Monday 10 September 2012

Güvenilen Dağlara Kar Yağıyor...


Cumhuriyet 03.10.2007
GLOBALPOLİTİKÜLTÜR

Güvenilen Dağlara Kar Yağıyor...
Seçimlerden önce, kendilerini gerçekten ülkenin "kanaat önderleri" ("Biz bu sürüyü güderiz abi!"), yanında yürüdükleri "kâğnının gölgesini" kendi gölgeleri sananlar şimdi bir düş kırıklığı yaşıyorlar: Havada adeta bir panik var; mahalle, otobüs, bazen uçak baskısı, bazen internet cafede oruç dayağı, "Malezya olur muyuz" diye sormalar, kalkıp Malezya'ya gitmeler... Sonra, AB üyelik sürecine ilgimizi mi kaybettik? Büyük sermaye de endişeli...
Durun bakalım, daha yeni başladı...
Seçimlerden sonra, galiba yalnızca bizler şaşırmadık. "Tehlikenin farkında mısınız? " demiş, "liberal entelijansiyanın yavaş intiharından" söz etmiş, "mahalle baskısını" da içeren "pasif karşıdevrim sürecinin" özelliklerini anlatmaya çalışmıştık. Nihayet AKP'nin seçimlerde momentumunun kırılmaması halinde, yükselen muhalefetin yarattığı korku ve kızgınlıkla, seçimlerden sonra çok daha hızlı, kararlı davranacağını savunmuştuk. Şimdi, şaşkın değiliz.
Ama endişeliyiz. Çünkü AKP'nin "seçim" zaferinden sonra başlayan "yeni" sürecin daha başındayız. Önümüzdeki dönemde, bu süreç, ilerlemeye, derinleşmeye, düş kırıklığına uğrattıklarının listesine yenilerini eklemeye devam edecek.
Siyasal İslam, "pasif karşıdevrim" (restorasyon) sürecinin en önemli özelliklerinden biri, tüm "mevzi savaşlarında" olduğu gibi, ne kadar ufak olursa olsun sürekli kazanımlar elde etmeyi sürdürmek; bir alanda duraklama yaşanırsa, bir başka alana yoğunlaşmak, süreci oradan ilerletmeye çalışmaktır. Bugüne kadar "demokrasi", "bireysel özgürlükler", "AB süreci " , kavramlarını kullanarak ilerledi siyasal İslam. Bu sayede kendine çok önemli "yol arkadaşları" edindi, bunlar sayesinde, geleneksel olarak kendisine ait olmayan çevrelere nüfuz etti, verili duruşlarda, kendisine doğru önemli dönüşümler (transformismo) gerçekleştirdi. Bu çevrelerdeki dönüşümün enerjisini siyasal İslamın projesine doğrudan katamasa bile, bu projenin andaki motorunu, AKP'yi ilerletmek için kullandı.
AKP ilk kez seçimleri kazandığında, bu partinin, kendi toplumsal tabanından, bu tabanın taşıdığı sosyal projeden, bağımsız bir varlığa sahip olamayacağını, etkisinden tümüyle ve uzun süre çıkmasının söz konusu olmadığını savunmuştuk. Şimdi yaşananlar çok doğaldır. AKP'nin ait olduğu karmaşık, toplumsal hareket, siyasal İslam, kendi toplumsal güçleriyle, yaşam tarzıyla, umutlarıyla, en önemlisi gerçek liderleriyle (bunlar AKP liderliği ile örtüşür ama aynı şey değildir) iradesini dayatmaya başladı. Bu iradenin, hareketin liberal "yol arkadaşlarının" iradesiyle çatışması kaçınılmaz. AKP ve siyasal İslamın dünkü "sevimli" yüzleri bu gün, daha kalın sesle ve çatık kaşlarla, bu yol arkadaşlarına, ya artık bize katılacaksınız ya da hareketin eteklerinden düşeceksiniz diyorlar.
Son günlerde, siyasal İslamın, aile ile devlet arasındaki alanı ( "sivil toplum" ) sessizce ve adım adım ele geçirme süreci , medyanın etkisiyle görünür olmaya, "transformismo" süreciyle yakalanan tabakaların AKP'ye güvenini tehdit etmeye başladı. "Demokrasi", "bireysel özgürlükler", "AB üyeliği" kavramları siyasal İslam açısından, artık işlevlerini kaybediyorlar. Öyleyse, hareketin, aile ile devlet arasındaki alanı ele geçirme sürecini gizlemeye yardımcı olacak yeni bir kavrama, adeta yeni bir "destekleyici fanteziye" gereksinim oluşmaya başlıyor. Bu yeni kavram, yeni düş kırıklıklarına yol açacak.
Yeni kavram, yeni yol arkadaşları...
Bu yeni kavram acaba ne olabilir? Seçim sonrası Meclis'te AKP-MHP işbirliğine, "Söğüt Şenlikleri" kucaklaşmasına, Cumhurbaşkanı'nın şehit ailelerine verdiği iftar yemeğine bakarak bu yeni kavramın "milliyetçilik" olabileceğini düşünüyorum. Tabii bu kavram da demokrasi ve bireysel özgürlükler kavramları gibi, içeriklerinden (özellikle anti-emperyalist potansiyelinden) soyutlanmış bir biçimde kullanılacak; nasıl "demokrasi" oy verme işlevine "bireysel özgürlükler" de türban özgürlüğüne indirgendiyse, bu kavram da siyasal İslamın "mevzi savaşı" taktiğine hizmet edecek bir biçimde, sosyal tarihsel ve jeopolitik özelliklerinden soyutlanarak tek bir özelliğine, "PKK" sorununa indirgenerek devreye girecek diye düşünüyorum.
Eğer bu beklentim gerçekleşirse, siyasal İslam, AKP aracılığıyla yeni bir "transformismo" süreci başlatarak, zaman içinde liberal entelijansiya safrasını atarken bu kez Türk-İslam sentezci, şoven-milliyetçi, entelijansiya içinden yeni yol arkadaşları kazanabilecek, bunlar aracılığıyla, askerin tepkilerini de dün liberallere yönelik olduğu gibi "istediğini ben verebilirim" , söylemiyle yumuşatma şansına sahip olacaktır.
Sanırım, şimdi düş kırıklığına uğrama sırası, dün sorunlarının çözümü için AKP'den (hâlâ ABD'den) medet uman Kürt entelijansiyasında, burjuva-feodal, mülk sahibi sınıflarında, yerel seçkinlerinde... Sanırım, onlar da güvendikleri dağlara kar yağdığını görecekler.

