Friday 28 October 2011



"Geleceğe dönüş"  (soL.org)

(27 Ekim 2011 )

Yirmi birinci yüzyılın başı, her geçen gün biraz daha 21. Yüzyılın başına Lenin’in Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması broşürünü yazdığı döneme benziyor. Hatta, daha da ileri giderek, bu gün gelişmekte olan süreçlerin bir çok açıdan, o dönemdeki benzerlerinden çok daha geniş çaplı olduğunu ileri sürmek de olanaklı.

Emperyalizmin dünü
Lenin Emperyalizm... (Imperialism, The Highest Stage of Capitalism, Foreign Language Press, Pekin, 1973,) broşüründe modern kapitalist emperyalizmi tanımlamak “eski emperyalizmden” ayırt etmek için bir seri olguya işaret eder, beş eğilime dikkat çeker (sf. 106). Bunları çok yakından bildiğimizi var saydığım için, kısaca, anımsatmakla yetineceğim.

(1) Kapitalist üretimde yoğunlaşmanın sonucunda tekeller ortaya çıkarak ekonomik yaşamda belirleyici hale gelmiştir. Tekellerin piyasalar ve doğal kaynaklar üzerinde kontrol oluşturma eğilimi sömürgeciliğe yol açmaktadır (sf.98). (2) Banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmiş, bu zeminde “finans kapital” denen yeni bir biçim ve finans oligarşisi ortaya çıkmıştır. (3) Sermaye ihracı çok özel bir önem kazanmıştır. (4) Dünyayı aralarında paylaşan uluslararası sermaye tekelleri oluşmuştur. (5) Dünyanın topraklarının en büyük kapitalist güçler arasında paylaşımı tamamlanmış; yeniden paylaşım rekabeti başlamıştır.

Lenin bu zeminde Kausky’nin görüşlerini eleştirirken (sf 107-112) bu beş eğilime ek olarak emperyalizmin şiddet ve gericilikle eğiliminin, sanayi sermayesinin zayıflamasına paralel finans sermayesinin egemenliğinin, ilhak eğilimininaltın çizer. Lenin broşürün bir sonraki bölümünde (sf 120-122), finans sermayesinin, giderek üretimden kopmasına, rantiye özelliğine, asalaklaşmasına işaret eder. Kredi mekanizmasının siyasi etkilerine değinen Lenin dünyanın az sayıda alacaklı, çok sayıda borçlu devlet olarak ikiye ayrıldığını vurgular. Lenin’e göre, emperyalizmin ekonomik temelleri arasında esas olarak, finansallaşma giderek güçlenen eğilimdir. Lenin 127. sayfada göç olgusuna da işaret ederek bunun artık geri kalmış ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru yaşandığını vurgular; 128. Sayfada da işçi aristokrasisi olgusuna dikkat çeker.

Lenin’e göre emperyalizm kapitalizmin asalaklaşma ve çürüme aşamasıdır. Bu anlamda Lenin’in emperyalizmi kapitalizminson aşaması, yaşanan krizi de son kriz olarak gördüğü söylenebilir. Ancak burada “bu son kriz” çıkarsamasının kavramsal (notional) olarak düşünmek gerekir. Lenin de zaten Financial Times’da Amaratya Sen’in aktardığına bakılırsa (10 Mart 2009) 1919 yılında “bu krizden bir çıkış olmadığını düşünmek yanlış olur” diyormuş. Ne yazık ki bu alıntıya Lenin Bütün Eserler elektronik arşivi içinde bir kaynak bulamadım. Ama Sen’in dürüst bir akademisyen olduğunu düşünerek aktardım.

Benim kendi okumalarımdan edindiğim izlenim Lenin’in bir “nihai çöküş” teorisini kabul etmemekle birlikte, yaşamakta olduğu krizin son kriz olduğunu düşündüğü yolunda. Eğer bu izlenimim doğruysa, Taylorizm ve bant sistemi(Ford T-Modeli) gibi yeni, üretim teknikleri ve emek süreci biçimleri ortaya çıkmış olmakla birlikte, Lenin’in böyle düşünmekte haklı olduğu söylenebilir. Zaten, kriz teorilerinin, Marx’ın kapitalizm, emek süreci analizlerinin yorumlarının gelişmişlik düzeyi, o dönemde bunların krizden çıkma olasılıklarına işaret ettiğini saptamaya olanak verecek noktada değildi. Örneğin Taylorizm’i sosyalizmin inşa sürecinde kullanmaya kalmak, bu gelişmelerin sınıf karakterinin ve işçi sınıfının sınıf şekillenmesinin üzerindeki olumsuz etkilerinin henüz ayırdına varılmamış olduğunu gösteriyordu.

Diğer taraftan Lenin açısından, I. Dünya Savaşı bitmiştir ama III. Enternasyonal’e verdiği raporda vurguladığı gibi, büyük güçler arası çelişkiler çözülmeden kalmıştır, yeni bir dünya savaşı gündemdedir. Lenin bu öngörüsünde de haklı çıkmıştır.

Kriz Lenin’in öldükten sonra da yoluna devam etmiştir. Örneğin, Joseph Stalin’in 17. Parti Kongresine sunduğu bir raporda (26 Şubat 1934) yer alan, bu gün kulağımıza hiç de yabancı gelmeyecek, şu ifadeleri, bugünle o dönem arasındaki paralelliği sergilemesi açısından anımsamak yararlı olabilir.

“Günümüzde kapitalist ülkeleri etkisi altına almış olan kriz önceki krizlerden farklıdır. Bir çok şeyin yanı sıra, bu en uzun krizdir. Daha önce krizler bir iki yılda biterdi. Bu kriz beşinci yılını yaşarken, kapitalist ülkelerin ekonomilerini etkilemeye devam ediyor, önceki yıllarda oluşmuş birikimlerini tüketiyor” (Bütün Eserler. Cilt. 13, Foreign Languages Publishing House, Moscow, 1954)

Özetle Lenin Emperyalizm kitabını yazdığı dönemin, ki bu dönemi, kapitalizmin “yapısal krizi” bağlamında 1946’ya kadar uzatmak gerekir, genel ekonomik siyasi “iklimiyle” bu günkü ekonomik siyasi iklim arasında çarpıcı paralellikler bulmak olanaklıdır.

Ve bugünü
Bu bağlamda, Lenin’in broşürüne dönersek, tekelleşmenin ve finansallaşmanın çok daha iler boyutlara ulaşmış olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Finans Kapital (sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesi), türev piyasaları, yatırım bankaları, gibi yeni araç ve kurumlarla çok daha geniş çaplı, uluslararası alanı kapsayacak biçimde gelişmiştir. Dahası, 1970’lerde bağlayan yapısal kriz içinde, Finans Kapital (banka-sanayi tekeleri) kültür endüstrisi tekellerini de içine alarak çok daha karmaşık (simgelerin üretimi ve yayılması), ideolojik alanı da kapsayan bir varlık haline gelmiştir.

