Friday 4 November 2011

 "En yeni Ortadoğu" düzeni 

 ( 03 Kasım 2011. Sendika.org)

KCK tutuklama dalgası, sıra Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’na kadar uzanınca, hem “muhafazakar demokrat aydınlar”la ( bu ‘oxymoron’ için özür dilerim) “liberal demokrat aydınlar” arasındaki ittifak ilişkisi “bir yol ayrımına geldi, hem de “Liberal demokrat aydınlar” telaşlanmaya başladılar.

“En Yeni Ortadoğu Düzeni” (EYOD) başlıklı bir yazıya, “demokrat”, “aydın” kavramlarını bolca kullanarak başlamış olmamın garipliğinin ben de ayırdındayım. Ama, yazı ilerledikçe EYOD ile bu “yol ayrımı” ve nihayet, panik havasına dönüşmeye başlayan “telaş” arasındaki bağı gösterme başlayarak bu garipliği gidermeye çalışacağım.

ABD’nin bölge politikalarında “demokratikleştirme” projesinin yerini, 3M (Molla, Media, Military) projesine bırakmaya başladığına, 2006 Şubat’ında, “Liberal entelijansiya’nın yavaş intihar” sürecine girdiğine de 2007 Nisan’ında işaret etmiştim. Bu yüzden bu “yol ayrımı”, beklenmedik bir gelişme değil, “telaş” da... Diğer bir deyişle, bu tiplerin bugün geldikleri noktaya doğru ilerledikleri daha o yıllarda belliydi. Bu anımsatmayı yaptım, çünkü, “Yol Ayrımı” ve “telaşla”, “EYOD” arasındaki bağı kurarken, “Arap Baharı” denen olayla başlayan gelişmelerin yanı sıra, o yazılarda kullandığım bazı kaynaklara da yeniden baş vuracağım.

Önce bir “potpuri” 
Ama önce, “liberal demokrat” “aydınların” ve bir “muhafazakar demokrat aydın”ın yazılarından bir “potpuri” sunacağım. Ne yazık ki bu potpurinin kokusu konusunda size bir garanti veremiyorum. Buyrun:

“Son KCK dalgası, Prof. Büşra Ersanlı ve yayıncı Ragıp Zarakolu gibi... insan hakları alanında ve akademik dünyada saygın çalışmalarıyla tanınan insanlara da değince, hükümete ve Ak Parti'ye uzun süredir ‘entelektüel meşruiyet’ sağlamış liberal-demokrat ve kimi sol çevreleri son derece rahatsız etti.” (abç)

“Bu yöndeki gidişatın ‘demokratik iklimi’ bozabileceğini seziyorlar. Bu alanda yeterince tecrübeye sahipler. Bu sezgiye, yeni anayasa çalışmalarının sakatlanacağına dair kaygı eşlik ediyor” (abç)

“Erdoğan'ın seçimlerden önce başlayan sert üslubu seçimlerden sonra daha da arttı ve somut bir programa dönüştü. Bu somut programda da artık kendilerini şuna ikna etmiş görünüyorlar: Eskiden terörle mücadelede orduya güvenilmiyordu, şimdi ordu kontrol altında, şimdi sivil irade daha fazla hakim, ihtiyacımız olan savaş araçlarını da temin edersek PKK'ye diz çöktürürüz, askeri açıdan büyük darbe vururuz.” (abç)

“Ve evet, Başbakan ‘KCK operasyonuna ikna edilmiştir’ veya bu ‘onun kucağına emrivakiyle bırakılmış bir zehirli hediyedir.’ Bunun böyle olduğunu ben biliyorum.”... “üstelik Başbakan’ın yakın çevresi olan- önemli bir bölümünün KCK operasyonlarını yanlış bulduğunu ve karşı olduğunu bizzat kulağımla o kişilerden işittiğim için biliyorum”(abç)

Hangi güçle bu kadar eziyeti yapabiliyorlar ?”… “Bir savcı, bir polis nasıl bu kadar güce sahip olabilir?”