Thursday 2 August 2012

‘Büyük tasfiye’, ‘Büyük değişim’

( 2 Ağustos 2012- Sol.org)
Dışişleri bakanı Davutoğlu, Arap Baharı’yla birlikte “Yüzyılın en büyük tasfiyesini, değişimini yaşıyoruz, bu değişimi hep beraber anlamaya çalışalım. Bu değişimi günlük krizlere hapsetmeyelim, hepimizi etkileyecek bu” diyormuş. Davutoğlu ekliyor, “Bunu deyince de ‘yeni Osmanlı’ filan deniyor. Türkiye ya bütün bu halklarla birlikte yeni bir yola yürüyecek. Ya da kaos olacak. İkincisi bölgedeki dinamikler itibarıyla tarihin akışına uygun, doğru tarafta yer alıyor muyuz? Bin Ali, Kaddafi, Mübarek, Salih ve şimdi Esad. Üçüncüsü de Türkiye’nin çıkarları.”

Davutoğlu “yüzyılın tasfiyesi, değişimi” konusunda bence haklı. Bütün halklarla birlikte yeni bir yola yürümek, bölgedeki dinamikler itibariyle tarihin akışına uygun, doğru tarafta yer almak” konusuna gelince, durum farklı. Davutoğlu’nun bu dinamikleri tanımlama çabasına, bugüne kadar, bir yerde rastlamadım. Tarihin akışı deyince de, ne kast ettiğini anlamak zor. Ama gerek ait olduğu akımın Cumhuriyet’in ortaya çıkış sürecine ilişkin yaptığı saptamalara, gerekse “Stratejik Derinlik” çalışmasının temel savlarına bakınca, tarihin akışına uygun bulmadıkları, seküler ulusalcı bir kırılmanın etkilerinden kurtulmaya çalıştıklarını, bölgede Osmanlı etkisine, “kırılmanın” öncesine geri dönmek istediklerini, bunun için de küresel hegemonun kaldıracına yaslanmayı planlamış olduklarını söylemek olanaklı.

“Tarihin akışı” diye bir şey olmadığını, tarihin bir çizgi gibi akmadığını, birbirini izleyen “dönemlerden” oluştuğunu anımsarsak, Davutoğlu’nun hesabının çarşıya uymayacağını düşünmek zor olmaz. Bu “dönemler”, isyanlarla, devrimlerle, karşı devrimlerle, diğer bir değişle kopuşlarla oluşur. Bu isyanların, devrimlerin, karşı devrimlerin altında, daha derinde, ekonomik çelişkiler bu çelişkiler üzerinde yaşanan sınıf savaşımları yatar. Bu yüzden her yeni dönemin başında, bir önceki dönemin bittiğini vurgulayan bir ekonomik iflasın, krizin, siyasi dağılmanın olduğunu görüyoruz.