Lenin’in dikkat çektiği, piyasalar ve doğal kaynaklar üzerindeki rekabet ve sömürgeleştirme eğilimi, 11 Eylül’den sonra tüm hızıyla devreye girmiş, Afganistan ve Irak’tan sonra Afrika’da yoğunlaşmaya başlamıştır. Çünkü, Çin, yükselen güçlerin en kapasitelisi olarak, ekonomik gereksinimlerini karşılayabilmek için hızla Afrika’ya girmekte, piyasaları, mineralleri, enerji kaynaklarını, doğal kaynakları finansal yollarla denetimi altına almaya çalışmaktadır. ABD Harp Akademileri dergisi Parameters’de vurgulandığı gibi, Çin’in, bir aşamada askeri kapasitesini Afrika’ya getirmesi kaçınılmazdır. ABD buna hazırlanmak amacıyla 2007’de AfriCom’u kurmuş, bir çok Afrika ülkesiyle güvenlik anlaşmaları yapmıştır. Libya saldırısında devreye NATO’da girmiş, kaynak rekabeti sömürge savaşları yeni bir boyut kazanmıştır.

Emperyalizm broşürüne ilişkin değinmemiz gereken bir diğer nokta da şiddet eğilimi ve siyasi gericiliktir. Şiddet eğilimi hakkında sömürge savaşlarında sivillerin hedef alınma düzeyine, kullanılan silahlara bakarak bir fikir edinebiliriz. Bu gün Afganistan, Irak ve Libya’da şahit olduğumuz katliamlar, yargısız infazlar, kullanılan uranyumlu mermiler Lenin döneminde yaşananları aratmayacak düzeydedir.

Siyasi gericiliğe gelince, emperyalizme Siyasal İslam arasında oluşmaya başlayan ortak yaşama, Müslüman Kardeşlerörgütünün, Mısır, Tunus, Ürdün, Filistin, Suriye ve hatta Türkiye’deki yerel iz düşümlerine, Selefi akımlarına yükselmesine bakmak yeterli olacaktır. Besbelli ki emperyalizm, “Arap Baharı” adıyla ehlileştirilmeye başlanan devrimci atılımda kendini gösteren enerjinin ve iradenin denetim altına alınmasında, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Müslüman Kardeşler akımına yaslanmaya karar vermiştir.

Unutmamak gerekir ki bu gün karşımızda olan, Ne 1930’lardaki anti emperyalist ruha, ne 1970’lerdeki (Sayyid Kutb, Ali Şeriati) popülist ruha sahip bir akımdır. Bu anti-emperyalist, popülist ruhu, “plep damarını” arkada bırakmış, siyasi iktidara ulaşmak için emperyalizmin siyasi asker müdahalelerinden medet uman mülk sahibi sınıfların hareketi haline gelmiş bir akımdır.

Bu akımın kendini, emperyalizmle birlikte “demokratikleşme” söylemi arkasına gizleme dinamikleri de bize bir başka şeyi, Asya kapitalizminde görmeye başladığımız, “otoriter kapitalizmin” bu gün hızla norm haline gelmeye başladığını, söylemektedir. Önce Zizek’in daha sonra da New Left Review dergisinin Eylül/Ekim sayısında Wolfgang Streeck’in “The Crisis of Democratic Capitalism” makalesinde tartıştığı gibi, artık biçimsel olarak da olsa demokrasiyle kapitalizmin yolları, 1980’lerden bu yana ayrılmıştır.

Artık gündemde olan, “çevre”de savaşlar, katliamlar, dinci akımlar ve sömürgecilik, “merkez”de, yeni teknolojilerin yardımıyla, finans – medya kıskacına sıkıştırdığı bireyin yaşamının, hemen her alanını izlemeye, denetlemeye, yönetmeye çalışan, klasik faşizme dönüşmek için uygun bir ideoloji ve siyasi hareket bekleyen bir “kontrol toplumu”.

Göçmenler sorunu da bu gün Lenin’in vurguladığı dönemdeki boyutları çoktan aşmış küresel bir krize dönüşmüştür. Sermayenin asalaklaşmasına gelince, bu artık Lenin dönemindeki gibi siyasi bir argüman olmaktan çıkmış, popüler kültürün bir parçası haline gelmiş, toplumsal muhalefetin hedefi olmuştur. Lenin’in Emperyalizm broşürünü yazdığı dönemle, bu gün arasında bir benzerlik daha var. O da Proletarya mücadelesinin (yaşayabilmek için iş gücünden başka satacak şeyi olmayanlar) yükselmeye başlamış olması. Bu gün, malum sebeplerden, proleterya mücadelesi, komünist hareketin o dönemki düzeyinden çok geride bir noktadadır. Ama yıllar sonra yeniden kendini hissettirmeye başlamıştır ve yükselmektedir hem de küresel çapta...

Dahası, proletarya mücadelesi, Yunanistan’da olduğu gibi çok sert biçimler sergilemeye başlamıştır. Bu sertlik Avrupa’nın diğer ülkelerinde de kendini göstermeye adaydır. Benzer mücadeleler açısından adeta bir çöl sayılabilecek ABD’de yüzden fazla kent muhalefet hareketinin etkisindedir ve polisle çatışma olayları giderek sıklaşmaktadır.

Bu dönemin erdemi
Lenin’in Emperyalizm broşürünü yazdığında, Komünizm yeni bir deneye başlıyordu. O dönemin erdemi bu deneyimi, ortaya koyduğu yeni örgütlenme ve iktidar biçimlerini savunmak, sürdürmek, geliştirmek, bunun mücadelesini (iç tartışmalardan ve sonuçlarından) korkmadan vermekti. O dönemde, devrimci irade, tarihin önüne geçiyor, maddi zeminin koyduğu sınırları zorluyor, kendini II. Enternasyonal’in evrimci, determinist sosyalizminden ayırıyordu... Lenin’in Sukhanov’la yaptığı ünlü tartışmada vurguladığı gibi “önce içine girmek sonra görmek” gerekiyordu (on s’engage et puis on voit) (Pravda (No. 117) May 30, 1923). Realiteye müdahale ve zamanlama her şeydi… Tabii ki bu, güçler dengesini, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyini görmezden gelen bir histerili bir volontarizme işaret etmiyordu... Harekete katılma, ilerletme, riskleri göze alma iktidara aday olma kararlılığına işaret ediyordu.

