Friday 29 July 2011


Bir semptom olarak Amy Winehouse
  29 Temmuz 2011 -  
Geçen hafta sonu, Londra’daki evinde ölü bulunan, uyuşturucu bağımlısı ünlü pop şarkıcısı Amy Winehouse, ilk albümünü 2003 yılında yapmıştı ama, kendine 2006 yılında “Back to Black” albümü ve “Rehab” parçasıyla popüler müzik alanında yer açtı. Bu yerde, kısa sürede büyük başarı gösteren Winehouse, bir gecede 5 Grammy ödülü alan ilk İngiliz pop şarkıcısı konumuna yükseldi.

Winehouse’un derin, siyah şarkıcıları anımsatan “soulful” sesi, R&B, Jazz, Motown izlerini taşıyan şarkı söyleme tarzı, Duffy, Lily Allen Adele gibi başarılı sanatçıları etkiledi. 



Winehouse, 1960’ların kız gruplarını anımsatan, “Retro” tarzı giysileri, biraz dağınık hatta pasaklı görünüşü, kocaman saç topuzu, çekik boyalı göz makyajı ve dövmeleriyle, zaman içinde kendini gösteren madde bağımlılığı sorunuyla hem medyanın hem de moda endüstrisinin yoğun ilgisini çekti. Medya Winehouse’un olaylarını, sarhoşluklarını, darmadağınık, kırık dökük ve besbelli ki mutsuz yaşamını, fırtınalı aşkını, sonuna kadar, şarkıcının en mahrem anlarını, en zavallı, çirkin, “düşmüş” görüntülerini sergileyerek sömürdü.

Moda endüstrisi zaten çoktandır, madde bağımlısı, çevresinden kopuk bakışlı, yarı uykulu, çoğu zaman “kırılmış bebek” görüntülerini anımsatan kadın imajını üretiyordu. Anareksik, rengi bembeyaz, gözlerinin altı kararmış, elbiseleri az önce çılgın bir partiden çıkmış sarhoş, ya da madde etkisi altında ve nerede olduğunun farkında olmayan bir insanı anımsatan genç kız imajı (“heroin schick”) bir süredir moda endüstrisinin besin kaynağı, mallarını satma aracıydı. Bu endüstri Winehouse’un kişiliğine, müziğine ve öyküsüne bir sülük gibi yapıştı. Amy Winehouse, bu fırtınanın içinde giderek yaşamının kontrolünü elinden kaçırdı, sanatını yapamaz noktaya geldi...

Amy Winehouse’un sanatını, imajını, mutsuz yaşamını ve ölümünü, 1970’lerden bu yana yapısal bir kriz içinde debelenen küresel kapitalizmin giderek içine girdiği “nihilist” aşamanın bir semptomu olarak da okumak olanaklıdır diye düşünüyorum.

Kriz ve postmodernizm
Kapitalizm, 1970’lerde patlak veren yapısal krizini 1990’ların sonuna kadar, bir taraftan tüketimi bedensel hazlara, statü kanıtlamaya odaklı ve hızlandırılmış eskimeye (modası geçmeye) dayalı bir model içinde körükleyerek, diğer taraftan bu tüketimi gittikçe büyüyen bir kredi köpüğü ile destekleyerek, hızlandırarak yönetmeyi ve “aşırı üretim” –talep yetersizliği- durumundan kaynaklanan sorunlarını ötelemeyi başardı.

Bildiğiniz gibi, kredi köpüğünün patlamasıyla bu öteleme süreci ve buna olanak veren kriz yönetim modeli de tükendi.

Bu krizin sorunlarını öteleme dönemi boyunca, postmodernizm olarak tanımlanabilecek bir kültürel akım, kapitalizmin bu “kriz yönetme modelini”, bu modelin çalışması için gerekli öznellikleri, insan tipini üreterek, destekledi.