Artık, hâkimler ve savcılar, geniş bir çoğunlukla kendi üst yargı kurumlarının üyelerini belirliyorlar. Bu sistemin değiştirilmiş olması, ülkemize uzun yıllardır egemen olan yargılama mantığının değiştiği anlamına gelmiyor.”

“Bugün artık ‘kendi sesleri’ni güvence altına aldıkları kanısına varanlar’, başka seslere kulak vermeye zahmet etmiyorlar.” (abç)

“Görülüyor ki, KCK davası, Kürt meselesinde, bugüne kadar birbirine destek veren muhafazakâr demokrat ve liberal demokrat aydınları bir yol ayrımına getirdi.

İkincisi, liberal demokrat bazı aydınlar, KCK'nın bir siyasi yapı olduğunu savunuyorlar. Sadece siyaset yapan KCK'lıların tutuklanmasına, fikir ve ifade hürriyeti açısından karşı çıkıyorlar. Fakat inandırıcı değiller.

Bu potpuriden ben şunları anlıyorum: Aslında demokratik bir iklimde yaşıyoruz; Artık hakimler ve savcılar üzerinde siyasi baskı yok. Ordu da sivillerin kontörlü altında. Bu iklimde bir anayasa yapmaya hazırlanıyoruz.

Güçlerini nereden aldıkları belli olmayan birileri bu süreci bozuyor. Başbakanı emrivakiyle karşıya bırakıyorlar. Artık başka seslere, AKP’ye uzun süredir entelektüel meşruiyet sağlayanlara kulak vermeye zahmet edilmiyor.

Liberal ve muhafazakar demokratlar bir yol ayrımına gelmişler. Çünkü muhafazakar demokratlar liberal demokratları inandırıcı bulmuyorlar...

Diğer bir deyişle, evdeki hesap çarşıya uymamış. Referandum ve seçim sonuçları AKP’nin toplumsal desteğinin ulaştığı noktayı sergileyince, ordu da kontrol altına alındıktan sonra, AKP sürecine entelektüel meşruiyet sağlayan fantezilere ve bunları üretenlere gerek kalmamış. Bunlar birer “kaybolan aracı” olma işlevlerini tamamlamışlar; şimdi bunlardan (“sol / liberal demokratlardan”) bu konumu terk ederek, muhafazakar demokrat konumuna gelmeleri, “kaybolmaları”, isteniyor. Diğer bir deyişle ya liberal, demokrat, sol takıntıları bırakıp Siyasal İslam akımına doğrudan iltihak edecekler ya da...

Bu gelişmeler, artık “liberal aydınlara gerek kalmamış olması” bölgede, özellikle “Arap Baharı” denen olaylar başladıktan sonra yaşanmakta olan süreçle, EYOD projesiyle yakından ilgili; üstelik salt Türkiye’ye özgü bir olgu da değil

'Molla, Media, Military' 
Bush döneminde gündeme gelen Büyük Ortadoğu Projesi, bölgede ulusal projeleri (“post-colonial”) ulus devletleri tasfiye ederek, enerji kaynaklarına, piyasalarına el koymayı, neo-liberal bir ekonomik modeli yerleştirmeyi amaçlıyordu. Bunun için hedef alınan ülkelerde, gerekirse şiddet kullanarak (sert), gerekirse, rejim karşıtı demokratik güçleri (liberal aydınları) destekleyerek, sivil toplum örgütlerini kullanarak (yumuşak) bir seri rejim değişikliği amaçlanıyordu.

Bu proje beklene sonuçları üretemeyince, ilk dört yılın deneylerinin ışığında kimi değişiklikler gündeme geldi. Suudi Arabistan'a yönelik eleştiriler geri çekildi, “demokratikleştirme” söylemi ortadan kayboldu. Peki bundan sonra ne olacaktı?