Bugün başka bir noktadayız diye düşünüyorum. Bu gün II. Enternasyonal’in otoritesine baş kaldırmak gibi bir sorunla karşı karşıya değiliz, ama tüm yerel ve uluslararası geleneğimizi, deneylerimizi değersizleştirmek isteyen, hatalarımızdan dersler çıkarmamızı engellemeye çalışan, hareketi demokrasi mücadelesine hapsetmek isteyen bir post-modern, liberal sol’un saldırılarının altında yürümeye çalışıyoruz. Bugün, Lenin’in kuşağının örgütsel ve mücadele alanlarında gösterdikleri, kendilerini bir önceki dönemden ayıran, bir anlamda, “tarihin eski elbiselerinden” kurtaran yaratıcılığını tekrarlamak zorundayız.

Hızla, ilerlemekte ve derinleşmekte olan kriz döneminde bugün, gündemde olan salt emperyalizm broşüründe vurgulanan sorunlar, o kitap yazıldıktan, Lenin öldükten sonra sonra yaşanan felaketlere ilişkin olasılıklar değil. Yine karşımızda büyük savaşlara, Faşist rejimleri, soykırımlara, totaliter devletlere ilişkin riskler var. Ama bunlara ek bu kez tüm insanlığı tehdit eden, kapitalizm krizini çözmeye çalıştıkça derinleşmeye aday çok ciddi bir ekolojik kriz de var. Kapitalist “yaşam dünyası”, artık sürdürülemez bir noktaya ulaşmış durumda ve ayakta kalmaya devam etmek için insanlığı tüketmeyi göze almaya hazır.

Ben kendimizi adeta Titanic gemisinin güvertesindeymiş gibi düşünüyorum. Yolcular ya kendi aralarında şezlong kapma yarışı içindeler, ya da salonlarda dans edip, yiyip içip hazlarının peşinde koşmaya devam ediyorlar. Kaptan ise nereye gittiğini bilmeden yoluna devam ediyor...

Kısacası yerel açıdan “çok önemli” sorunlardan başımızı kaldırıp, geminin rotasını değiştirmeye yönelemiyoruz.

Ama tarih çözebileceği sorunları gündeme getirirmiş. Finans-kapitale karşı, hem kapitalizmin merkezlerinde hem de küresel çapta yükselen tepki, Avrupa’da giderek yoğunlaşan sınıf mücadeleleri (gözlerimiz ve kalbimiz, umutlarımız Yunanistan proletaryasında...) yeni katılımları, yaratıcı örgütlenme, çalışma tarzlarını bekliyor. Henüz yeni başlayan hareketin çocukluk döneminin bilinç düzeyine bakarak karar vermemek ve Lenin’in Napolyon’dan gelerek aktardığı gibi “on s’engage et puis on voit” demek gerekiyor. Günün erdemi bu cesareti göstermekmiş gibi geliyor bana.

Saturday 22 October 2011

Onlar ki ne istemediklerini biliyorlar!  (Sendika.org) 20 Ekim 2011


Kapitalizmin yarattığı krizin içinde, bu krizin yarattığı kaos içinde “yaşamlarına”, bunu sürdürme özgürlüklerine yönelik tehditlere karşı tepki göstermeye başlayan insanların hareketinden oluşuyor bu “makine”. Kriz, düzenin hakikatini gözler önüne serdikçe, “hayır istemiyorum” çığlıkları yükseliyor, bu çığlıklar birbirini bularak bir harekete dönüşüyor

Mali krizin ikinci aşamasında, bankalarda ve uluslararası yatırım kurumlarında ifadesini bulan egemen sermayenin, devletleri eliyle, dünya halklarına karşı başlattığı saldırı cevapsız kalamazdı. Geçen hafta 82 ülkede 192 sokak ve meydan işgali, cevabın küresel çapta oluşmaya başladığını gösterdi. Şimdi hep birlikte bu oluşma sürecinin sergilediği biçimleri anlamaya, olası yönünü öngörmeye çalışıyoruz. Ancak, karşımızdaki olguların biçimleri ve birlikte oluşturmaya başladıkları resim henüz berrak değil.

Örneğin, İspanya’daki Porto del Sol, ABD’deki “Wall Street’i İşgal Et”, Londra’daki “Birlikte İşgal” eylemlerinin dinamiklerine ve yayımladıkları deklarasyonlara ilişkin iki kaygılı saptama dikkat çekiyor.

Bunlardan biri “bunlar ne istediklerini bilmiyorlar”, “örgütlenmeye direniyorlar”, “her kafadan bir ses çıkıyor” dedikten sonra bu dalganın geleceğine ilişkin oldukça kötümser kaygıları dile getiriyor. Bir diğer saptamaya göre, bu dalganın gündemindekiler, ileri sürdüğü talepler, en fazla sosyal demokrat, reformist bir program oluşturuyor.

Ben bu iki saptamanın da yetersiz kaldığını, benim aşağıda bunlara ek olarak sunmaya çalışacağım yaklaşımın da, hareketin bu aşamasında, ben daha anlamlı bulsam da, yetersiz kalacağını düşünüyorum. Ama, en azından yeni dönemin ve yeni bir dalganın başlangıcına tanıklık ettiğimizden hiçbir kuşkum yok.

Neo-liberal “Restorasyon” nihayet dağılıyor
Restorasyon pratikte, gerçek anlamda siyaseti, post-modernizm de, teoride (felsefede) evrensel olanı düşünmeyi yasaklamıştı. Şimdi, bastırılan geri geliyor, teori (düşünce) yeniden özgürleşiyor. İlk vurgulamak istediğim nokta bu.

Egemen sermaye, mali krizin ilk aşamasında, adeta bir darbe yaparak, devletin en üst kademelerine, özellikle mali aygıtlarına el koymuş, yaklaşık 12 trilyon dolarlık kurtarma fonunu bankaları kurtarma adına kendine transfer etmişti. İkinci aşamada egemen sermaye, devletleri, bu fonun kamu maliyesinde yarattığı maliyeti halkların sırtına yükleyecek politikaları devreye sokmaya zorladı. Bu, krizin getirdiği işsizlik ve yoksullaşmaya ek olarak, en yoksulun daha da yoksullaşması gerçekleşirken, işsizlik artarken sosyal güvenlik kurumlarının geri kalanının da tasfiyesi anlamına geliyordu.

Egemen sermaye, siyasi kültürel hegemonyasından, medya üzerindeki hakimiyetinden, tüm karşıt görüşleri susturmuş olduğundan, kısacası liberal restorasyonun gücünden o kadar emindi ki, bu saldırının, kayda değer bir direnişle karşılaşmadan amacına ulaşmasını bekliyordu; ekonomi politiğin ötesinde, bir ahlak ve adalet sorunu yaratmaya başladığının ayırdında değildi.