Postmodernizm, bu desteği öncelikle, kapitalizmin ufkunun ötesini düşünme araçlarını ve olasılığını ortadan kaldırmaya çabalayarak yerine getirdi. Postmodernizmin savlarına göre “evrensel ilkeler” yoktur, dolayısıyla “büyük söylemler” (kurtuluş teorileri) olanaklı değildir. Toplumu bütünsel olarak değiştirmeyi amaçlayan projeler yalnızca, bir perspektifin diğerlerine dayatılması anlamına gelir. Hiç bir perspektif diğerinden daha doğru olma iddiasın sahip olamayacağından, bu dayatma kaçınılmaz olarak baskı ve teröre yol açar.

Böylece kapitalizm, postmodernizmin yardımıyla, ufkunu kapatıyor ve genç kuşakları, yaşamlarını yönlendirecek ilkelerden yoksun bırakıyordu. Tarih yapılamayacak, toplum değiştirilemeyecekse, genç kuşak yaşamına nasıl bir anlam yükleyecekti. Toplumdaki adaletsizlikler ortadan kalkmadığına göre...

Bu koşullarda kapitalizm gençlere iki yol sunuyordu. Yeni bir toplum yapamayacağına göre kapitalizme katılarak kar yapma sürecinin parçası ol. Ya da intihar et. Bu intihar kestirmeden kendini öldürmek olabileceği gibi, mutsuzluğunu, ruhunun acılarını, heroin, ketamin, krak gibi maddelerle bastırarak yavaş yavaş ölmeye durmak da olabilirdi

Tabi bu ikilemi sanatla aşmak ta denenebilirdi. Ancak evrensel hakikatler, “büyük söylemler” yoksa, sanat anlamını nereden alacaktı?

Postmodernizmin bu sorunu geçmişin devrimci bir ilkesini kendi kurduğu simgesel evrenin sınırları içine hapsederek aşmaya çalıştığını görüyoruz: “Sanat sanat için yapılır, toplumsal bir işlevi yoktur!”.

Burjuva sınıfının kendi kimliğini ve iktidarını kurarken krala-kiliseye karşı yükselttiği bu ilke o zaman, “ben sizin dayattığınız anlamları yadsıyorum. Benden istediğiniz yüceltme işlevini yerine getirmeyi ret ediyorum” demek anlamına gelen bir isyanı dile getiriyordu.

Ancak, postmodernizm bu isyan sloganını canlandırırken, aynı anda ona, devrimci özünü yok eden bir deli gömleği giydirdi: Kapitalizm tek ve kalıcı “yaşam dünyasıdır”.

Evet sanat, sanat için yapılır. Ama bunun yolu, düzenin dayattığı, verili anlamları dışlayabilmekten geçer. Bu gün “anlamdan kaçmanın” (verili anlamları dışlamanın) tek yolu bu anlamları yaratan kapitalist ilişkilere karşı mücadele eden bir estetik ürün yaratmaktan geçer. Bu mücadele, kendini, her şeyden önce bu estetik ürünün, formu ve içeriğiyle birlikte piyasa ilişkilerine, metalaşmaya direnme kapasitesinde gösterir. Ama kapitalizm aşılamayacağına göre... Postmodernizm bu yolu kapadığına göre... Kapitalizmi hedef almadan üretilen her estetik ürünün kaderi ya başarısızlık ya metalaşarak düzenin propagandasına dönüşmek olmayacak mıydı?

Postmodernizm bu yolun kapanmasından dolayı oluşacak sorunları, sanatçının düş kırıklıklarını ve “otonomi” gereksinimini, bir dönem için, hem gençlerin herkesten daha keskin olan adalet duygusuna, hem de herkesten daha keskin olan bedensel duyarlılıklarına hitap eden bir söylemle aşmayı başardı (Bir dönem için diyorum çünkü artık gençler, proletaryanın bir parçası olarak baş kaldırıyorlar.)

Bütün kültürler ve kanaatler eş değerlidir, insanın fikrini değiştirme özgürlüğü vardı: Demokrasi.

Yalnızca bedenler ve hazları vardır: Materyalizm. Böylece gençler bir önceki kuşağın muhafazakar ya da komünist “vaizlerine” karşı korunuyorlar: Ben hazlarımın peşinden giden özgür biriyim! İçimdeki gerçek beni arıyorum. Bana kimse karışamaz (daha ayrıntılı bilgi için bakınız: Reklamlar).