Bugün, tam da böyle bir durumdan diğerine geçiş sürecinde olduğumuzu, bu sürecin son 10 yıl içinde giderek hızlandığını söyleyebiliriz.

Ne ki, bölgedeki devletler, siyasi coğrafyalar kadar, Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığını yaptığı devlet de bir önceki döneme ait bir yapıntıdır, bu tasfiye ve değişimin parçası olmaktan kaçınabilmesi, kendini gerçekten yeni bir “duruma” geçirebilmesine bağlıdır.

“Durumlar” ve “kopuşlar”
Egemen ekonomik modeli, ekonomik çelişkileri, sınıf ilişkileri matrisi, jeopolitik alanı, egemen siyasi ve ideolojik biçimleri (kültürü), hatta kendini tekrarlayan istikrarsızlıkları bağlamında homojenlik sergileyen bir zaman dilimini “bir durum” olarak tanımlayabiliriz. Bu durumun oluşma yıllarını ve çözülme yıllarını kapsayan başlangıcı ve tükenme dönemleri de olacaktır.

Ben Davutoğlu’nun sözünü ettiği bağlamda düşünülmesi gereken dönemlere ilişkin, kapitalizmin tarihinden şu örnekleri verebilirim sanıyorum:

Fransız Devrimi’nden (1789/92) Paris Komünü’ne (1868/71) kadar bir devrimci atılımlar ve kapitalist genişleme dönemi.

Paris Komünü’nden - 1917’ye kadar ekonomik kriz, finansal genişleme, siyasi-kültürel gericilik, emperyalist paylaşım, İngiliz hegemonyası dönemi.

Rus devriminden 1968 olaylarına kadar devrimci atılımlar kapitalist genişleme, ABD hegemonyası, iki Bloklu denge, sömürgelerden, bağımsızlık savaşlarına ve yeni-sömürgeciliğe geçiş.

Paris Komünü'nden Rus devrimlerine kadar olan dönemi, yaygın sermaye birikim rejiminin konsolidasyonu ve krizi, krize karşı, proletaryaya saldırı, finansallaşma ve emperyalist tepki (yeni avlanma alanları açma çabaları) ve kaçınılmaz olarak savaşlar dönemleri olarak da tanımlayabiliriz.

Rus devrimlerinden 1968/73’e kadar olan dönemi de kapitalist genişleme, “Fordist” (Taylorizm+ bant sistemi -“scientific management”-bilimsel işletmecilik) kitlesel üretim ve kitlesel tüketim, tüketim toplumu dönemi olarak tanımlayabiliriz.

1968/73’de başlayan ve halen devam eden “dönemi” de kendi, içinde 1997/2001 öncesi ve sonrası olarak ikiye bölebiliriz. Birinci kısım, yapısal krizi neoliberalizmle, finansallaşmayla yönetme çabalarının etkin olduğu, ABD hegemonyasının kısmen restore edildiği, Teng Ziao Ping reformları, Doğu Blok’unun çökmesiyle, IMF modeli kullanılarak yeni alanların açıldığı, kabaca küreselleşmeci kriz yönetimi modelinin etkin olduğu yıllar olarak tanımlayabiliriz. İkinci kısım 2001/3 – 2006 arasında, imparatorluk projesi, eşzamanlı küresel parasal genişleme, finansal köpükle, kriz yönetim modelinin, küreselleşmenin tükendiği yıllar oldu. Böylece 1950-70 dönemi ve krizini yönetme süreci tam anlamıyla bitti ve “dün oldu”.

Benzer bir alt dönem tanımlamasını, aradan Rus devrimini çıkararak, 1868/71 - 1946/50 dönemi için de yapabiliriz. Birinci dönem, ekonomik kriz,1873-88 depresyonu, krizi finansallaşma ve küreselleşme (emperyalist paylaşım) yoluyla yönetme dönemi. 1914- 1950 arasında, bu yönetim modelinin tükenmesiyle, I. Savaş, Büyük Depresyon, II. Savaş ve dönemin sonu.

Bu dönemlerin hepsine, egemen düşünce akımları, kültürel sanatsal akımlar vb., açısından da yaklaşarak, başlangıç ve bitiş yıllarında bu yaklaşımın gereksinimlerine göre yeni ayarlamalar yapabiliriz. Demem şu ki, bu uzun dönemlerin, alt dönemlerinin sınırları araştırma projelerinin gereksinimlerine göre belirlenebilen bir esnekliğe de sahiptir.

