Thursday 18 August 2011









  "İşçi sınıfını kim kaybetti?"
  18 Ağustos 2011 (Sendika.org)
Neo-liberal “restorasyonun” en büyük başarısı toplumun büyük çoğunluğundan, toplumun en zengin yüzde 1’ine büyük bir servet transferini gerçekleştirmesi değil! Bence “restorasyonun” en büyük başarısı, bu servet transferini gerçekleştirirken, bu transferi sorgulayacak kavramları da yalnızca popüler söylemden, toplumsal hafızadan değil, akademik dünyadan da büyük ölçüde silebilmesi oldu.

Postmodernizm’in ve liberal solun teknoloji aşkının, kimlik siyaseti saplantısının bu başarıda büyük katkıları olduğunu da saptamak, Türkiye özelinde, “Siyasal İslam”ın bu silme işlemini derinleştiren ve kalıcılaştıran yükselişine destek veren “ yararlı salakların”, adeta ABD’nın kamu diplomasisi el kitabından kopyalanmış gibi sırıtan “seçimler eşittir demokrasi, anti-emperyalizm eşittir ulusalcılık” hezeyanlarının rolünü de ayrıca vurgulamak gerekiyor. Ama ne yazık ki, bu başka bir yazının konusu olmak zorunda…

“Restorasyon”un bu büyük başarısının izlerini İngiltere’yi sarsan ayaklanma ve yağma olaylarının tartışılması sırasında, yalnızca bu tartışmaya, ABD’den Avusturalya’ya, Kanada’dan Almanya’ya, Fransa’ya kadar katılanların, değil bizzat isyanlara katılanların yorumlarında da gördük.

Ben bu yazıda bu başarının yalnızca bir yanı üzerinde durmaya çalışacağım. Değinmek istediğim sorunu ayaklanmalarla ilgili, çok aydınlatıcı bir tartışmadan aldığım bir örnekle (http://youtu.be/jqA9-QGhvZs) tanımlamaya çalışacağım. Tartışmanın hemen başında, çizgili gömlekli (beyaz yakalılar kesiminden olduğunu gösteriyor) bir siyah genç, ayaklanmanın temelinde yatan koşulları anlatmaya çalışıyor. Çalışıyor ama, özellikle bir kavramı kullanamadığı için büyük zorluk çekiyor; Çizgili gömlekli genç, “bu siyah gençler” diyor, “toplumun diğer kesimlerindeki, toplumsal merdivenin başka basamaklarındaki, başka toplumsal gruplardaki…” Bir kavram arıyor, bulamadığından bu kavramları kullanıyor ama bir türlü tam istediğini anlatamadığı için çok belirgin biçimde bunalıyor. Aslında arayıp da bulamadığı, “toplumsal sınıflar”, özellikle de işçi sınıfı kavramı; “Bu gençler toplumun diğer sınıflarındaki gençlerle aynı olanaklara sahip değiller” demek istiyor. Ama bu son derecede basit ve berrak ifadeyi kullanamadığı için kıvranıp duruyor... Ne yazık ki bu gencin durumunda Wittgenstein’in“söylenebilecek her şey açıkça söylenebilir” önermesi, gerekli kavram bastırılmış olduğu için gerçekleşemiyor. Wittgenstein’a değinmişken, onun “Dilimin sınırı dünyamın sınırıdır” saptamasını da anımsarsak, bu gencin dili, sınıf ve işçi sınıfı kavramlarını kullanamıyor olmasından dolayı, “olayları” anlamlandırabilecek zenginliğe ulaşamıyor, dünyası da bu nedenle daralmış, bunaltıcı ve bulanık bir dünya olarak kalmaya devam ediyor.

Salt İngiltere sorunu değil
“Restorasyon” salt İngiltere’ye has bir olgu değil. “Restorasyon” IMF reformları, küreselleşme, finansallaşma gibi süreçlerin, neo-liberal modelin geçerli olduğu tüm ekonomik siyasi coğrafyaları içine alıyor. Bu yüzden, İngiltere’de ki olaylar tüm “restorasyon” ülkelerinde büyük ilgi ve korku kaynağı oldu. Dahası tüm “restorasyon” ülkelerinin “hükümetleri”, krizde “restorasyon” politikalarına devam ettiklerinden aynı isyan olasılıklarıyla karşı karşıya olduklarının ayırdındalar.

