düşünerek bir kenara bırakırsak, işini kaybeden bir işçinin, üretici olma konumunu kaybederek varoluşunun derecesinde belirgin bir azalma yaşayacağını, bu anlamda bir kimlik krizi olasılığıyla karşı karşıya kalabileceğini görebiliriz. Kapitalizmin, işsizlik ve çeşitli sosyal yardım ödenekleriyle en azından bu, işsiz kalmış bireyin tüketici olmaya devam etme konumunu koruyarak, varoluşunu kapitalist mekan içinde tutmaya, iş yaratma kapasitesiyle onu yeniden üretici konumuna çekmeye çalıştığını biliyoruz. Ama kriz dönemlerinde hem işsiz kalanların yeniden iş bulma olanağı, hem de tüketici olma konumunu koruyan sosyal yardımlar hızla azalıyor. Salt bu durumun bile ekonomik kriz dönemlerinin beraberinde, toplumda “yok olmaya” başlamanın gerginliğiyle, aile yapılarını yıkan, libido düşüşlerine, derin depresyonlara yol açan kimlik krizlerini tetiklediğini de görüyoruz.
Ama kapitalizmde, yukarda değindiğim gibi, başka varoluş, dolayısıyla kimlik konumları da var. Bunlardan biri, tüketim araçları elde etmenin yolunu, yasal işleyişin dışına çıkarak, “gangsterlik” olarak tanımlanan etkinliklerde aramak olabilir. Burada birey, varoluşuna yeğinlik katabilecek dayanışma ağlarını kurabilir. Birey, bu alanda zamanla, kapitalizmin, üretim ve yeniden üretim süreçlerine katılmasına olanak sağlayacak başka varoluş tarzları da geliştirebilir. Örneğin egemen sınıfın kendi içinde, ya da rakiplerine karşı harekete geçirdiği (kiralık katil, devletin kirli işlerini yapan biri, grev kırıcı mafya gibi) bir şiddet aracına dönüşebilir, ya da burada biriktirdiği serveti, sisteme sermaye olarak geri sokarak kapitalist konumuna geçmeyi deneyebilir.
Bir başka, güçlü varoluş konumu da kapitalizme isyan etme sürecinde oluşur. Burada birey kapitalist ilişkilerle, “yapıya” karşı mücadele ederken, varoluş derecesi yüksel bir kimlik oluşturabilir. Böylece toplumun geri kalanı tarafından görülür ve varlığı “kabul edilir”. Toplumun siyasi yapısı tarafından hedef alınmak bile birey açısından varoluşunun derecesinin yükselmesi anlamına gelecektir.
“Bastırılanların” geri dönüşü
Ancak kapitalizm, neo-liberal küreselleşme olarak tanımlayabileceğimiz kriz yönetme modeli altında, yukardaki konumların dışında, yeni ve gittikçe genişlemekle birlikte yeğinlik derecesi son derecede düşük varoluşlar üretti. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki yasal statüden yoksun göçmen işçileri, egemenlik altında tutulan etnik azınlıklardan devşirilen emekçileri ve aile kurumunun, eğitim sisteminin çökmeye başlamasına paralel olarak, topluma üreticiler olarak katılma olanağını hızla kaybeden, tüketici olma kapasitesi her gün biraz daha gerileyen, varlığını yönlendirecek bir gelecek tasarımından yoksun “getto” (varoş) gençliğini, bu bağlamda yeni varoluş konumları olarak düşünebiliriz.
Sermaye birikim süreci, krizle birlikte, kapasite fazlası (aşırı birikim) sorununun yanı sıra, aynı anda bir nüfus fazlası (toplumda istikrarı koruyarak yaşatılabileceği işsizler ordusundan daha fazla bir nüfus) sorunuyla da karşı karşıya kalır. Bu varlığını, kapitalizm içinde anlamlandırmakta zorlanan, “gangster”, yada “isyancı” gibi özel mülkiyetin güvenliğini tehdit eden varoluş konumlarına geçme olasılığı gittikçe artan bir nüfustur.