Bu örnekler bize tarihin , çizgisel biçimde değil, birbirini izleyen dönemlerle, bu dönemlerin sonunda ve başında sert kopuşlarla, sıçramalarla şekillendiğini gösteriyor. Bu açıdan bakınca Davutoğlu’nun ve ait olduğu siyasi düşünce akımının (ve tabii liberal “yararlı salakların”) 1923 öncesine dönüp, oradan yeniden başlamaya niyetlenmeleri tam anlamıyla bir saçmalık ve “gerici” bir fantezi oluşturuyor. Bu fantezi de Davutoğlu’nun “Yüzyılın en büyük tasfiyesini, değişimi” olarak tanımladığı “durum” içinde, bu “tasfiyeyi ve değişimi” kabul etmenin, sürece katılımın acılarını katlanabilir kılmak açısından “destekleyici fantezi” olmak gibi bir işlev üstleniyor.

Bugünkü “durum”
Kapitalizmin 1968/73 döneminden bu yana süregelen yapısal krizini iki açıdan değerlendirmek gerekiyor. Birincisi, bu krizin yapısallığı, bir önceki dönemin kapitalizmini (sermaye birikim rejimini) destekleyen, yeniden üreten kurumların, düşüncelerin ve kimliklerin, önce yavaş yavaş sonra artan bir hızla işlevsizleşmeye, başlamasıyla ilgilidir.

Bu bağlamda 1980-90 arasındaki dönemde bu işlevsizleşmenin baş döndürücü bir hız kazandığı söylenebilir. Bu dönemde devreye giren neoliberal restorasyon çabaları, 1989’dan sonra güçlenen yeni muhafazakarlık-post modernizm ittifakı, 1989’dan sonra hızlanan yeni alanlar açma (küreselleşme finansallaşma) çabaları, krize giren egemen yapıları ve kimlikleri büyük ölçüde söktü parçaladı, ama yerine yenilerini koyamadı. Oluşan açığı hızlandırılmış bir finansallaşmaya dayanan hazlara odaklanmış tüketim hummasıyla kapatma çabaları krizin semptomlarını bastırırken, ötelerken kriz eğilimlerini daha da güçlendirdi.

Diğer bir değişle kapitalizmin krizi aşılamadı, kapitalizmi destekleyecek, yeniden üretecek, kurumlar, ideolojiler ve kimlikler çözülürken, yerine yenileri kurulamadı.

2007’de başlayan mali kriz, küreselleşme aşamasının, “yeni” dönemin, aslında bir finansal balon üzerinde, adeta sanal bir dünyada yaşanmış “hayaller” olduğunun ortaya koydu. Hegelci bir değişle kapitalizm 2007 mali kriziyle, yapısal krizini aşamadığının ve aşamayacağının bilincine vardı.

Kapitalizm, ama özellikle kapitalist sınıflar bu yeni bilincin temsil ettiği realiteyle yüzleşme işini hemen hiçbir zaman beceremezler. Bu sınıflar, adeta histerik bir tepkiyle, “yaşam dünyalarını” kısa sürede yangın yerine çevirecek bir şiddeti harekete geçirirler.

Kapitalist sınıf, organik entelektüellerinin tüm gevezeliklerinin, kültür endüstrisinin sattığı rüyaların aksine, serbest piyasa kurallarına, serbest rekabete ve özgürlüklere tahammül edemez. Bu tahammülsüzlük, histerili tepki insanla, sermaye arasındaki, çoğu zaman gözden kaçan bir karşıtlıktan kaynaklanır.

Sermaye bir toplumsal ilişkiler ağıdır ama aynı zamanda, Deleuze ve Guattari’nin deyimiyle bir “kar yapma makinesi”dir. Tek bir oluş dürtüsü vardır: Canlı emeği- doğayı tüketerek kar yapmak. Kapitalist bu makinenin üstünde yaşayan bir “parazittir” (ama kendisinin esas beden olduğunu hayal eder hep). Bu makine belli aralıklara, döngüsel olarak, kar yapma dinamiklerinin çelişkilerinden dolayı, krize girer (kar yapma olasılıkları, genişleme zemini hızla daralmaya başlar) fazla kapasite, aşırı üretim ve aşırı birikim oluşur.

Bu durumda sermaye açısından krizden çıkmak, hiç de karmaşık bir süreç değildir. Kar yapamayan, eskiyen parçalar tasfiye olacak, varlıkları pazarları, karlı kesimlere katılacak, sermaye bu “yaratıcı yıkım” üzerinde kendini yenileyecek, daha da merkezileşecek, yoğunlaşacak, kimi zaman da bulunduğu bölgeyi terk ederek başka alanlara göç etmeye başlayacaktır.