Bir ''neo-con'' kalesi sayılabilecek Hoover Institute 'ün yayını Policy Review dergisinin Web sitesine 2006 yılının Ocak ayında konan Tony Corn imzalı, ''World War IV as Fourth generation Warfare'' , (Dördüncü Kuşak savaş olarak IV. Dünya Savaşı) başlıklı çalışmada, bundan sonra neler olabileceğine ilişkin ilginç ipuçları vardı. Ben bunları o zaman aktarmıştım. Gerçekten de, aradan geçen zaman, ABD’nin Bush’un II döneminde, Obama döneminde izlediği politikalarla, Corn’un savları ve önerileri arasında belirgin paralellikler olduğunu gösterdi.

Bu paralelliklerde bir gariplik yok. Corn “içerden”, tartışmaları ve yönelimleri yakından izleyebilecek, yansıtabilecek konumda biriydi. Corn, ABD'nin Bükreş, Paris, Moskova büyükelçiliklerinde siyasi analist, AB ve NATO misyonlarında ''kamu diplomasisi'' uzmanı olarak görev almıştı. Yazıyı yazdığında da US Foreign Services Institute'de bölüm başkanı olarak bulunuyordu; Policy Review de çok etkili bir dergidir. Zaten Corn’un yazısından önceki yıl içinde hazırlanan QDR-2005'te (Dört Yıllık Savunma Gözden geçirme Raporu) Corn'unkileri anımsatan saptamalar vardı.

Örneğin, QDR-2001'de üç yerde rastlanan ''rejim değişikliği'' kavramının, QDR-2005'te hiç kullanılmıyor olması, demokratikleştirme, sivil toplum örgütleri yerine, yerel siyasi liderliklerle işbirliğine öncelik verilmesi eğilimi olarak yorumlanabilir. QDR-2005, sf.14'teki, dile ve kültürel becerilere yapılan vurgu, sf.21 ve 24'teki, medyayla ilgili saptamalar da Corn'unkilerle paralellik taşıyor. Yerel silahlı kuvvetlerin liderlikleriyle (sf.17) kurulan kişisel ilişkilere (sf.44) yapılan vurgu, ''uluslararası ortaklarının savunma sistemleriyle, ileride ayrılmalarını (taraf değiştirmelerini-E.Y) olanaksız kılacak biçimde entegre olma'' (sf.42) amacı, askeri liderliklerle birlikte çalışmaya özellikle önem verileceğini gösteriyor. Zaten sf.17'de yabancı hükümetlerin kendi bölgelerini ve nüfuslarını denetleme, yönetme kapasitelerine katkıda bulunmaktan söz ediliyor. Bu özelliğiyle QDR-2005, ABD'nin bölgede demokratikleştirme “fantezisi”ne dayanmaya çalışmaktan vaz geçmekte olduğunu düşündürüyordu.

Tony Corn’un yazısına dönersem bu şahsın, sol hareketin tarihini, teorisini, akımları arasındaki nüansları çok iyi bildiği anlaşılıyor. Corn bu bilgisini de kullanarak siyasal İslam’ı ve cihat hareketini analiz ediyor, oldukça çarpıcı sonuçlar çıkarıyor. Bunlardan bazılarını aktarırsam:

1) Sosyal demokrasi/ Avrupa komünizmi, devrimci komünizme alternatifti, ama ılımlı İslam, radikal İslam'a alternatif değil, aksine onun ideolojik hegemonyasına hizmet eden bir araçtır.

2) İslam’da reform yapmaya çalışmak gereksizdir, aksine, İslam dünyasında mali ve ideolojik etkisiyle merkezi konuma yükselmiş olan Suudi rejiminin adeta bir Vatikan-II gibi davranıp İslam’ı denetlemesi sağlanmalıdır.

3) Demokratikleşme için kadın haklarını, gençliği öne çıkartmak işe yaramıyor. Ortadoğu ülkelerinin özellikleri göz önüne alınarak, orduya, dini liderlere ve medyaya önem vermek, dönüşüme buradan, özellikle silahlı kuvvetlerin seçkinlerini ve dini liderleri ikna ederek başlamak gerekiyor.