Kapitalizm 18. ve 19. yüzyıllarda bu nüfus fazlasını, yeni ilhak ederek, halklarını imha ederek kullanıma açtığı coğrafyalara yerleşimci olarak, yeni sermaye birikim noktaları yaratmak üzere ihraç ederdi. Kapitalizm 20. yüzyılın son çeyreğinde başlayan yapısal krizinde, tam tersi yönde bir sorunla karşı karşıya kaldı. Krizin etkisiyle toplumsal dokuları çözülmeye başlayan eski sömürgelerdeki, emperyalizme bağımlı ülkelerdeki halklar, savaşlardan, ekonomik yıkımdan, açlıktan kaçarak merkez ülkelerin toplumlarına, ekonomilerine sığınmaya başladılar, geldikleri yerlerde, zamanla nüfus fazlası sorununu daha da ağırlaştırdılar.
Kapitalist toplumun ideolojik (simgesel) evreni, çalışanlar, egemenlik altında tuttuğu insanlar karşısında, “bütünlük ve mükemmellik” iddiasını koruyabilmek için, iç çelişkilerinin ürünü olan (bütünlük iddiasını yalanlayan), kriz eğilimlerini, insan yaşamının gereksinimleriyle çelişen özelliklerini temsil eden, ürünü olan “şeyleri” ifade edecek kavramları hep dışarda tutmaya çabalar. Örneğin kapitalist ekonomi teorisi, “değer” kavramını, çoktan dışarı atmıştır. Böylece “artık değer” kavramı konuşulamaz kılınır, sömürü kavramı, ekonomik bir kategori olarak anlamsızlaştırılır. Kriz her zaman dışsal, kapitalizmle alakası olmayan bir anormallik olarak sunulur.
Özellikle bastırılmaya çalışılan bir kavram da “proletarya”dır. Bu bastırma ABD’de o derecede kesindir ki, işçi sınıfı kavramı bile yerini “orta sınıf” kavramına bırakmıştır. Son yıllarda da işçi sınıfının yeni şekillenmekte olan kesimlerinin ısrarla “orta sınıf” olarak tanımlanması da bu bastırmaya bir başka örnek oluşturur.
Yeni bir varoluş konumu olarak işaret ettiğim yasal statüsü olmayan göçmen işçiler ve geleceği olmayan gençlik tabakaları da kapitalizmin kendini, bütünlüğü olan mükemmel bir yapı olarak sunma çabasının önüne, proletarya kavramı gibi bozucu bir engel koyuyorlar. Kapitalist toplum, bu kesimleri, kendi yeniden üretim sürecine katabilecek, varoluş konumları sunamadığından, egemen ideolojik, simgesel evreninin dışında tutmaya büyük özen gösteriyor. Kapitalizm, bu kesimler toplumda yokmuş gibi davranmaya olanak verecek söylemleri geliştiriyor. Böylece, kapitalizm, bu kesimlerin, krizin ortasında asla karşılayamayacağı gereksinimlerinin, bunları ifade eden seslerin toplumun gündemine gelmesini engellemeye çalışıyor.
Ancak bu bastırılan sesler, zaman zaman, kendi varlıklarını büyük bir şiddetle toplumun karşısına koyuyorlar. Fransa’da 2005 yılında, İngitere’de de 2011 Ağustos’unda yaşanan patlamalar, işte bu “bastırılanların”, toplumda var olduğu halde varoluşu son derecede düşük bir düzeyde kalmaya zorlananların, bir anda toplumun “varoluşlar matrisindeki” görelilikler skalasını alt üst ederek öne çıkmaya çalışma çabasıdır.
Kapitalizmin “Gerçeği” içeri girince...
“Bastırılandan”, “simgesel evrenin dışına atılandan” söz eden bölümler, okuyucuya Lacan’ın “Gerçek” kavramını anımsatacaktır. Bunu düşünerek bu kavram üzerinden düşünmeye devam etmek istiyorum. Lacan’ın değişik dönemlerinde, anlamında kimi değişimler olsa da, “Gerçek” kavramını sanırım şöyle tanımlayabilirim: “Gerçek”, bir sistemin (bu, bireyin psikolojik kimlik sistemi, bir toplumun ideolojik yapısı, bir ekonomik sistem olabilir) varlığının “bütünlük görüntüsü” ve istikrar kazanabilmesi için dışarda kalması gereken “şey”i ifade etmek için kullanılan kavramdır. Bu “şey”, kendisini dışarıda bırakan sistemin simgesel evreni içinde ifade edilemeyen, “anlamlandırılamayan” “şey”dir.