Ama sermaye bir toplumsal ilişkidir de, insanlarla (burjuvazi ve proletarya) birlikte, onlara yabancılaşmış da olsa, onların bir ilişkisi olarak var olur. Sermayenin krizi aşması için yaşanması gerekenler, bu insanların önemli bir kısmının (sermayenin yok olması gereken kısımları üzerinde yaşayanların) servetlerini, siyasi iktidarlarını, işlerini, refahlarını, kısacası yaşam dünyalarını tehdit etmeye başlar. Bu insanlar, kapitalist ve işçi, sermayenin krize uyum reflekslerine kendi sınıfsal konumlarından direnirler. Kriz hızla toplumsallaşır yapısal özellikler kazanmaya başlar.

O zaman sermayenin verimli, güçlü (egemen), bu uyum yıkımdan, yararlanacak kesimi, tasfiye sürecine direnen kesimine karşı bir saldırı başlatır. Sorun şöyle oluşmaya başlar: Hangi coğrafyalardaki, sermaye kesimleri, üretici kapasite vb.., tasfiye olacak, nereleri yıkılarak dönüştürülecek, hangi coğrafyalar açılarak, gelen sermayeyi kabul edecek biçimde, yıkılacak ve yeniden yapılandırılacak.

Kapitalist toplum ve kapitalist sınıf krizin sorunlarını öteleyemeyeceği, yaratıcı yıkımın bir kaçınılmazlık olarak kapıya dayandığı noktaya geldiğinde bu durumla yüzleşmek istemez. Adeta histeri, nöbetine tutulmuş bir hasta, gibi sonuç vermeyen hatta krizi daha da derinleştirecek politikaları, onu eski döneme geri götürmesini bekleyerek tekrarlamaya devam eder. Giderek kriz derinleşir, “hasta” asabileşir ve nihayet onu “uygarlık” olarak tanımlamaya olanak veren “şuurunu”, oto kontrol kapasitelerini kaybetmeye, “inanılmaz” ölçülerde şiddete başvurmaya başlar. Artık kapitalizm, açık zorbalık, savaş kısacası barbarlık aşamasına geçmiş demektir. Bugünkü durumun, “Yüzyılın en büyük tasfiyesini, değişimini” gündeme getiren temel özelliği de budur.

Düne ait olanlara dair
Bugün egemen sermaye brikim modelinin krizini yönetme modeli, uluslararası siyasi yapılanmaları, jeopolitik dengeleri (paylaşım mutabakatları) devlet biçimler, ülke sınırları egemen ideolojiler ve öznelliklerin hepsi, krizini yaşayan bir “sistemin” bileşenleri olarak, bu anlamda artık “düne aittirler”. Kapitalist dünya ekonomisi, merkezi ve çevresiyle, büyük güçler arası dengeleriyle, enerji, gıda, su tedarik sistemleriyle, ekolojik sürdürülebilirlik sınırlarıyla (küresel ısınma, ekosistemlerin yok olma eğilimleri) bir yıkım, tasfiye ve dönüşüm sürecine girmiştir.

Ama kapitalizm, ve egemen sermaye, yine histeri krizi içinde sonuç vermeyen “işleri” yapmaya devam ederek bu krizden çıkmaya çabalamakta, çıkmak için yaptıklarının gezegenin ekolojik biyolojik varlığını, dolayısıyla “uygarlığın yaşam dünyasını” yıkıma sürüklemekte olduğunun yadsımaktadır. Kapitalizm yine savaşlara, dinci, ırkçı, milliyetçi ideolojilere, baskıcı devlet biçimlerine, emperyalist savaş politikalarına başvurmaya başlamıştır.

Bu açıdan bakınca kapitalizmin canlı yaşamını tehdit eden bir toplumsal örgütlenme biçimine dönüştüğü, “bittiği” ortaya çıkar.

ABD hegemonyası, düne aittir, restorasyon çabası imparatorluk projesi daha fazla kan dökmekte, maddi manevi yıkıma yol açmaktadır. IMF, Dünya Bankası, NATO, BM düne aittir, artık kendi kurallarına bağlı kaldıkça işleyememektedir. Bu kurumlar, kendilerini var eden kuralları tanımadıkları oranda da da kimliklerini kaybetmektedir. Avrupa Birliği düne aittir, kapitalizm altında ulusalcılığın ortadan kalkamayacağını, halkların birleşemeyeceğini göstermiş, emperyalist hegemonyacı karakteri tümüyle ortaya çıkmıştır. Var olmaya devam etmesi halkların muhalefetini bastırmaktan, ulusların bağımsızlıklarını ortadan kaldırmaktan geçmektedir.