5) Silahlı kuvvetlerle siyaset ilişkisi söz konusu olunca, bölge koşullarına, ABD modeli değil Türkiye modeli çok daha uygundur.
Kısacası, Corn bundan sonra demokratikleşme süreçleriyle çok fazla vakit kaybetmemek, hedef ülkelerde, dini liderleri, medyayı, orduyu kontrol altına almak yeterli olacaktır diyor. Demokratikleşme yerine Türkiye modelini öneriyor; 3M (dini liderlerin, medyanın ve ordunun kontrol edilmesi) koşulunun, buna karşılık demokratikleştirme projesinin araçlarından (liberallerden) vaz geçilebileceği varsayımının da bu öneriye içkin olduğunu, sanırım kolaylıkla söyleyebiliriz.

“Batı Arap devrimlerini İslamcılar yararına gasp ediyor”
Liberal safranın atılmaya başlanmasının salt Türkiye’ye ait bir olgu olmadığına, yukarda işaret etmiştim. “Arap Dünyası”nda ABD’nin demokratikleştirme projesine umut bağlamış aydınlarda da bizdekilere benzer bir kaygıyı, telaşı gözlemlemek olanaklı.

Bu bölümün başlığını da zaten, 28 Ekim’de Dar Al Hayat (Suudi parasıyla yayımlanıyor) gazetesinde rastladığım Raghida Dergham imzalı bir yazıdan aldım.

Dergham, ABD tarafından ileri sürülen, “Arap bölgesinde İslam’cı akımları iktidara getiren seçimler bağlamında, demokratik süreçlerin yarattığı sonuçları kabul etmek gerekir” savının, aslında, modern, seküler, liberal akımları zayıflatarak, İslam’cı akımlarla yakınlaşma kurma politikasının ürünü olduğuna ilişkin kuşkuların giderek artmakta olduğuna işaret ediyor.

Dergham, Mısır, Tunus, Libya ve Yemen’de ABD’nin devreye girerek devrimci dalganın Müslüman Kardeşler akımının egemenliği altına girmesine yardımcı olduğunu ileri sürüyor. Dergham, Suriye’de de, muhalefet yükselirken, Batıyla İslamcı hareket arasında kapalı kapılar arkasında pazarlıkların çoktan başlamış olduğuna dikkat çekiyor.

Benzer bir durumun 1979 İran devrimi sırasında da yaşandığını anımsatan Dergham, belki de, diyor “Batı, bunu özellikle teşvik etti, Iran uygarlığının yeniden orta çağlara geri dönmesine yol açmak için...” Dergham, 1979 İran devriminden sonra Arap dünyasında da, modernite ve ilerleme eğilimlerinin yerini aksi yönde gelişmelere bıraktığını savunuyor.

Dergham’a göre, Siyasal İslam, Batı’nın “Türkiye Modeli”ne, “Ilımlı İslam”a kafayı takmış olmasını bir nahiflik olarak görüyor. Ancak, Siyasal İslam, seküler, modern akımların belini kırmaya hizmet ettiği müddetçe bu saplantıdan yararlanmak istiyor, bu amaçla da, kendi gücünü, etkisini abarttıkça abartıyor.

Dergham, zaten, Senatör John McCain’in de, Ölü Denizde yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nun, Arap-Amerikan İlişkileri oturumunda konuşurken, Siyasal İslam’a “yanınızdayız” mesajını, “modernist” akımlara da “umurumuzda değilsiniz” mesajı verdiğini aktarıyor.

3M Stratejisini, ABD’nin Arap devrimlerindeki rolünü, Siyasal İslam’ verdiği desteği, liberal aydınların telaşını bir araya koyduğumuzda ortaya çıkan görüntü, Ergenekon’dan, Balyoz’a, KCK tutuklamalarına kadar uzanan süreci, yerel bir olgu olmanın ötesinde, “En Yeni Ortadoğu Düzeni” bağlamında da değerlendirmek gerektiğini düşündürüyor.