Bu çerçeve içine hapsedilen gençlik ve onun sanatçıları, sürekli kendilerini hazların peşinde koşmak zorunda olan, bu konuyu yansıtan estetik ürünler yaratan insanlar konumunda buldular.

Kapitalizmin hazlara dayalı tüketim kışkırtıcılığı ve çabuk eskime bu ürünlerle birleşince (reklamlar. Filmler. TV dizileri. “roman”lar...) sanatçı “yeni” insanı üreten kültür endüstrisinin bir çalışanına dönüşmeye başladı.

Bu “yeni insan”, hazların peşinden koşarken “hemen şimdi”ye odaklanmış, kısa döneme ve bedeninin devimlerinin dünyasına hapsolmuş bir bireydi. Peki birey, kendi bedeninin diğer bedenlerle ilişkisini ve bu ilişkiyi anlamasını sağlayacak söylemi nereden bulacaktı? Öyle ya, “büyük söylemler” yoktu, evrensel ilkeler, hatta ortak çıkarlar yoktu...

Burada da karşımıza, “dedikodu” ve “ünlüler” denen iki olgu çıkıyor.

John Berger “dedikodu”nun, tüm köyün sakinlerini birbirlerine, bağlayarak, yaşamlarına ilişkin bir ortak tanıma ulaşmalarını sağlayan günlük sözlü tarih olduğunu söylüyordu.

Bu günün kapitalizminde, yeni iletişim teknolojilerinin ve medyanın sayesinde birbirlerine gittikçe daha yoğun bilişim sinyalleriyle, yaygınlaşan tüketim normları, kültürel “mem”lerle (küçük çoğaltılabilir simgesel sinyaller) bağlanan bireyler artık kendilerini, adeta sanal bir “ulusal”, dahası “küresel köy” de yaşar bir durumda buluyorlardı.

Kapitalizm bir taraftan bu birbirine bağlılık duygusunu, sanal ağları geliştirirken, aynı anda insanlar arasındaki dayanışma ağlarını kırıyor, onları “gerçek” “köylerinden” koparıyor, metalar dünyasına, fırlatıyordu hem de çoğu kez bizzat kendisi (benliği) piyasada alınıp satılan bir metaya (iş gücüne) indirgenmiş olarak...

Kapitalizmin ve postmodenizmin bu parçalanmış dünyaya cevabı, “dedikoduyu”, ama bu kez onun, “köyün” yaşamına ışık tutan gerçek bir bilgi kaynağı olmasını önleyecek bir biçimde, küresel çapta yeniden canlandırmak oldu.

Dedikodu artık toplumun kendisi hakkında günlük bilgileri edinme, günlük tarih yoluyla kendini anlama aracı değildi. Eğer olsaydı, gittikçe istikrarsızlaşan, egemen sınıfının çapı hızla daralan, bir kapitalizmin dünyasında “küresel köyün” sakinlerinin kendi durumlarını anlamalarına yol açabilirdi.

Bu kez dedikodu, “ünlüler” denen birilerinin, “sanatçıların”, yalnızca metaların simgelerinin taşıyıcıları olmaktan başka işlevi olmayan bedenlerin (modeller, BBG katılımcıları vb...) yaşamlarının, bunların hazları peşinden koşarken yaşadıkları maceraların günlük tarihine indirgenmişti. Bu ünlülerin yaşamlarının günlük tarihini izleme sürecine hep birlikte katıldıkça, Amerika’dan Çin’e, Afrika’dan Avrupa’ya, hepimiz, örneğin İngiltere Kraliyet ailesindeki son düğünün, Angelina ile Brad’ın evlenme kararının, David ve Victoria Beckam’ın son çocuklarının, Orhan Pamuk’un sevgilisiyle Hindistan’da yaptığı tatilin, Amy Winehouse’un ölümünün dedikodularını paylaşırken tek bir dünyanın “kapitalist dünyanın” parçası olarak kendimizi tanımlayabiliyoruz.