Ne yazık ki, Büyük Ortadoğu’daki devletler ve sınırlar da düne aittir. Emperyalist paylaşım, kaynak rekabeti şiddetlendikçe bu sınırları, devletleri korumak olanaksızlaşmaktadır. Ya da korumanın yolu, daha önce görülmemiş baskı ve şiddet araçlarının, ideolojilerinin devreye girmesinden, kitle/beden denetleme sistemlerinin (biyopolitik) kurulabilmesinden, sermayenin, “yaşam dünyasını” yıkan projelerine karşı seslerin hepsinin susturulmasından geçecektir. Bu bağlamda halen sürmekte olan faşizm tartışmaları da hızla anakronistik olmaya başlamıştır. Baskı, terör, parlamenter “totalitaritarianizm”, faşizm, dinci ırkçı boyalara bulanmış popülizm, bunların taban hareketleri ve örgütleri, hepsinin bileşenlerinin çeşitli kombinasyonlarından oluşan hibrid biçimlerde karşımıza gelmeye başlamıştır ve gelmeye de devam edecektir. Burada önemli olan, “burjuva demokrasisinin” de artık düne ait, geri gelmesi olanaksız bir biçim olmasıdır.

Tüm bunları söylemek aynı zamanda, geçiş sürecinin, nereye geçerek tamamlanacağının henüz belli olmadığını da söylemektir. Tarih, öznenin müdahalesinin sonuç yaratma şansının çok artmaya başladığı bir döneme girmiştir. Bu dönemin iki özelliğini vurgulayarak bitirelim.

Birincisi, Kapitalizmin finansal kriziyle birlikte başlayan dönemin içinde, kitlelerin eylemlilikleri artmaya, “Tunus”, “Mısır”, “Yunanistan”, “İspanya”, (hatta Libya, Suriye, Suudi Arabistan, Bahreyn’de) “olay alanları” oluşmakta kitleler bu alanlarda tarih sahnesine çıkmakta, “olayların” özne yaratma olasılığını zorlamaktadır.

İkincisi, kapitalizmin yerel ve uluslararası, ekonomik siyasi hatta kültürel güçleri, bu “olay alanlarına” müdahale etme, ortaya çıkan enerjiyi kendi projelerine yönlendirme çabalarını yoğunlaştırmışlardır. Bu çabaların Büyük Ortadoğu’da kısa dönemde başarılı olmaya başladığını görüyoruz. Buna karşılık merkez ülkelerde, hem kitlelerin örgütlenme kültürü, muhalefet geleneği, teknolojisi, tarihsel hafızası, hem de hazır buldukları kurumlar manevra alanlarını arttırıyor, egemen sermayenin bu hareketleri kendi projesine yönlendirme olanaklarını sınırlıyor.

Bu durumda, merkez ülkelerin kapitalistleri açısından dış kaynaklara ulaşmak, 150 yıl önce Cecil Rhodes’ın İngiliz Parlamentosunda uyardığı gibi “devrimi önlemek için emperyalizmi hızlandırmak” gerekiyor.

Şimdi bu arka plan üzerinden en kısa döneme, son bir kaç aya bakarsak, ekonomik kriz yeniden derinleşmeye, mali yapılar sarsılmaya, bankalar sorgulanmaya, kapitalizme karşı toplumsal muhalefet, muhafazakar orta sınıfları da etkisi altına almaya (İngiltere’de “Olimpiyat” sürecinin yerel halkı taciz ederken dev şirketlerin kasalarını doldurmasından muhafazakar Daily Telegraph gazetesi bile şikayetçi) başladı. Ekolojik kriz gıda fiyatları su kaynakları üzerindeki etkisini, yeniden en sert biçimlerde hissettiriyor. Tahıl, et fiyatları hızla artmaya başladı. Merkezde işsizlik yoksulluk, çevrede açlık daha da derinleşecek, bu derinleşme şiddetli tepkilere yol açacak.

1990’ların sonunda, benzer bir konjonktüre girmeye başladığımızda “11 Eylül”, arkasından da Afganistan ve Irak savaşları gelmişti. 2008-2009 gıda krizi Tunus ve Mısır olaylarının ortaya çıkmasında etkili oldu, Bu “olayları” da Libya savaşı izledi. Bugün, Suriye merkezli, İran, Lübnan, Türkiye, Irak ve İsrail’i, Kürt bölgelerini kapsayan, Körfez ülkelerine, Suudi Krallığına uzanan, bir alanda yeni bir savaş olasılığının hızla güçlendiğini görüyoruz.

Yüzyılın en büyük tasfiyesine, değişimine, dinamikler itibarıyla tarihin akışına uygun, doğru tarafta yer alarak katılmaktan söz ederken Davutoğlu, aslında bir kaosa katılmaktan ve taraf olmaktan söz ediyor. Buradan çıkış olmadığının eminim ayırdında değil. Aslında, teorik entelektüel alet çantası açısından, olması da olanaklı değil...