Cumartesi günü patlak veren isyana bakınca, bu bağlamda, özelde İngiltere kapitalizminin, genelde kapitalizmin, “Gerçeğinin”, toplumun simgesel evrenine hem de büyük bir şiddetle girdiğini ve anlamlar sistemini sarstığını söylememize olanak verecek çok sayıda olguyla karşılaşıyoruz.
Örneğin, olaylar, Londra’nın Tottenham bölgesinde, bir siyah gencin (büyük olasılıkla varoluşunu gangsterlikle sürdürmeye çalışan biri) polis tarafından öldürülmesini protesto eden bir eylemin aniden biçim değiştirmesiyle başladı. Protesto eylemi anlaşılabilir bir “durum”du, hatta eylemin, gençlerin öfkesi taşınca bir toplumsal patlamaya dönüşmesi de... Ama Londra’nın bu çok yoksul ve siyah kesiminin yaşadığı bölgede, elektronik aletler, telefon satan dükkânları yağmalanırken yoksul kesimin kendi toplumlarının dükkanlarını da yağmalamaya başlamaları, salt protesto ve polise kızgınlık dışında bir dinamiğin harekete geçmeye başladığını gösteriyordu. İşte bu dinamiği kapitalizmin “Gerçeği”nin içeri girmesi olarak düşünüyorum.
Dört gelişme beni bu yönde düşünmeye itiyor. Birincisi, bu olaylar, önce Londra’da, bu öldürme olayıyla herhangi bir duygusal bağı olması söz konusu olmayan bölgelere sıçrayarak yaygınlaştı. Artık isyana, yağmaya katılanların demografik yapısı da çeşitlenmişti, siyahların yanı sıra, bölgesine göre, siyahlardan bazen daha fazla olmak üzere beyaz, Asyalı, Türk asıllı gençler, genç kızlar, kadınlar, orta yaşlı insanlar sokaklardaydı.
İkincisi, bu olayların yaygınlaşmasında rol oynayan telefon ve Twitter mesajları, tam anlamıyla özel mülkiyeti hedef alan bir nihilizme işaret ediyordu. Örneğin, çeşitli versiyonları çok yaygın olarak dolaşan bir mesaj “hangi bölgedeysen orada, balaklavanı –kar başlığını- tak, diğerleriyle buluş, ortalığı karıştır, her şeyi gasp et” diyordu. Diğer bir deyişle, mülkiyete, kamu düzenine karşı toptan bir saldırı çağrısıydı bu. Üçüncüsü, medya sistemli olarak ve ısrarla bu gençlerin, eğitim yoksunluğuna, ilgisizliğin mikro kültürü, bozuk istikrarsız aile yapıları içinde, disiplin almadan, kendilerine kural ve sınır getirmeyen bir sevgi ortamında yetişmiş olmalarından dem vuruyordu. Kısacası, bu insanlar kapitalizmin, baskıyı ve sömürüyü meşrulaştıran, doğallaştıran ideolojik, simgesel evrenine entegre edilememişler, liberal demokrasinin, insan haklarının hegemonyası altına alınamamışlar.
Dördüncüsü, isyana katılan gençlerden biri, bir gazetecinin “peki bu isyanla ne elde ettiğinizi sanıyorsunuz?” sorusuna “biz isyan etmeseydik sen benimle konuşuyor olur muydun? İki ay önce, 2000 kişi Scotland Yard’a –Polis merkezi- yürüdük. Hepimiz siyahtık, barış içinde sakin bir yürüyüş oldu. Ama biliyor musun, bu konuda basında tek bir satır haber çıkmadı” diyordu. Bu genç, bu eylemiyle, kendisini görünmez kılan simgesel duvarı (ideoloji ve söylemi), ancak şiddet kullandığı takdirde aşabildiğinin tamamıyla bilincindeydi.