Sex & Drugs & Rock & Roll
Kapitalizm ve postmodernizm geride bıraktığımız 30 yılda genç kuşaklar için böyle bir dünya inşa etti: Bedensel hazlara odaklı bireylerin, “ hemen şimdi” dünyasıydı bu. Bu dünyada, hazları hemen şimdi tatmin etmenin en kestirme yolu şöyleydi. Birincisi, “aşk” tan soyutlanarak duygusal gidip gelmelere, biyolojik uyarılara indirgenmiş seks. İkincisi, tüketildiği an tatmin eden ama tüketim gereksinimini de anında yeniden üreten toksik madde kullanımı, ya da gereksinimlerden, hatta ürünün işlevinden koparılmış bir alış veriş. Üçüncüsü, bu dünyanın kültürel bir taşıyıcısına dönüştürülmüş pop müzik (istisnaları olabileceğini unutmadan).

Bu dünya, “yalnızca kapitalizm, her zaman kapitalizm ve sonsuza kadar kapitalizm”den başka bir şey vaat etmeyen birnihilizmin (kapitalizm dışındaki her olasılığı ret eden) dünyasıdır.

Bu kendi gençlerine, yaşamlarına yön verebilmelerine olanak sağlayacak her hangi bir ilke sunamayan kapitalizmin, geleceği olmayan dünyasıdır.

Bu dünya, modasıyla, müzik endüstrisiyle, televizyon dizileriyle, kadını sürekli “kırık bebek”, yarı hülyalı ama hizmete hazır beden olarak sergileyen reklamlarıyla gençlerine iki seçenek sunar, ya kâr yapma sürecine katıl, ya da intihar et.

Bu, metalar dünyasının getirdiği umutsuzluğu vurguladıkça daha çok metalaşan (albümleri çok satan) bunu gördükçe bunalan ama içinden çıkmaya cesareti, yada gücü yetmeyen Kurt Cobain’inki gibi aktif bir intihar olabilir. Bu, bu dünyanın baskısı altında, giderek daha çok bedensel hazlarına, odaklanırken madde tüketimi sürecinde kontrolü elinden kaçıran Amy Winehouse’unki gibi pasif ve yavaş bir intihar olabilir.

Bu çıkmazdan kurtulmanın yolu, öncelikle Bütün kültürler ve kanaatler eş değerlidir, insanın fikrini değiştirme özgürlüğü vardı: Demokrasi. Yalnızca bedenler ve hazları vardır: Materyalizm. Daha kısa söylersek “yalnızca bedenler ve kültürler vardır” denkleminden, “demokratik materyalizm” tuzağından kurtulmaktan geçiyor.

Alain Badiou’nun anımsattığı gibi “yalnızca bedenler ve kültürler vardır” ama bunlardan farklı olarak bir de hakikatler, evrensel olarak geçerli ilkeler vardır. Hazların ve kültürlerin ötesine geçilerek bu ilkeler için mücadele edilebilir.

Gençlik bu hakikatlere, ilkelere bağlanarak yaşamını, “ya kâr, ya intihar” ikileminin dışında kalarak yönlendirebilme olanağı elde eder. Bugün, sıkı sıkıya sarılmak gereken en önemli hakikat , 1792’de, 1871’de, 1917’de bize “baskı ve sömürünün olmadığı bir toplum kurulabilir ilkesini” veren hakikattir. Bunun bir diğer adı da “komünist hipotezdir”. Bu günün en önemli erdemi de, her hangi bir başarı garantisi beklemeden, bu ilkeye sadık kalma cesaretini göstermektir.

Thursday 21 July 2011

Komünistler,  Ulusal Sorun ve Birlikte Mücadele Paradigması

Seçimlerden sonra kimi komünistlerin Kürt Siyasi hareketinin temsilcisi BDP’nin meclis grubunda yer alması, ilginç ve yararlı olma potansiyeli taşıyan tartışmalara yol açtı.