Thursday 26 July 2012

Kadını suçlamanın formülü

(Sendika.org, 26/07/2012)

ile içi şiddetten tecavüz olaylarına kadar kadına yönelik saldırılarda “sen de kışkırtmasaydın” diyerek suçu, saldırgandan alıp kurbanın üzerine atma uygulamalarını, erkek egemen toplumun iktidar ilişkilerinin bir sonucu olarak görmek olanaklı. Ama, arkasındaki mantığa ve kültüre daha yakından bakmak da ilginç olabilir. Bakarken, her durumda erkeği aklamayı, kadını suçlamayı çok kolaylaştıran bir formüle rastladığımızı düşünüyorum.

Tuhaf bir “düalizm”
“Ulemaya soralım” anlayışının bir yansıması olarak Zaman gazetesi, Doç. Dr. Mustafa Varol'la ramazan iklimini konuşmuş. Bu konuşmanın bir aşamasında Varol şöyle diyor: "Oruçlu iken ağzımızı, dilimizi, gözümüzü, kalbimizi tutmak zorundayız. Dil kötü söz söylemeyecek, el harama uzanmayacak, göz harama bakmayacak. Kısaca, orucun sevabını alabilmek için bütün organlar kendini tutacak" sonra “medyanın yaptığı işlerle başkalarının gözüne, kulağına ve gönlüne yasak ve haram fiilleri sunarak, günaha da sebep" (sol.org’dan aktarıyorum) olabileceğini eklemiş.

Doç.Dr. Varol’un saptamalarında, bireyle organlarını birbirinden ayıran, her ikisine de iradi kapasite yükleyen bir “düalizm” görülüyor. Hem birey “bütün organlarını” bu arada “kalbini” tutacak. Hem de “bütün organlar kendini tutacak”.
Bu ayrım bir açıdan “ruh/akıl/bilinç/vicdan ve beden” ayrımına uygun gibi görünürken, her ikisinin de bütünlüklerini bozan, hem bedeni hem de “ruhu” parçalayan bir bölünmeye dayanıyor. Bir taraftan beden organlar üzerindeki kontrolünü, bütünlüğünü kaybetmiş bir biyolojik nesneler yığını olarak karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan, ruh/akıl/bilinç/vicdan, organların iradesinde bir başka “ruh/akıl/bilinç/vicdan” la karşılaşıyor.

Bu bölünmelerden sonra geride “eylemlerinden sorumlu tutulacak bir bedenin ve bireyin kalıp kalmayacağı tartışma konusu olur mu?” diye düşünürken, Varol’un bu kısa paragraftaki saptamaları karşımıza bir sorun daha çıkarıyor.

Varol’un aktardığım saptamasına göre bireyin organları onun denetiminin hem içindedir hem de dışında. Bireyin “ruhu”, organın “ruhu”yla karşı karşıyadır. Dolayısıyla bir eylemi bireyin mi, yoksa ondan bağımsız olarak organın mı yaptığı, bu eylemin sonuçlarından kimin ve neyin sorumlu olduğunu saptama işi içinden çıkılmaz bir karışıklığa dönüşüyor.

Eylemden organları tutmakla sorumlu ruh/akıl/bilinç/vicdan mı sorumludur, yoksa organın kendisini tutmakla sorumlu ruhu/akılı/bilinci/vicdanı mı? Bu sorumluluk bedenin sorumluluğu olarak görülebilir mi? Görülürse, söz konusu eylemin sonuçları, bedenin mi sorumluluk alanına girer yoksa ilgili organın mı?

Ama merak etmeyin, kaygılanmayın, bu içinden çıkılmaz sorular, Varol’un “medyanın yaptığı işlerle başkalarının gözüne, kulağına ve gönlüne yasak ve haram fiilleri sunarak, günaha da sebep" olabileceğini ilişkin saptamasıyla bir anda ortadan kalkıyor, sorumlu olanı saptamak çok kolaylaşıyor.

Çünkü organlarını tutmakla sorumlu birey, kendini tutmakla sorumlu organlar, bir “yasak ve haramla karşılaştıklarında”, bu sorumluluk hemen, haramı, yasağı sunan bireyin veya kurumun üzerine transfer oluyor. “Günaha sebep olan şey” olarak karşımıza, yasak ve haram fiili sunan birey veya kurum çıkıyor. Böylece, “sunan” suçlu oluyor, alan, ya da sunulduğu yanılsamasına kapılarak, almaya kalkan verilmeyince de düş kırıklığı ile şiddete başvuracak olan değil.