Thursday 4 August 2011


İsrail'deki "toplumsal olaylar" üzerine ek düşünceler 
  04 Ağustos 2011 -
Bu yazımın başlığında “ek düşünceler” ifadesi var, çünkü Çarşamba günü (Cumhuriyet) değindiklerimi tekrarlamak istemiyorum. O yazımın üzerinden düşünmeye devam etmeye çalışacağım.

Yine de kolaylık olması açısından bir anımsatma yapmakta yarar var. Yaklaşık üç hafta önce bir grup öğrenci genç, konut yetersizliği sorununu protesto etmek amacıyla, kısa bir Facebook operasyonundan sonra, Tel Aviv’in en zenginlerinin yaşadığı bir bölgedeki Rothschild Bulvarı’nda, çadır kurdular. Bu eylem, toplumda hiç beklenmedik bir ilgiyle karşılandı, pahalılık ve yoksulluk sorunlarına ilişkin tepkileri de harekete geçirerek hızla yayıldı. Kısa sürede diğer kentlerde de çadırlar kuruldu.

Bu protesto dalgası ivme kazanarak geçen Cumartesi günü 150 bin kişinin katıldığı büyük bir protesto yürüyüşüne yol açtı. Dahası belediyeler de protesto eylemlerine destek verdiler. Pazartesi günü 100 binden fazla belediye çalışanının katıldığı bir “bir günlük” dayanışma “Genel Grevi” gerçekleşti.

Bu olayları aktaran birçok gözlemci, katılımların, din ve etnik ayrımları aşmaya başladığını, ilk kez İsrail’in Arap vatandaşlarının kafası kepli radikal Musevilerle aynı alanda eylem yaptığını aktarıyorlardı. Dikkat çeken bir diğer nokta da, güvenlik paradigmasının ideolojik etkileri altında artık silindiği düşünülen İsrail solunun (sol sözcüğünü en geniş anlamıyla kullanıyorum) bu eylemle birlikte yeniden sahneye çıkmış olmasıydı.

Akdeniz çevresindeki siyasi coğrafyada (AB periferisi, Kuzey Afrika, Ortadoğu) geçen yılın Aralık ayından bu yana yükselmeye başlayan “devrimci” dalganın İsrail’i de etkisi altına almış olması, dalganın evrensel boyutunu yeniden vurgulamak açısından son derecede önemli ama İsrail’in özgün koşulları yüzünden bir kadar da ilginç. Bu yüzden bu olayları da yakından izlemek ve üzerinde düşünmek gerekiyor.

Sömürgecilik ve sınıf mücadelesi
İsrail’de sınıf şekillenmeleri ve mücadeleleri, ta başından beri Filistin sorunuyla iç içe geçmiş durumdadır. Dahası bu sorunun varlığı İsrail’de hem sermaye birikiminin hızını etkilemiş hem de işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin serbestçe gelişmesini önlemiştir. Bir yerleşimci ve genişlemeci devlet olarak doğan İsrail’de kapitalist sınıf hem Filistin topraklarından, hem de Filistin nüfusunun sunduğu ucuz emek gücünden yararlanarak sermaye birikimini desteklemiş; hem de sınıf çelişkilerini Filistin sorununa bağlı oluşan güvenlik paradigması sayesinde dışlaştırarak yumuşatmış, işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını muhafaza edebilmiştir. İsrail burjuvazisi bir taraftan, Filistinlileri “mülksüzleştirerek” gerçekleştirdiği birikimden, toplumsal hizmetler (toplumsal ücret) yoluyla işçi sınıfına (çalışanlara) pay vermiş, diğer taraftan, işçi sınıfının en yoksul, en muhafazakâr (dinci, Rus göçmeni) kesimlerine, işgal edilmiş topraklarda yerleşim izni veren bir sömürge (yerleşimcilik) politikasıyla, bu kesimlerle kendisi arasında bir çıkar birliği alanı oluşturabilmiştir. Bu alana Filistin halkının direnişinin getirdiği güvenlik sorunları da eklenince oluşan dinci, milliyetçi, militarist hatta ırkçı ideolojinin, işçi sınıfının elini kolunu bağlayacağını kolayca söyleyebiliriz. İsrail işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı bu sorunu, ilk kez 1960’ların sonunda yayımlanan “İsrail Toplumunun Sınıf Karakteri” makalelerinde tespit eden Moşe Mahover ve Akiva Orr, sömürge sorunu çözülmeden, işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız olarak kendi siyasi çizgisini geliştirmesinin olanaksız olduğunu savunuyorlardı. Bu engeli aşabilecek tek engel, bölgesel bir devrimci dalganın İsrail işçi sınıfını da etkisi altına alması olabilirdi.