Cumhuriyet Gazetesi için yazdığım Pazartesi ve Çarşamba yazılarımda aktardığım bir araştırma, gelişmiş ülkelerde, kamu harcamalarında yapılan kesintilerle toplumsal “kaos” (ayaklanma protesto yağma, genel grev, suikast) eğilimler arasında güçlü bir ilişki olduğuna işaret ediyordu. Diğer bir deyişle, gelişmiş ülkelerin iktidarlarının hepsi aslında aynı risklerle karşı karşıya. Bu riskleri en aza indirmenin yolu sınıflara ilişkin tüm kavramların gizli kalmaya devam etmesinden geçiyor, tabii bir de şiddet araçlarından sonun kadar yararlanmaktan...

Ama ironi şurada, “olaylar”ın engellenebilmesi, ister istemez tüm boyutlarıyla birlikte tartışılmasını da gerektiriyor. Bu nedenle de “sınıf kavramı” bazen, kimi egemen sınıf medyasında tartışmalar sızmaya başlıyor. Bu bağlamda Salı günü Financial Times’da yayımlanan Richard Florida imzalı bir yorum ilgiye değer. Birincisi bu yorum ayaklanma koşullarının evrenselliğine değiniyor, ikincisi sınıf kavramlarıyla konuşuyor.

Florida, Londra’da görülen ayaklanmaların tüm “küresel kentlerin dokusunun altında yeni şekillenmekte olan bir öfkenin ürünü olduğuna”... “dünya ekonomisinin değişen yapısıyla” (benim restorasyon olarak tanımladığım olguyla) ilişkisine işaret ediyor. Florida’ya göre “Londra ayaklanmaları, gençlikten, etnisiteden, hatta ırktan daha çok sınıflarla ve bu sınıfların arasında büyüyen uçurumla ilgili.”

Florida’ya göre, “küresel kentler” iki büyük göçe birden sahne oluyorlar. Bir taraftan dünyanın süper zenginleri, vergi kolaylıkları ve alışveriş olanakları ararken bu kentlere yığışıyorlar. Diğer taraftan dünyanın yoksulları, vasıfsız göçmenleri , daha iyi yaşam koşulları, ararken taşra kentlerini, kırı, hatta ülkelerini terk ederek bu küresel kentlere geliyorlar.

Bu yeni gelen yoksullar, en zenginlerle, yerliler arasında sıkışıyorlar. Bu sırada Büyük korporasyonların, kent rantlarından yararlanmak üzere hareket geçirdikleri, inşaat, “gentrifikasyon” pojeleri yoksulların yaşamlarını alt üst ediyor tepkilerini çekiyor. Yoksulların nüfusunun, küresel kentlerin belli bölgelerinde yoğunlaşması, potansiyel olarak patlayıcı bir ortam oluşturuyor.
Richard Florida’nın ilk bakışta gerçekliğin olukça iyi bir tanımlaması gibi görünen bu anlatımı, sınıflardan söz ediyor ama, bu sınıfları nitelemekten dikkatle kaçınıyor. Böylece, sınıflara referansla tanımlanan dünya, sınıflar gelirlere göre tanımlandığından, karşımıza süper zenginlerle, vasıfsız göçmenlere ve yoksullara indirgenmiş olarak çıkıyor.

Aslında Florida’nın yaklaşımı, sınıflardan söz etse bile “restorasyon”un kendini koruma stratejileriyle tam anlamıyla uyumlu. Dikkat ettiyseniz ayaklanmalarla ilgili tartışmalarda, “alt sınıflar” diye bir şey var, “süper zenginler”, ABD özelinde“plütokratlar” ( örneğin, Warren Buffet, Bill Gates gibi), “yönetici seçkinler”, hatta “orta sınıflar” diye bir şey var ama, “işçi sınıfı” diye bir şey yok. “Orta sınıfla” alt sınıfın arası boş! “İşçi sınıfı”, olması gereken yerde “görünmüyor” adeta kayıp durumda...

Kayıp “sınıfın” peşinde... 
Bu yazının başlığını biraz değiştirerek Wall Street Journal’da Çarşamba günü Fred Siegel imzasıyla yayımlana bir yorumdan aldım. Siegel’in yazısının başlığı “Orta sınıfları kim kaybetti” biçimindeydi. Siegel yazısında, “esas olarak bir orta sınıf ülkesi olan Amerika”nın bu özelliğini kaybetmekte olduğundan yakınıyor. Örneğin 1970’lerde New York’un nüfusunun yüzde yirmi beşi orta sınıflardan oluşuyormuş. Bu oran 2008’de yüzde 16’ya düşmüş, düşmeye de devam ediyormuş.