Ahlak ve adalete ilişkin düş kırıklığının başladığı yerde felsefe ve siyaset, ama devlet yönetme anlamında değil gerçek anlamda, “şeylerin andaki durumuna”, yapının düzenine, yaşamın verili kurallarına karşı tepkileri ve değişim arzularını temsil eden siyaset başlar... Felsefeye gelince, insanlar başlarını hızla dağılmakta olan verili kanaatlerden kaldırıp, “hakikatlere” dayanan evrensel ilkeleri aramaya başlarlar, felsefe yeniden önem kazanır.

Geçen yıl yine bu aylarda İngiltere’de, öğrenci gençlik muhafazakar-liberal koalisyonun üniversite harçlarını bir anda yüzde 300 artıran yasa taslağına karşı ayaklandı, büyük protesto gösterileri üniversite işgalleri gerçekleştirdi. İkinci aşamada eylemlerinin alanını toplumun tümünü etkileyen kesintileri hedef alacak biçimde genişlettiler ve sendikaların desteğin aldılar. Bu sırada Avrupa’da gençler ve işçiler de kurtarma paketlerinin yükünü sırtlarına yıkmaya çalışan hükümet programlarına karşı direnmeye başlamıştı.

Derken, Tunus, Mısır devrimci dalgası “Arap Baharı” olarak nitelenen sarsıntılar patlak verdi. Avrupa ve Kuzey Afrika’da yaşananlar arasındaki benzerlikler konuşulurken, Amerika’nın Wisconsin Kenti’nde işçi olayları patlak verdi ve “Burası Tahrir Meydanı” pankartları ortaya çıktı. Artık evrensel bir dalgayla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorduk. Protesto eylemleri İspanya’nın Porto del Sol Meydanı’na geldi, “Gerçek Demokrasi” deklarasyonu yayımlandı. Bu deklarasyon, İtalya meydanlarında yankılandı, tekrarlandı.

Sonra emperyalizmin, egemen sınıfların Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki devrimci dalgayı ele geçirme çabalarına, devrimci atılımların bu müdahalelere direnememesinin siyasi sonuçlarına, Siyasal İslam’ın yükselmeye başlamasına, Libya’nın başına gelenlere, Bahreyn ve Suriye’deki trajik olaylara şahit olduk. Adeta dalga duraklıyor, hatta geri çekiliyor gibiydi. İngiltere’nin kimi kentlerindeki, isyan ve yağma patlaması da kısa sürdü.

Bu “patlamanın” arkasından gelen binlerce tutuklama, hızlı yargılamalar, olağan üstü yüksek cezalar, Kasım ayında planlanan büyük öğrenci olaylarına, genel greve doğru ilerlerken havanın yeniden kararmaya başladığını düşündürüyordu.

Sonra, her şey yeniden değişti. Wall Street’in işgali başladı, hızla önce ABD kentlerinde sonra geçen hafta tüm dünyaya yayıldı. Dahası, Wall Street ve Londra işgalleri, gerek gündemlerine aldıkları sorunlar, gerek örgütlenme teknolojileri, meydanlarda kurdukları “yaşam dünyaları”, Tahriri Meydanı’ndan, Porto del Sol’a kadar ortaya çıkan biçimlere son derecede benziyordu.

“İsyan makinesi”
Çok önemli bir gelişme daha kendini göstermeye başladı. Küresel muhalefet dalgası, Deleuze ve Guattari’nin bir kavramını (biraz zorlayarak) ödünç alırsam, adeta, her yerde aynı özellikleri sergileyen bir “isyan makinesi” inşa etmeye başlamıştı. Bu makine de her uğradığı mekânda neoliberal restorasyonun ideolojik egemenliğinin kodlarını çözüyor, yerine kendi kodlarını (hatta “mem”leri –bir insandan öbürüne, bir kültürden öbürüne sıçrayarak yayılan ve gittiği yerde kendini yeniden üreten, karşılaştıklarını değiştiren, fikir, simge, davranış, tarz parçacıkları) oluşturmaya başlıyordu.

Bu ilginç gelişmeye iki örnek vermek gerekirse, ABD’de AFL-CIO sendikalar konfederasyonu, Wisconsin protestoları sırasında bir ayda 20 bin yeni üye kaydetmişken, Wall Street protestoları başladıktan sonra bir haftada 25 bin sendikasız işçiyi sendika üyesi yapmışlar.

İkincisi, toplumsal davranış eğilimleri araştırmalarıyla bilinen Pew Research Center’ın Başkanı Andrew Kohut’a göre Amerikan halkının Wall Street işgal hareketine ilgisi artmaya başlamış. İşgalle ilgili haberleri izleyen insanların sayısı giderek artıyormuş. Gallup’un bir kamuoyu yoklamasına göre de hareketle ilgili haberleri izleyenler arasında, olumlu yaklaşımlar ağır basıyormuş, Pew’un yakında yayımlanması beklenen bir araştırma bulgularına güre halkın büyük çoğunluğu devletin yoksullardan ve orta sınıflardan daha çok zenginlere hizmet ettiğini düşünmeye başlamış; halkın büyük çoğunluğu mali piyasaların denetlenmesinden yanaymış.

Ödünç aldığım kavramla biraz daha devam edersem bu “makine”nin doğasına ilişkin iki saptama yapmak istiyorum. Birincisi, bu henüz “oluşma” sürecinde, bu anlamda evrim halinde, yayılma çoğalma, karşılaşacağı koşullara göre değişme potansiyelleri ya da değişemeyerek yok olma riski taşıyan bir “makine”. İkincisi bunun bir yıl gibi kısa bir sürede, dünya çapında, geçen hafta 192 kentte olduğu gibi, ortaya çıkması, bir örgütün, siyasi akımın yarattığı bir eylemler dizisiyle değil, toplumsal (sosyolojik) bir olayla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Adeta “tarihin maddesi” olarak hareket eden bir “şey” var karşımızda. Her kafadan bir ses çıkmasına, çok farklı siyasi eğilimlere, gelir dilimlerine, meslek gruplarından gelen insanları barındırmasına karşın, Tahrir’den Porto del Sola, Wall Street’ten, Londra’daki St. Paul Katedrali önündeki meydana kadar hep aynı biçimleri sergiliyor olması da “tarihin maddesi” saptamamı destekliyor diye düşünüyorum.

Komünistlerin bu dalgaya ve meydanlardaki duruma bakarken, yazımın giriş bölümünde vurguladığım iki adeta taban tabana zıt saptamayı üretmelerinin temelinde de bu yatıyor. Gerçekten bu “makine” ne istediğini, diğer bir deyişle hareketinin tarihsel anlamını bilebilecek bir “akla” sahip değil.