Son gelişmelere bakarak, böyle bir dalganın yükselmekte olduğunu ve İsrail işçi sınıfını da etkilemeye başladığını düşünmek olanaklı. Richard Seymour’un bloğunda (www.leninology.blogspot.com) işaret ettiği gibi böyle bir gelişme söz konusu olmakla birlikte, sömürge sorunu dinamikleri hala geçerli olduğundan, sürecin ne yönde evirileceğini önceden kestirmek olanaklı değil.

Örneğin, İsrail egemen sınıfları daha doğrusu “oligarşisi”, bir taraftan kimi ekonomik reformları devreye sokarken aynı anda bir güvenlik sorunu yaratarak (provokasyon, şiddetli bir terörist saldırı), bu dalganın enerjisini yine dışa doğru yönlendirebilir.

Yine de iyimser olmak için yeterli neden var diye düşünüyorum. Birincisi, bölge jeopolitiğindeki gelişmeler ABD-AB emperyalizmi açısından İsrail’in önemini, şimdilik kaydıyla göreli olarak azaltmış görünüyor. ABD, “Arap Baharı” dediği devrimci dalgayı denetim altına almaya, yükselen Sünni, Müslüman Kardeşler hareketiyle arasında bir modis operandikurmaya çalışıyor. Şu sıralarda ABD-AB ekseninin, en son istediği şey, Sünnileri Şiilere yakınlaştırırken, ABD düşmanlığını yükseltecek bir İsrail “oldu bitti”siyle karşı karşıya kalmak. Bu nedenle İsrail’in yeni bir güvenlik sorunu yaratmasına olumlu bakmayacak, süreci sıkı sıkıya kontrol etmeye çalışacak gibi görünüyor. Hatta Batı emperyalizmi, bu olayları, son yıllarda denetlemekte zorlandığı Netanyahu hükümeti üzerinde baskıyı arttıracak, daha uyumlu, örneğin yeniden barış sürecini başlatmayı kabul edecek bir başka hükümetle değiştirmeyi kolaylaştıracak bir etken olarak da görebilir. Bu dinamik, İsrail hükümetinin kararsızlığını arttırarak, devrimci dalganın şekillenerek, İsrailli Arap proletaryasının ilgisini daha da çekerek yükselmesine yardımcı olabilecek ek zaman tanıyabilir.

Yine orta sınıf proletarya tartışması
İsrail’de “apartheid” (ırk ayrımcı) özellikler taşısa da, Arap ülkelerinde farklı olarak, bir parlamenter demokrasi, gelişkin bir “sivil toplum”, kozmopolit, canlı dünyanın geri kalanıyla bağlantıları yoğun bir tüketici kültürü, çok sesli bir medya, yasalara (bu yasaların özellikleri ayrı bir tartışmanın konusu) bağlı kalmaya çalışan bir yönetim var. Bu nedenle İsrail devletinin, vatandaşlarına şiddet uygulama noktasına gelmeden önce olukça geniş bir tolerans aralığı olduğu dahi söylenebilir. Bunlar oligarşinin siyasi kültürel hegemonyasının güçlü olduğunu gösteriyor ama aynı zamanda bu hegemonya zayıflamaya başladığında halk sınıflarının örgütlenme, mücadele olanaklarının, siyasi kültürlerinin düzeyi açısından olumlu koşullarına işaret ediyor. Kısacası reformlarla “hareketi” satın almak olanaklı, bir kez halkın yöneticilere, devlete güveni sarsıldıktan sonra, hızla yol almasına izin verecek koşullar da var.

İsrail ekonomisine gelince burada da ilginç bir görüntüyle karşılaşıyoruz. Ekonominin durumu, küresel mali krize karşın gerçekten çok kötü değil. Ancak, gelir dağılımı bozulurken, yoksullaşma artar, zenginlik çok belirgin biçimde kimi ailelerin elinde toplanırken, hükümetler neoliberal politikalar izlemekte kararlıyken, halkın taleplerine cevap vermek kolay değil. Neoliberal politikalardan vazgeçmek oligarşinin kovasını dolduran suyu kesmek anlamına gelecek. Bu yüzden Wall Street Journal, Commentary gibi Siyonist eğilimli yayınlar, göstericileri karalamaya, bölmek için komünist parmağından, tatilde çadırlara yayılan keyif çatan öğrencilerden dem vurmaya, kalıcı olmadığını, “Arap Baharı”yla ilgisi olmadığını anlatmaya başladılar bile...