Bir “Çatı Partisi” projesini de içeren bu tartışmalar henüz yeni başlamış olmakla birlikte, BDP Eşbaşkanı Filiz Koçali’nin Akşam Gazetesi’nden Özlem Çelik’in bir sorusuna verdiği cevap, Ertuğrul Kürkçü’nün Bianet’de yayımlanan “Sosyalistler BDP Meclis Grubu'nda Ne Arıyor” başlıklı açıklaması, Ertuğrul Kürkçü ve ÖDP Genel Başkanı Alper Taş’ın, Temmuz Festivali kapsamında Samandağ'da gerçekleştirilen 'Solda Örgütlenme ve Yeniden Kuruluş' panelinde yaptıkları konuşmalardan Birgün Gazetesi’nin aktardıkları, konunun ana hatları hakkında bir fikir edinmeye olanak sağlıyor.

Kürt sorununun geleceği kadar, Türkiye komünist hareketinin “birlikte mücadele etmesinin olanakları” sorunuyla da yakından ilgili olan bu tartışmayla ilişkin kimi notlar düşmeden önce bu tartışmanın evrensel düzeyde ve tarihsel olarak ait olduğu “Komünistler ve Ulusal Sorun” paradigmasıyla ilgili en temel metinlerden birini, V.I. Lenin’in Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’ne sunduğu “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Taslak Tezler” ( 5 Haziran 1920) ve  bu konu ile ilgili olarak Kongreye  verdiği Raporu (19 Temmuz – 7 Ağustos)[ ], “bizden öncekilerin” konuya nasıl yaklaştığına bakmak açısından kısaca anmak istiyorum.

Ulusal ve Sömürgeler Sorunu Üzerine 12 Tez ve Rapor
Lenin’in 12 tezinin tamamını burada ele almak olanaklı değil. Konumuz açısından özellikle önemli olan, 1.Tez, 2. Tez ve 11.Tez  üzerinde yoğunlaşmak sanırım şimdilik yeterli olacak.

Birinci tezde Lenin genel olarak eşitlik  ve uluslar arasındaki eşitlik sorunun soyut ve biçimsel olarak  konmasının burjuva demokrasisinin doğasıya ilişkisine  dikkat çekiyor. Burjuvazinin bu soyut ve biçimsel eşitlik ilkesini sınıfların kaldırılmasına karşı silah olarak kullandığını anımsatıyor. Eşitlik talebinin gerçek anlamının, sınıfların ortadan kaldırılması talebinden oluştuğunu saptıyor.

Diğer bir deyişle sınıfların ortadan kalkması talebiyle başlamayan bir eşitlik talebi, burjuvazinin “komünist hipoteze” karşı hareket geçirdiği ideolojik cephaneliğe ait bir kavram olarak kalmaya mahkum oluyor.

Lenin ikinci tezinde bu temelden hareket ederek, ulusal sorunun da soyut ve biçimsel olarak konamayacağını, bu bağlamda üç koşulun göz önüne alınarak somutlaştırılması gerektiğini savunuyor.
Lenin’e göre, bu koşullardan birincisi özgün tarihsel ve özellikle ekonomik koşulların göz önüne alınmasıdır. İkinci koşul olarak,   ezilen sınıfların, çalışan, sömürülen halkların çıkarlarıyla genel olarak ulusal çıkarlar kavramı arasında kesin bir ayrım yapmak gerekir. Çünkü, ulusal çıkarlar, egemen sınıfların çıkarlarıdır. Üçüncü koşul olarak Lenin finans kapital ve emperyalizm döneminin özelliklerine dikkat çekiyor: Dünyanın büyük çoğunluğunun  finansal  yollarla, ya da sömürgeleştirerek boyunduruk altına alınmasına ilişkin gerçeklerin üzerini örten burjuva demokratik yalanlara karşı mücadele edebilmek için, ezilen sömürülen, bağımlı uluslar ile, dünya halklarını ezen sömüren çok az sayıda gelişmiş kapitalist ülke arasında kesin bir ayrım çizgisi çekmek gerekir.