Kapitalizmin yarattığı krizin içinde, bu krizin yarattığı kaos içinde “yaşamlarına”, bunu sürdürme özgürlüklerine yönelik tehditlere karşı tepki göstermeye başlayan insanların hareketinden oluşuyor bu “makine”. Kriz, düzenin hakikatini gözler önüne serdikçe, “hayır istemiyorum” çığlıkları yükseliyor, bu çığlıklar birbirini bularak bir harekete dönüşüyor.

Bu yüzden, bu harekete katılanlar ne istemediklerini biliyorlar. Hatta tek tek ne istediklerini de biliyor, bildiklerini düşünüyor olabilirler, ama bir bütün olarak hareket, tarihsel anlamını, “gerçekten ne istediğini” henüz (!) bilmiyor. Ama bu bilemeyeceği anlamına da gelmiyor.

Ya da şöyle koyarsam belki daha tutarlı olabilir. Bu toplumsal hareket içinde, ona ne yaptığının anlamını söylemeye çalışan, birbiriyle etkileşim halinde, birçok akıl, ses var. Bu sesler arasında bir diyalog, rekabet hatta mücadele yaşanması kaçınılmaz. Bir aşamada belki de bu seslerden biri ya da aralarından çıkacak yepyeni bir ses, hareketin tümünün anlayabileceği bir dili konuşmayı becerecek, onun tarihsel yönelimine, anlamına en uygun ifadeleri ona anlatabilecek ve egemen olmaya ya da (daha eşitlikçi, hareketin doğasına uygun bir ifadeyle söylemeye çalışırsam, ki bunu öğrenmeden hareketin tümüne, evrenseline konuşmak mümkün olmayacak) karşılaştığı koşullara uyum sağlayarak yaşamaya, evrimleşmeye devam etmesine hizmet edeceği için benimsenecek, onun aklı, sesi olmaya başlayabilecek.

Bugünden başlayarak önümüzdeki dönemde komünistlerin en önemli görevi, işte bu sesi yaratmaya çalışmak olacak. Bu ses hareketi yönetmeyi değil, içindeki bireylerin hareketin anlamını anlamalarına yardım ettikçe, genelde hareketin hızlanmasını, kendinin bilincine varmasını amaçlayacak. Komünistlerin, örgütlerini ve çalışma tarzlarını buna göre düzenleyerek hareketin hizmetine vermeleri gerekecek. Eski bir deyimi biraz değiştirerek alırsam, siyasi çalışmanın, ben bu hareketten ne elde ederim, kaç kişi kazanırım, üzerinden değil, ben ona ne katabilirim (varlığımla yokluğum arasındaki fark, hareket açısından ne olabilir) üzerinden yürümesi gerekecek.

Geleneğimizin, tarihsel bilgi ve deneyim hazinemizin bunu başarmamıza yardımcı olacak zengin birikimlere sahip olduğu kuşkusuz. Ama geçmişi, taşıyamayacağı bir yükle, cevap veremeyeceği sorularla karşı karşıya bırakmak, yalnızca haksızlık olmakla kalmayacak, zaman zaman düş kırıklığına yol açtığında, ona sırtını dönmeye kalkmak gibi ölümcül hatalara da neden olabilecektir.

Tarihimize, geleneğimize gerçekten sahip çıkabilmek, deyim yerindeyse layık olabilmek için, yeni bir dalganın başında olduğumuzun, yeniden ve “başından başladığımızın” yeni şeyler söylemeye mecbur olduğumuzun ayırdında olmamız gerekiyor. Tarihten kopya etmek yerine, kendi başımızın çaresine bakmak zorunda olduğumuzu da unutmadan