Bu da bizi son yıllarda sık sık karşılaştığımızı “orta sınıf” – proletarya tartışmasına getiriyor. Örneğin Moşe Arens, sosyal demokrat eğilimli Haaret’z gazetesindeki yorumunda “İsrailli protestocular proletarya değil. Gururla deklare ettikleri gibi onlar orta sınıf” derken tam da bu tartışmaya girmiş oluyordu. Dolayısıyla protestolara katılanların sınıf karakterine kısaca bakmakta yarar var.

Öncelikle şu noktayı akılda tutalım: İsrail siyasi kültürünün, entelijansiyasının hatta popüler kültürünün şekillenmesinde ABD kültürünün etkisi büyük. ABD siyasi kültüründe de, işçi sınıfı, proletarya kavramları bastırılmış olduğundan, onların yerine “orta sınıf” kavramı kullanılıyor.

Şimdi İsrail’de meydana inenlere ve sokaklara çıkanların toplumsal özelliklerine ve taleplerine bakınca ne görüyoruz: Bunların ezici çoğunluğu ücretle çalışanlardan oluşuyor. Pazartesi günü belediye çalışanlarının genel greve gittiğini de ekleyelim. İkincisi sokaklara ilk önce çıkanların içinde, sağlık eğitim çalışanlarının ve ev kadınlarının (duygulanımsal- “gayri maddi emek” alanları) yanında; bilgisayar, bilgi işlem, mühendislik alanlarında ileri derece eğitim görmüş ama ücretiyle çalışanlar var. Olayın başlangıç aşamasında öğrenci gençlerin ve internetteki toplumsal ağların, dayanışma sitelerinin, cep telefonlarının vb büyük rolü oldu. Bu özellikleriyle bu hareketin başını işçi sınıfının en modern en ileri teknolojilerle çalışan kesimleri çekiyor. İsrail dünya klasmanında ileri teknoloji üreten bir ekonomiye sahip.

Bu kesimlerin taleplerine bakınca de klasik (19 yüzyıldan bu yana hiç değişmeyen) konularla karşılaşıyoruz: En başta yine konut sorunu geliyor. Sonra hayat pahalılığı ve sosyal reform (devletin sağlık, eğitim gibi iş gücünün yeniden üretimi için gerekli ama kapitalist sınıfın girmek istemediği alanlarda sorumluluğu üstlenmesi), nihayet yöneticilere olan güvensizliğin bir ifadesi olarak “gerçek demokrasi”, “toplumsal adalet” talepleri geliyor. Bunlar orta sınıfların talepleri değil. Orta sınıf demek, bu sorunları kendi kaynaklarıyla çözebilecek ekonomik koşullara sahip olmak demek.

Dünyanın her ülkesinde egemen sınıfların kültür endüstrisi, proletaryanın bu kesiminin, kendinin bilincine varmasını engellemek için çabalıyor, hatta artık en önemli işlevinin bu olduğunu bile söyleyebiliriz. Egemen sınıflar biliyor ki, bu kesim, işçi sınıfının modern teknoloji ve son derecede karmaşık “devlet makinesi” karşısında kafası karışacak yoksul, eğitimsiz parçasını değil, devlet alanını eline geçirdiği anda yönetmeye, makineyi kullanmaya, kullanamadığı yerde kırmaya, bir yenisini yapmaya başlayabilecek, bunu destekleyecek kültürü de üretebilecek kesimini oluşturuyor.

Ya bu yeni işçi sınıfı kendi bağımsız siyasi hattını, örgütlenmelerini, egemen sınıfların hegemonyasını kısa devre yaptıracak kültürü üretmeye başlarsa... Onun için, bu kesimin kendini yanlış tanımaya devam ederek, milliyetçi, ırkçı dinci akımlara yakıt olacak kafa karışıklığında kalması gerekiyor...

İsrail’de toplumsal olaylar bu sorunu, tüm karmaşıklığıyla yeniden ve çok çarpıcı bir biçimde gündeme getirdi, yakından ve sömürge sorunun bu süreçteki rolünü de ihmal etmeden izlemeye, düşünmeye ve öğrenmeye devam etmek gerekiyor...