Lenin 3. Tezde, I. Paylaşım Savaşı’na değindikten sonra, 4. Tezde,  Ulusal Sorun ve Sömürgeler sorunu konusunda Komünist Enternasyonal’in tüm politikasının, bütün ulusların proleterlerinin ve çalışan sınıflarının, toprak sahiplerini ve burjuvaziyi devirmeyi hedefleyen birliğine dayandığını savunuyor..
Lenin 10. Tezde enternasyonalizm konusuna değinirken, “Küçük Burjuva Enternasyonalizmi” ile proletarya enternasyonalizmi arasında ilginç bir ayrım yapıyor. Lenin’e göre birincisi kendini ulusların eşitliğini tanımakla sınırlandırır... Böylece küçük burjuva enternasyonalizmi ulusal çıkar kavramına hiç dokunmaz.

Lenin’e göre, proletarya enternasyonalizmi,  proletaryanın bir ülkedeki mücadelesinin çıkarlarının, proletaryanın dünya çapındaki mücadelesine tabi kılınması ve  burjuvazi üzerinde zafer kazanan bir ulusun proletaryasının, uluslararası sermayeyi devirmek için en büyük ulusal fedakarlığı yapmaya istekli olması gerekiyor.

Lenin 11. Tezde, feodal, ataerkil ve ataerkil-köylü ilişkilerinin ağırlıklı olduğu devletlerde ve ülkelerdeki mücadele koşulları üzerine bazı uyarılar yapıyor; Komünist partilerin burjuva-demokratik kurtuluş hareketlerine yardım etmesinin yollarını ve koşullarını sıralıyor.

Birincisi, en etkin yardımı yapma görevi,  öncelikle geri kalmış ülkenin sömürge olarak yada finansal yollarla bağımlı olduğu ülkenin  işçilerine düşer. İkincisi, geri kalmış ülkenin ruhban sınıflarına, diğer gerici, pre-kapitalist (Lenin ortaçağ diyor) unsurlara karşı mücadele etmek gerekir. Üçüncüsü, Avrupa ve Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi, hanların, toprak sahiplerinin ve mollaların konumunu güçlendirme amacıyla birleştirmeyi hedefleyen Pan-İslamist ve benzeri akımlara karşı mücadele etmek gerekir. Dördüncü olarak, Lenin, geri kalmış ülkelerdeki feodal unsurlara ve toprak sahiplerine karşı köylü mücadelelerinin desteklenmesi gerektiğini savunuyor. Lenin altıncı koşul olarak çok önemli bir uyarıyla, geri kalmış ülkelerdeki burjuva demokratik ulusal hareketlere bir komünist renk verme (gibi sunma) çabalarına kararlı bir biçimde direnmek gerekir diyor. Dahası Lenin Komünist Enternasyonal’in bu burjuva demokratik ulusal hareketleri desteklemesi gerektiğini savunurken bu desteği bir koşula, “Bu ülkelerde gelecekte, yalnızca ismen değil gerçekten komünist bir karaktere sahip olacak partileri oluşturacak unsurların bir araya getirilmesi, kendi uluslarının burjuvazisine karşı mücadelenin özgün görevlerini anlayabilmelerine olanak sağlayacak biçimde eğitilmesinin sağlanması” koşuluna bağlıyor. Kısacası Lenin, geri kalmış ülkelerde burjuva demokratik ulusal hareketlere verilecek desteği, komünistlerin serbest çalışma, eğitim ve örgütlenme koşullarına bağlıyor.

Lenin’e göre Komünist Enternasyonal, sömürgelerde ve geri kalmış ülkelerde burjuva demokrasisiyle geçici ittifaklar yapmalı ama, onlarla birleşmemelidir. Lenin, komünist hareketin, proleter hareketin bağımsızlığını, bu hareket en embriyonik (en küçük, doğum aşamasında) biçime bile olsa, her koşulda mutlaka muhafaza etmesi gerektiğini savunuyor.

Lenin’in, bu tezleri, tartışıldıktan sonra, 19 Temmuz- 7 Ağustos toplantısında kongreye verdiği raporda, daha kesin ve açık ifadeler kullandığı görülüyor.