Ancak yazıyı okurken iki şey dikkatinizi çekiyor. Siegel, “orta sınıflar”ın sayısındaki azalmayı sanayi sektöründeki üretken işlerin azalmasıyla açıklamaya başlıyor. Böylece sanayinin yerine hizmet sektörü geçmeye başlamış. Bu sektöre de göçmen azınlıkları doldurmuşlar. İkincisi, New York eyalet yönetimi kamu işçileri sendikasını, göçmen iş gücünü kapsayacak biçimde genişletmiş. Böylece artan harcamalar, yüksel vergilere yol açmış, bu da eyaletten imalat sanayinde çalışan “orta sınıflar”ın çıkmasına neden olmuş. Uluslararası rekabet ve yeni teknolojilerin devreye girmesi “orta sınıf” işsizliği daha da arttırmış...

Daha fazla uzatmayacağım, gördüğünüz gibi Siegel “orta sınıf” kavramını kullanıyor ama aslında, işçilerden hem de sanayi işçilerinden söz ediyor.

Bitirirken bir örnek daha vermek istiyorum. Bu kez New York Times’dan Thomas Friedman yazıyor: “Orta sınıfları, kolay alınan kredilerden, düzenli çalışmadan, kamu sektörü işlerinden, sosyal ödeneklerden giderek daha çok yoksun bırakıyoruz- hem de bunu küreselleşme ve yeni teknolojiler... gelir dağılımını daha da bozarken ve vatandaşlar, örgütlenmelerini, protesto eylemlerini, iktidarı sorgulamalarını kolaylaştıracak medya olanaklarına daha fazla kavuşurken yapıyoruz”.
Friedman, tüm bu saptamalarında işgücünü satarak, karşılığında aldığı ücretle geçinen çalışanları, bunların, sermayenin krize uyum sağlama sürecinden (küreselleşmeden) olumsuz etkilenen kesimini kast ediyor. Yüksek ücretle çalışan yönetici tabakasını, sermayenin ekonomik siyasi iktidarının uygulayıcılarını, kültür endüstrisinde egemen fikirleri üretenleri değil...

Diğer bir deyişle, Friedman her anlamda işçi sınıfından söz ediyor ama bunun adını “orta sınıfı” koyarak, işçi sınıfını yine kaybediyor... 

Karşımızda, toplumda var olan bir sınıfın, “kendini tanımasını” da engelleyerek, bu var oluşunun yeğinliğinin derecesini (daha ayrıntılı bir tartışma için Bkz: Ergin Yıldızoğlu, “İsyanlar üzerine düşünceler”, sol.org; 11/08/11,) en düşük düzeyde hatta kültürel alanda “sıfır noktasında” tutmaya programlanmış bir egemen sınıf söylemi var.

Siyaset ve sanat... 
Tüm bunlardan ben, komünist hareket ve sanat açısından kimi sonuçlar çıkarılabileceğini düşünüyorum.

İşçi sınıfın varlığı, nerede ve nasıl olduğu komünistler için tabii ki en açık konulardan biridir. Ama, sanırım “ işçi sınıfın saklanmasına” ilişkin dil manevraları egemen ideolojinin en önemli bileşenlerinden biri haline gelmiş durumda. Bu durum, karşıt stratejileri geliştirmeyi gerektiriyor.

İkincisi, kriz dönemlerinde ekonomik yapının özellikleri, yeni teknolojilerle, çalışma teknikleriyle, alanlarıyla ilgili olarak değiştikçe, işçi sınıfının içinde de kimi yapısal dönüşümler başlıyor, yeni sınıf fraksiyonları ortaya çıkıyor. Son yıllarda “orta sınıf” kavramı bu yeni kesimlerin tanımlanmasını, “kendilerinin sınıf konumlarını” anlamasını engellemek amacıyla kullanılıyor. Halbuki bu yeni gelişen fraksiyonlardan kalıcı olacak olanlar, sınıfın en ileri, örgütlenmelerini, protesto eylemlerini, iktidarı sorgulamalarını kolaylaştıracak medya olanaklarına en kolay ve en hızlı ulaşabilen, uluslararası bağlantıları, dayanışma ağlarını kolaylıkla kurabilen, bilgi deneyim, transferini hızla gerçekleştirebilen kesimini oluşturuyor. “Meydanlarda” yaşananlar, eylemleri önce bu kesimlerin hazırladığını, sınıfın geri kalan, sendikalarda, partilerde örgütlü kesiminin katılma olanaklarını yarattıklarını gösteriyor.