Thursday 13 October 2011

Kriz, Kapitalizm, Komünizm, Cesaret


13 Ekim 2011 (soL.org)

Kapitalizm ve kriz kavramlarını yan yana getirince, hemen bir üçüncü kavramı,komünizm kavramını da düşünmek gerekiyor. Daha kesin bir ifadeyle kapitalizmin krizi, komünizmin güncelliğine işaret ediyor.
Ölüm - Yaşam ve Olasılıklar
Kriz kavramına iki açıdan yaklaşabiliriz. Birincisi genel olarak hareketin, özel olarak sermayenin hareket sürecinin bir anı olarak kriz. İkincisi “olay” olarak kriz.
Kriz, Yunanca “krisis” kavramından geliyor. Bu kavram, bir organizmanın olağan yaşamında aniden ortaya çıkarak varlığını tehdit etmeye başlayan bir duruma işaret ediyor. Krizi organizmanın hareketine ait, dolayısıyla onun bir anı olarak düşündüğümüzde, organizmanın bu krize yol açan etkenleri giderecek bir değişimi geçirerek yaşamına devam edebileceğini, ya da geçiremeyerek yok olmaya başlayacağını söyleyebiliriz. Bu anlamda kriz organizmanın, ölüm ve yaşam olasılıkları arasında bir noktada, bir karar anında olduğunu söylüyor.
Kavramın tıpta kullanımına bakınca tam da böyle bir anlamla karşılaşıyoruz. Hastanın kritik durumu, yaşamaya devam edip etmeyeceğinin henüz belli olmadığı bir ana işaret ediyor. Kriz kavramının dramaturji (tiyatro) alanında kullanımı da, oyun boyunca açığa çıkan çelişkilerin bir biçimde çözüldüğü bir ana işaret ediyor. Ama bu an yaşanırken, kimi karakterler bu anın içinden değişerek, çözümün bir ifadesi, simgesi olarak çıkıyorlar; kimileri de değişememenin simgesi olarak ya ölüyor ya da oyunun kurduğu evrenin dışına düşüyor, tasfiye oluyorlar.
Bir “olay” olarak kriz, ise, öngörülemeyen bir duruma, hareketin içinde değişimlerin ve o ana kadar var olmayan olasılıkların gündeme gelmeye başlamasına işaret eder.
Bu kısa özetten hareketle, kapitalizmin krizinin, varlık- yokluk seçenekleri ve daha önce gündemde olmayan olasılıklarla karşı karşıya kaldığı bir duruma işaret ettiğini söyleyebiliriz. Kapitalizm ya krizden, krize yol açan sorunlarını aşacak biçimde kendini yeniden örgütleyerek çıkacaktır, ya da yok olmaya başlayacaktır.
Kapitalizmin, kendini yeniden örgütlemesi, bugüne kadar yaşanan krizlerin bize gösterdiği gibi, teknolojik temelini, emek sürecini, firma ve piyasa örgütlenmelerini, yeniden üretim süreçlerini, kurumlarını (devlet, ideoloji) dönüştürerek yeni bir sermaye birikim rejimi yaratabilmesi, yeni bir hegemonya sistemi kurabilmesi anlamına gelecektir. Bunlar olurken hem emek, hem sermaye kesiminde belirgin yeni sınıf şekillenmeleri yaşanacak, yeni kesimler ortaya çıkarken kimi eski kesimler yok olacaktır.
Tüm bunlar başarılabildiği taktirde kar oranları restore edilecek ve yeni bir büyüme genişleme, göreli refah dönemi başlayabilecektir. Aksi taktirde kapitalizm krizinden çıkamayacak, çürümeye devam edecektir. Günümüzün teknolojik gelişmişlik, küresel bütünleşme düzeyi göz önüne alındığında bu çürüme giderek hızlanan bir uygarlık krizi anlamına da gelecektir.
Kapitalizm 1970’lerde yapısal bir krize girdikten, 1980’lerde sorunlarını erteleyecek bir kriz yönetim modelini (neo-liberalizm, finansallaşma) devreye soktuktan sonra 2007’de de, bu düzenleme modelinin iflasına bağlı olarak mali bir kriz patlak verdi. Yapısal krize yol açan tüm çelişkiler yeniden açığa çıkmaya başladı. Ekolojik boyutu, savaşları, dinci akımların yükselişini, egemen sınıfın parazitleşme sürecini de düşününce uygarlık krizinin derinleşmeye başladığını kolaylıkla söyleyebiliriz.
Bu “durum” içinde iki olasılık söz konusu. Bunlardan birinin, servetin ve servet üretme araçlarının merkezileşme düzeyine, izleme, disiplin uygulama, cezalandırma, öldürme teknolojilerinin hızla artmakta olan kapasitelerine, “kültür endüstrisinin” insanları kendi içlerine ve hazlara yönlendirici etkilerindeki yayılmaya bakarak, George Orwell’in “1984” romanında betimlediği bir totaliter barbarlığa açılmakta olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz.
İkinci olasılık ise kapitalizmin aşılarak başka bir toplumsal düzene geçilmesiyle ilgilidir. Bu yeni düzenin adı da komünizmdir. Bu anlamda kriz, komünizmi yeniden, salt teorik felsefi bir proje olarak değil, barbarlığa karşı bir seçenek, tek seçenek, bu nedenle de pratik bir zorunluluk olarak gündeme getirir, konuşulmasına olanak sağlar.
Kapitalizmin bundan önceki yapısal krizine bakınca, hem insanlığın barbarlığı, Faşizminde, Yahudi Soykırımı’nda, iki dünya savaşında, iki atom bombasının yarattığı yıkımda çok berrak bir biçimde gördüğünü biliyoruz. Bu barbarlığa karşı, insanlık, kapitalizmin ötesine, komünizme geçmeyi deneme çabalarını hızlandırmış, somut ve son derecede değerli, zaman zaman trajik derslerle dolu örnekler üretebilmiştir.
Ancak hem komünizme geçme çabaları, geçiş sürecini aşamadan kapitalizmle komünizm arasındaki “sosyalizm” denen “no man’s land”da saplanmış kalmış, ilerleyememenin sonuçlarını yaşamaya başlamış, hem de kapitalizm yeni bir sermaye birikim rejimi ve hegemonya sistemi yaratarak krizden çıkmaya başlamıştır.
Bu gözlemlerden çıkarılacak dersler, kapitalizmin her zaman krizinden çıkacağına, komünizmin de hep “sosyalizme” saplanacağına ilişkin olamaz. Bunlardan birincisi, kapitalizmi, başı olan ama sonu olmayan, ebedi bir sistem olarak görmeyi gerektirir ki bu tümüyle insanlık tarihinin dinamiklerine aykırı, fantastik ve tabii idealist bir sonuç olacaktır.
Diğer taraftan, savunanların arzularının aksine bu ebediyet iddiası, Hegelci bir not düşersek, başı olan ama sonu bir türlü gelmeyen şeyler gibi kapitalizmin de canavarlaşmakta olduğunun kabulu, itirafı edilmesi ama buna karşın savunulması anlamına gelir ki bu da her şey bir yana bir ahlak dejenerasyonuna işaret eder.
İkincisi, komünizmin her zaman “sosyalizme saplanmaya” mahkum olduğunu ileri sürmek, egemen sınıfların gücünü mutlaklaştıracak, onları tanrı katına yükseltirken, “büyük” insanlığın aklını, kendini yönetme iradesini yadsıyarak onları kul statüsüne indirgeyip barbarlığa mahkum etmek olacaktır.
Bu gözlemlerden çıkacak en önemli ve öncelikli ders, tarihin karşımıza getirdiği momentte, eğer irademizi kullanmaz, komünizmi güncel bir sorun, kapitalizme, “şimdi, burada” bir cevap olarak olarak düşünmezsek, barbarlık olasılığının hızla artmaya devam edeceğine ilişkin olmalıdır.
Kapitalizmin bu krizden çıkma olasılığı, tarihsel olarak vardır ama henüz ne teorik ne de pratik olarak gündemde değildir. Güncel olan bir taraftan çürüme, çözülme, canavarlaşma, diğer taraftan da bunun karşısında güncel bir seçenek olarak gelmeye başlayan komünizmdir.
Komünizmin Güncelliği
Alman İdeolojisi yapıtında, Marx/Engels, komünizmi “Komünizm bizim içinişlerin kurulması gereken bir durumu, realitenin kendini uydurması gereken bir ideal (ülkü) değildir. Biz şeylerin andaki durumunu (yapılandırılmış durumunu –E.Y) ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları bugün var olan öncüllerden kaynaklanır” ( vurgular orijinalinden. sf 57, 1976, Progress Publishers, Moskova).
Böyle baktığımızda, yukarda değindiğim, komünizmin bir zorunluluk olarak güncelliğinin yanı sıra, “şeylerin andaki durumunu ortadan kaldırmayı amaçlayan bir hareket olarak” pratikte de karşımıza çıkmaya başladığını görüyoruz.
Londra’daki, Şili’deki öğrenci olaylarından, yerel isyanlardan, Yunanistan’daki genel grevlere, Sintagma Meydanı çatışmalarına, Tahrir Meydanı’ndan, İspanya’daki Porto Del Sol eylemine, ABD’deki Wall Street’i işgal etme olayına, Hindistan’da yolsuzluğa karşı kitle hareketlerine, İsrail’deki kitle eylemlerine, bunların yüzlerce başka kentte yansımalarına kadar, kalabalıklar (Hardt ve Negri’nin bir deyimini ödünç alırsak “çokluk”) hızla bunlara katılmaya başlayan işçi sendikaları, “şeylerin andaki durumunu” sorguluyor, demokrasiden, burjuva siyasetinden, sermaye düzeninden bıktıklarını dile getiriyorlar; “şeylerin andaki durumunu istemiyoruz” diyorlar.
Örgütlü ve programlı olmadıkları için, saman alevi gibi sönmesi beklenen bu olaylar, sönmüyorlar, ilk anda beklenenin aksine hem patlak verdikleri yerde devam ediyorlar hem de yaygınlaşıyor yeni yerlerde boy vermeye başlıyorlar; nihayet Wall Street’e, mali imparatorluğun “Roma”sının sokaklarına ulaşıyorlar.
Çokluk ve işçi sınıfı birlikte şeylerin andaki durumunu sorgularken, “şeylerin andaki durumunun” sahiplerinde, 1789 Fransız Devrimi, Rus Devrimi öncesindeki aristokrasiyi anımsatan bir aymazlık, küstahlık gözleniyor. Balkonlarda, ellerinde şampanya kadehleri, eylemcileri, polisin saldırılarını keyifle izliyorlar, binalarının camlarına, inanılmaz bir kibirle “biz %1’iz” pankartları asıyorlar.
Sokaktakiler, meydanlardakiler, ne istemediklerini biliyorlar, ama henüz ne istediklerini bilmiyorlar. Onların eylemi “şeylerin andaki durumunu ortadan kaldırmayı amaçlayan hareketi” oluşturuyor. Böylece, tarihin kapatılmış, egemen yapı tarafından paranteze alınmış düzenli zamanının akışı kırılıyor, siyasi eyleme ve müdahaleye uygun bir alan açılıyor. Bu alanda, şimdi hareketin “ne istediğini” tanımlamak, ona anlatmak, hızlanmasına ve yayılmasına olanak sağlayacak örgütsel biçimleri ve çalışma tarzlarını yaratmak ve geliştirmek gerekiyor... Kısacası, bir “hareket olarak komünizmi”, bir başarı garantisi beklemeden, tüm yenilgi olasılıklarına karşın hızlandırmak, şekillendirmek, kendini bulmasını, yaptığı işin bilincine varmasını sağlamak için katılmak, bu cesareti göstermek gerekiyor.