Rapor’da, sömürge sorununda ve ulusal sorunda,  somut ekonomik koşulları, somut gerçekliği ölçüt almak gerektiği saptanıyor. Devamla Emperyalist dönemin koşullarına değiniliyor. Lenin, geri kalmış ülkelerde, sömürgelerde, burjuva demokratik hareket yerine ulusal-devrimci hareket kavramını kullanmaya karar verdiklerini açıkladıktan sonra, her ulusal hareketin en fazla burjuva demokratik bir karaktere sahip olabileceğine işaret ediyor.

Rapor, komünistlerin burjuva- kurtuluş hareketlerini, bunlar eğer gerçekten devrimciyse ve bu ulusal hareketlerin savunucuları komünistlerin köylüleri ve sömürülen kitleleri devrimci bir ruhla eğitme ve örgütleme faaliyetlerini engellemiyorsa desteklemelidirler ve destekleyeceklerdir diyor.

“Çatı Partisi”, “Birlikte Çalışma”, Meclis Grubuna Girme”...
Lenin’in imzasını taşıyan ve Komünist Enternasyonal’in onayını alan tezleri çok kısaca şöyle özetleyebiliriz.
1. Ulusal sorun, soyut bir eşitlik ve özgürlük (Lenin bu kavramı kullanmıyor, kendini eşitlikle sınırlıyor) ilkesine göre değil, somut ekonomik ve uluslararası koşullar, emperyalizm ve finans kapital, uluslararası sermaye vb... göz önüne alınarak değerlendirilir.
2. Komünistlerin ulusal harekete verdikleri ve vermeleri gereken destek “koşulsuz” değildir. Bu destek, ulusal hareketin, komünistlerin köylülük ve proletarya arasında bağımsız çalışma yapabilme hakkının kabul edilmesine bağlıdır.
3. Ulusal hareketlere destek vermek için, bunların içindeki dinci, ataerkil, feodal unsurlara karşı da mücadele ediyor olmak gerekir.
4. Ulusal harekete verilecek destek, geçici (!) ittifaklar, birleşme içine girme anlamına gelmez, Komünistler mutlaka kendi bağımsızlıklarını, varlıkları ne kadar embriyo aşamasında olursa olsun, her koşulda korumalıdırlar.
5. Ulusal hareketlere komünist özellikler atfedilmesine kararlı bir biçime karşı çıkmak gerekir.

Yaklaşık 90 yıl önce, uzun bir gericilik dönemini izleyen yeni bir devrimci dalga daha yeni başlarken, bir devrimin ardından ve bu güne göre çok ileri örgütlenme koşullarında oluşan bu tezlerden bugün ne kadar yararlanılabilir? Ben kısaca özetlediğim bu beş maddenin bugün de geçerli olabileceğini, hatta olması gerektiğini düşünüyorum.

Bu saptamadan hareketle, Türkiye komünist hareketinin, en azından Hikmet Kıvılcımlı’nın Kürt Sorunu’nu analiz eden çalışmasından bu yana Kürt Sorunu’nu her zaman gündeminde tuttuğunu, ve esas olarak Kürt özgürlük hareketini koşulsuz desteklediğini kabul etmek gerektiğini düşünüyorum. Buna karşılık Kürt siyasal hareketinin, geçmişte, kendi örgütsel ve askeri yapısını oluşturma sürecinden başlayarak, egemen olduğu bölgelerde, Türkiyeli yada başka ülkelerden komünistlere serbest çalışma hakkı tanınmadığına ve hala tanınmıyor olmasına ilişkin yaygın iddiaların çok kaygı verici olduğunu düşünüyorum. Kürt siyasi hareketine, bu hareketin kendi içindeki sınıfsal ayrışmanın henüz yaşanmamış olduğu bir dönemde, sosyalist (komünist) özellikler atfetmenin de doğru olmayacağını düşünüyorum.