Bu gözlemler doğruysa, bu kesimlerin komünistler açısından önemli bir ilgi nesnesi haline gelmesi, komünistlerin kendilerini bu kesimle ilişkiye geçebilecek biçime, onunla “konuşabilecek” yönde, tabii ki geleneksel çalışma alanlarını ve araçlarını terk etmeden, bunları zenginleştirecek biçimde geliştirmeleri gerekiyor.

Bu bağlamda bence komünizmin temel kavramlarını, dilini, hiç tavizsiz yeniden canlandırmak, “komünizm” kavramının bir önceki dönemde başına gelen “felaketlerden”, yaşanan yenilgilerden çekinmeden, en temel özelliklerine vurgu yaparak, sade bir biçimde tanımlayarak adeta “rehabilite” etmek, yoğun bir biçimde kullanmak gerekiyor diye düşünüyorum.

Neticede mücadele, öncelikle insanların akılları, kullandıkları dil üzerinde sürüyor. Burada aklıma Tony Cliff’in (1917-2000) “mücadele esas olarak işçi sınıfının bir kesimiyle (greve çıkmak, mücadele etmek isteyen, komünist- EY)) öbür kesimi (greve çıkmaya, mücadeleye isteksiz, kapitalist gerçekçiliğin etkisindeki –EY) arasında sürer. Bunlar mücadeleyi, birliği sağlayacak biçimde bir sonuçlandırsalar, her şey çok kolaylıkla ve kısa sürede olup biter, adeta dönüp kapitalistleri tükürükleriyle boğarlar” sözleri geldi (aklımdan aktardım). Egemen ideolojinin ve devletin de esas işlevi işte bu mücadelenin sonuçlanmasını engellemektir.

Bu yazımı, sanatçının görevi, işlevi üzerine (bu konuya bir başka yazıda etraflıca tartışmak umuduyla) kısa bir not düşerek bitirmek istiyorum.

Birincisi sanatçının her zaman belli teknik yetenekleri oluyor. Bu teknik yeteneklerin, siyasi faaliyetin araçlarının daha mükemmelleştirilmesinin hizmetine verilmesi bence çok önemli. Böylece, daha “güzel”, posterlerimiz, afişlerimiz, sinema ve fotoğraflarımız, iyi konuşmacılarımız olacak. Ama bu sanat değil “propaganda” alanına ait bir işlev.

Sanat alanına gelince sanırım şöyle bir durum söz konusu: Egemen ideolojinin “karartma”, “silme”, “çarpıtma”, “yanlış tanıtma” işlevlerinin, devletin fiilen bastırma operasyonlarının esas hedefi, yapıya tehdit oluşturabilecek kesimlerin, “sesinin kesmek”, konuşmasını anlaşılmaz, varlığını, eylemini görülemez kılmaktır. Kısacası, egemen ideolojinin ve devletin hedefi, bazı toplumsal kesimlerin (sınıfların) varoluşunun yeğinliğinin minimum noktasında kalmasını sağlamaktır.

Sanatçının ve sanatın işlevi, hatta tanımı, bence burada ortaya çıkıyor. Sanatçı, bu sesi kısılan, görülemez kılınansınıfların, kesimlerin, varoluşunun yeğinliğini arttırma çabalarını güçlendirecek, bastırma ve susturma operasyonlarına direnecek tekniklerin, söylemlerin parçası olabilecek, bu mücadelenin “yeni insanını” (öznesini) yaptığı etkiyle, bıraktığı “izle” yaratabilecek estetik yapıtları üretmelidir. Tabii bu üretimin gerçekleşebilmesi için, öncelikle sanatçının, “yapıya” karşı bir duruşu çoktan geliştirmiş, bu duruşun getirdiği kaygıları, kuşkuları, kararsızlıkları, öfkeyi kısacası “iç ağrılarını” yaşamaya başlamış olması gerekiyor... 

No comments:

Post a Comment