Thursday 6 October 2011


  "Sol ne yapmalı?"
  06 Ekim 2011 -  (sendika.org)
Birgün Gazetesi’nin bu başlık altında düzenlediği dizide “sol” grupların temsilcileri görüşlerini özlü bir biçimde aktardılar. Böylece Birgün’ün inisiyatifi sayesinde solun mevcut durumu, bu durumu algılayış biçimleri üzerine ilginç, aydınlatıcı bilgilere ulaşma olanağı elde ettik. Bu görüşlerin hepsini birden okumak, bütünlüklü bir görüntü oluşturmayı denemek açısından ayrıca yararlı oldu.

Bu yazıda, söz konusu diziyi ve etrafında yapılan kimi katkıları okuduktan ve gündeme getirdiği sorunlar üzerinde düşünmeye başladıktan sonra bende oluşan ilk izlenimleri paylaşmaya çalışacağım.

-I-


Yazı dizisinin başladıktan biraz sonra, ilk dikkat çeken özelliği, “sol ne yapmalı?” sorusunun “sol ile Kürt siyasi hareketinin ilişkileri ne olacak?” biçiminde daralması, bunun da aslında, Çatı Partisi, Kongre Hareketi bağlamında daha da daraltılabilmiş olmasıdır. Bu hiç şüphesiz meşru bir daraltmadır. Ama “sol ne yapmalı?” sorusu çok daha geniş bir sorunlar kümesine, tarihsel “yüke” işaret eder. Sorunun “sol” gibi sınırları belirsiz, duruma göre içine, ulusalcı- halkçı hareketlerden, sosyal demokratlara, oradan liberallere, ABD Demokratik Partisi’nden İngiltere İşçi Partisi’ne, Avrupa’daki sosyalist partileri hatta CHP’ye kadar uzanan çok geniş bir yelpazeyi oluşturan akımların sokulabildiği bir kavram etrafında betimlenmesi de bence verimi azaltıcı bir unsur olmuştur.

“Sol ile Kürt siyasi hareketinin ilişkileri ne olacak?” sorusuna dönersem, yapılan katkılardan burada iki tutumun egemen olduğunu görüyoruz. Kürt siyasi hareketiyle birlikte örgütlenmek gerektiğini düşünenler ile Kürt siyasi hareketine mutlaka destek olmak gerektiğini hatta kimi durumlarda birlikte mücadele edilebileceğini ancak sosyalistlerin kendi projelerine işçilerin emekçilerin mücadelelerine, “haklar mücadelesine” odaklanarak, bağımsız sınıf hareketlerini inşa etmek gerektiğini savunanlar. Diğer bir deyişle, bu iki tarafın karşısındakinin konumunu betimlemek için kullandığı en keskin ifadeleri kullanırsak: “Kürt hareketine iltihak etmek” isteyenlerle, “önce güçlenelim” diyenler.

Foti Benlisoy’un bu ikilemi aşarak daha kapsamlı bir bakış açısı sunmayı amaçlayan, gündeme getirdiği sorularla özel bir ilgiyi, tartışılmayı hak eden kapsamlı yazısının çok yararlı bir istisna oluşturduğunu da vurgulamak isterim.

Yine de, bu diziyi okurken, yıllar önce, 1980’lerde Birkbeck College’de, o zamanlar düzenli olarak toplanan, benim de bir iki kez uğrama fırsatı bulduğum The Middle East Group’un bir toplantısında, köylü ekonomisi uzmanı Marksist Theodor Shanin’in, 1960’larda Kuzey Afrika’da ve genelde III. Dünya ülkelerinde “solun” geçirdiği evrimi şaka yollu ifade eden, o zamandan bu yana da hiç aklımdan çıkmayan, şu sözlerini aklıma getirdi: “On va maintenant se noyer dans la paysannerie” (şimdi gidip kendimizi köylülüğün içine atacağız) çünkü proletaryadan aradığımızı bulamadık, ya çok reformist, ya da çok fazla muhafazakar ideolojilerin, anti-komünizmin etkisi altında...

Çünkü, “Sol ne yapmalı?” sorusuna “Kürt siyasi hareketiyle birlikte örgütlenmek gerekir” cevabını verenler, bana adetaülkenin metropollerindeki sanayi işçilerinden umutlarını kesmiş, “burada bir şey olmuyor, ama orada hareket var, kendimizi, Kürt halkının ve ‘alt sınıflarının’ mücadele deneyimi, dinamizmi içine atalım” duygusunu paylaşıyorlarmış gibi geldi. 1960’larda olduğu gibi, bugün de bu duygu maddi bir zeminden yoksun değil. Ama bizi halkçılıkla – komünizm arasındaki boş alana fırlatma riskini taşıyor.