“Çatı Partisi” ya da birlikte örgütlenme tartışmasına gelince, Filiz Koçali’nin
“Sosyalistlerin, azınlıkların, çeşitli inanç gruplarının, muhafazakar Kürtlerin, birçok partiye dağılmış olan Alevilerin, gençlerin, emekçilerin, kadınların, aydınların temsil edildiği bir çatı partisi düşünüyoruz. Henüz tartışma aşamasında. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu ile bunun ilk adımını attık. Türkiye'yi dönüştürecek güç böyle bir bileşimdir.” saptamasının Lenin’in uyarılarıyla dikkat çektiği tüm olumsuzlukları içerdiğini düşünüyorum.

Bu bağlamda, Alper Taş’ın, Temmuz Festivali kapsamında Samandağ'da gerçekleştirilen 'Solda Örgütlenme ve Yeniden Kuruluş' panelinde dile getirdiği kaygılara katılıyorum. Ancak Alper Taş’ın birlikte mücadele konusunda önerilerini daha bir ayrıntılandırması gerektiğini düşünüyorum.
Tam bu noktada,  Alper Taş’ın “Bizce bu çatı partisi olmaz. Bunu söyleyelim.

- Parti formuyla başlamak bizce mücadeleye en başından sekte vurmak olur, fakat belli eylemlerde yan yana gelişlerle bir platform etrafında toplanmakla da olmaz.
- Belli bir hukuku, bağlayıcılığı olan, kendini tanımlayan bir oluşum olmalıdır. Bu belki bir Meclis olabilir. Her şeyi konuşabiliriz. Ancak bu parti olamaz” saptamalarından sonra, geçmişte TKP’nin yaptığı Cephe çağrısının (bu konuda kendi kaygılarım saklı kalmak koşuluyla) neden ilgi görmediğini de anlamış olmadığımı not etmek isterim.

Ertuğrul Kürkçü’nün “Özgürlük mücadelesine eşlik etmeyen sosyalizmin esbabı mucibesi ne olabilir?” saptamasına katılıyorum. Ama sosyalistlerin bu ülkede başından beri özgürlük mücadelesine eşlik ettiğini düşünüyorum. Tabii, “eşlik etmekten” güdümünde olmayı, onun mücadelesine teknik ve söylem olarak katılmayı (Ertuğrul hemhal olmaktan umarım bunu kast etmiyordur) değil de kendi anlayışları ve koşulları bağlamında destek vermeyi anlıyorsak...

Bu konuda 1970’lere gidip, Dev Yol, Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu, TKP gibi yapılanmaların yayın organlarına, bölgenin karakteri üzerine yazılan sayfalarca çözümlemeye, tartışmalara 1 Mayıs Meydanlarında atılan sloganlara, hemen her bildirinin altına yazılan “anti şovenist” , “anti feodal” ilkesine bakmak yardımcı olabilir sanıyorum.

 Ertuğrul Kürkçü’nün,  BDP Meclis Grubu’na katılmasının ise “Ahde vefa”nın ötesinde, bir sosyalistin, “Ben, en büyük farkı burada yaratabilirim” kanaatinden kaynaklanıyorsa, yanlış olmadığını, ama riskli olduğunu düşünüyorum.

“Yurtseverliği aşmak gerekir” saptamasının da  bir anlamı var ama, bu anlamı somut koşulları göz önüne alarak değerlendirmek gerekiyor. Birincisi, emperyalizm ve finans kapital egemenliği, sömürge savaşlarının yeniden başladığı bir dünyada yaşıyoruz. İkincisi, “yurtseverliği aşmak gerekir ilkesinin Kürt sosyalistleri için de geçerli olduğunu da kabul etmek gerekiyor.

Sonuçta sorun dönüp dolaşıp, kapitalizme ve emperyalizme karşı birlikte mücadele etmenin olanaklarını yaratmaya geliyor. Bu olanakları yaratırken, geçmiş deneylerden unutmadan, yapılan tartışmaları , örneğin, bu yazıda anımsattığım Lenin’in, Komünist Enternasyonal tezlerini ve Raporunda dile getirdiklerini, anımsamadan, gerekiyorsa bunları, bir takım kanaatlere dayanarak değil de teorik olarak aşmadan ilerlemeye kalkmanın büyük bir eksiklik olacağın da kabul etmek gerekiyor.