Bir kez aklım, bu düşünce koridoruna girince, bu dizinin metinleri üzerinde basit ve çok kaba bir deney yapmaktan kendimi alamadım. Eğer gözümden kaçanlar yoksa (ki olmadığını düşünüyorum) dizi toplam 8,800 sözcüklük bir metin oluşturmuş.

Bu metin içinde “sol” sözcüğü 100 kez geçiyor. Bunu 97 kez ile “Kürt” sözcüğü, 95 ile “Kongre” sözcüğü izliyor. “Kürt Sorunu” ise 23 kez kullanılmış. “Demokratikleşme”, “Demokrasi” ve “Demokrat” sözcükleri yazıda toplam 69 kez, “halk” sözcüğü 52 kez geçerken, dizinin metinlerinde, “emekçi”” kavramı 17, “işçi” kavramı 16, “ezilenler” kavramı 6 kez kullanılmış. “Sosyalizm”den 13 kez söz edilirken, “Komünizm”den yalnızca bir kez söz edilmiş, “Burjuvazi”den de iki kez...

Sonuçta, sözcük bilim ve anlam bilim açısından dizinin haritasının ağırlıklı olarak “halkçı” paradigmanın coğrafyasına işaret ettiği söylenebilir. Ama dediğim gibi, bu basit ve kaba bir deney, çok fazla bir anlam yüklemeye gerek yok.

-II-


Tarih boyunca alt sınıflar, köleler, serfler, yoksullar, ezilenler sık sık ayaklandılar, her ayaklandıklarında esas olarak “demokratik” davranışlar ve örgütlenme biçimleri geliştirerek hareket ettiler. Bu hareketler başarılı oldukları anlarda varsılların, egemenlerin dünyasını yakıp yıktılar, ama hemen hiçbir zaman kendi yaşam koşullarını temel alan yeni bir toplum inşa etmeye girişemediler. Burjuva devrimlerinde, halk, proletarya ayaklandı ama sonunda iktidar yine varsıllar tarafından alındı ve yeniden kuruldu. “Arap Baharı” devrimlerinde de, şimdilik kaydıyla, benzer bir sürecin işlemekte olduğunu söyleyebiliriz.

Paris Komünü bu bağlamda bir ilk ve istisna oluşturur. Çünkü Paris Proletaryası ayaklanmış, kendi programını burjuvaziden ayırmış, uygulamaya başladığında da daha önce görülmemiş, kendine has, kendi yaşam pratiklerinden kaynaklanan siyasi, idari ekonomik örgütlenme biçimlerini, “şeylerin andaki durumunu yıkan gerçek hareketi” “komünizmi”, bunu yönetmeye başlayan “Proletarya Diktatörlüğü”nü ortaya çıkarmaya başlamıştır.

Komünizm açısından işçi sınıfının, 19. Yüzyıl’da da sanayi proletaryasının (1905 ve 1917 Rus devrimlerinde de kendini kanıtlayan) önemi, onun yoksul ve ezilmiş bir sınıf olmasından kaynaklanmaz. Bu önem birincisi, onun ekonomi içindeki konumundan dolayı, bir genel grev durumunda egemenlerin ezenlerin, burjuvazinin dünyasını yıkacak potansiyellere sahip olmasından kaynaklanır. Ama bu yetmez, ikincisi, bu önem, özellikle sanayi proletaryasının kapitalist üretim sürecinin, örgütlenme ve teknolojik yapılanmasının en gelişmiş noktasında bulunmaktan dolayı, yeni toplumu kuracak idari ve teknolojik bilgiye sahip, ya da buna çok kolaylıkla ulaşabilecek özelliklere sahip olmasından kaynaklanır.

Bu saptamalar doğruysa, komünistlerin, devrimci-sosyalistlerin, “sol ne yapmalıdır?” sorusuna vermesi gereken ilk cevap, işçi sınıfının gerçek durumuna bakarak bunun bugün gerek örgütlenme gerekse, teknolojik yapılanma açısından en etkin kesimlerini tanımlamaya ilişkin olmalıdır. Aradan yaklaşık 100 yıl geçmiş olmasına karşın, Lenin’in “Ne Yapmalı”da bu soruya verdiği “sınıfın bilinç düzeyi en yüksek kesiminden başlamak gerekir” cevabı hala geçerlidir. O zaman bu kesimi fabrika işçileri oluşturuyor ve bunlar sınıfın geri kalanını arkalarından çekebiliyordu (hegemonya sorunu). Lenin bu kesimin, sanayi proletaryasının, tüm ezilenlerin taleplerini savunmak, üstlenmek, programına katmak zorunda olmakla birlikte, kendi bağımsız siyasi örgütlenmesini de inşa etmeye özellikle önem vermek zorunda olduğunu vurgular. Bu Karl Marx’ın Paris Komünü deneyiminden, yaşananlara, proletaryanın ilk kez burjuvaziden ayrı taleplerle hareket etmeye başlamış olmasına bakarak çıkardığı en temel dersler biridir de...

Bu yüzden bence “sol ne yapmalı?” sorusu bir seri başka soruya açılmak durumundadır. Bunlardan öncelikle aklıma gelen üç tanesini aktarmaya çalışayım. Birincisini şöyle ifade edebiliriz: Fordizmin dağılmaya başlamasından sonra genel olarak kapitalizmde, özel olarak Türkiye’deki kapitalizmde, dünün sanayi proletaryası gibi, işçi sınıfı içinde örgütlenme ve teknolojik şekillenme açısından en kritik (ekonomik, mali etkisi ve yeniden yapıcı bilgiye ulaşma kapasitesi en yüksek anlamında) öneme sahip kesim hangisidir?

İkinci soru: “Komünistlerin ve komünist hareketin çalışma tarzı, öncelikle bu kesimin yaşam koşullarına ve ‘yaşam dünyası’na göre nasıl şekillenecektir?”

Üçüncü soru şunları kapsamalıdır: Bu kesim, işçi sınıfının ve emekçilerin geri kalanının, toplumun tüm ezilenlerinin, Kürt siyasi hareketinin ve diğer özgürlük hareketlerinin zaten sürmekte olan mücadelelerine kendi siyasi ve örgütsel bağımsızlığını koruyarak nasıl katılacak ve kendi kapasiteleriyle bunların deneyimlerini ve deyim yerindeyse “kinetik gücünü” nasıl birleştirecek, onların mücadelelerine ne katacaktır?