İşte bu mantık kolaylıkla tecavüze uğrayan, şiddete maruz kalan kadını suçlamaya yol açabiliyor. Birincisi organlar, bedenin dış dünyadan aldığı elektrik, optik kimyasal uyarıcıların taşıyıcıları değil, beden karşısında bir bağımsızlığa sahip parçalardır. Bu taşınan uyarıcılar, ruh/akıl/bilinç/vicdan yoluyla, bir simgesel sistem içinde bir araya konarak (örneğin bir arzu nesnesi, fantezi vb... olarak) anlamlandırılmıyorlar, organda anlamlarını kazanıyorlar. Burada da ruh/akıl/bilinç/vicdan organ karşısında bir bağımsızlığa (sorumsuzluğa) kavuşuyor.

Hakkı verilmeyen bir sadakat sorunu
Tüm bu bölünmelerin, getirdikleri sorunların yanı sıra, üstelik sanırım bunlardan çok daha önemli bir korkudan ve anksiyeteden kaynaklanan başka bir sorunla karşı karşıyayız. Bu inancının hakkını verememekten kaynaklanan anksiyetedir, inancına tümüyle sadık olamamakla yüzleşme korkusudur.

“Haram”ın ve “yasak”ın ne olduğunu bilen birey, inancına gerçekten sadık ise, bu bireyin ruhu/aklı/bilinci/vicdanı, bedenine, hiçbir bölünmeye izin vermeden tümüyle hakim olacak, zaaflarına bahane bulmayacak çünkü bu zaafı göstermeyecektir; kim hangi yasağı ve haramı sunarsa sunsun etkilenmeyecektir.

Örneğin, inancından kuşkusu olmayan kişi, ramazan günü oruçluyken, önüne dünyanın en kışkırtıcı yemekleri ve bedenleri konsa bile, o bu kışkırtmaları dingin bir ilgisizlikle, iç huzuruyla karşılayacaktır. Bu dingin ilgisizlik ve iç huzuru, kışkırtanlara öfkeyle değil, bir gün cehennemde yanacaklarını bilmeyen zavallılar oldukları için acımayla, hatta kurtarılmaları gereken ruhlar olarak, pedagojik bir şefkatle yaklaşacaktır.

Ama belli ki ortada, yasak ve günah karşısına geldiğinde vereceği tepkiden emin olmayan, inancına sadakatine kuşku duyan ruhlar var. Dahası bunlar, ne inanç eksikliğinin sonuçlarına ne de eylemlerinin sonuçlarına, inandıkların iddia ettikleri tanrının öteki kullarına verdikleri zararın, neden oldukları acıların sonuçlarına katlanmak istemiyorlar. Bunlar inanç görüntüsünü zulüm için bahane olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Bunu “durumu” aklamak kolay bir iş olmadığından da ortaya karmakarışık mantıklar, felsefe bilmeceleri çıkıyor.
İlginçtir bu formül her zaman kadını kurban etmek için kullanılıyor. Ben bugüne kadar bir erkeğin kadınları kışkırtmakla suçlandığını duymadım. Evlilik dışında ilişki kuran bir kadının, “ama organlarım”... “bu adam da beni tahrik etti”. “Ben öyle kendi halimde yaşayıp gidiyordum, geldi bana haram ve yasak sundu, organım da kendisine yüklenen görev gereği kendini tutamadı, suç onda. O beni tahrik etmeseydi bunlar da olmazdı” diyerek kurtulmaya çalıştığını da.

Thursday 5 July 2012

Birlik, “Birleşik Merkez”, Direnmek, “Üçüncü fırsat”

(Perşembe, 5 Temmuz 2012- Sol.org)

Geçen ay ÖDP, TKP ve Halkevleri kongreleri, içinde bulunduğumuz ülke ve dünya koşullarını kapsayan zengin tartışmalara sahne olarak başarıyla gerçekleşti. Türkiye Komünist hareketinin geleneğinin Mao Zedung düşüncesinden etkilenmiş olanların dışında kalan kesimine damgasını vuran vurmaya da devam eden bu akımların konferansları öncesinde ve sonrasında, yayımlanan, birlik, birlikte mücadele, direnmenin, yeni bir “kendiliğinden kabarma dönemine” hazırlanmanın önemi üzerine yorumlar, gündemin en can alıcı konusunda ortak bir duyarlılığa işaret ediyordu. Pazartesi günü Kartal’da yapılan miting bu duyarlılığın pratikteki ifadesi oldu. Bunlar bence, geleceğe ilişkin önemli, umut verici gelişmeler.

Diğer taraftan bu süreci izlerken bende, birlik, birlikte davranma, direniş sorununa ilişkin, üç yapının temsilcilerinin konuşmalarında, yazılarında öne çıkan vurgular arasında ilginç bir farklılaşma çekti dikkatimi. İlginç, çünkü bu farklı vurguların birbirini dışlamadığını aksine, tamamladığını, bu farklılıkları ortak bir “paradigma” altında birleştirmenin olanaklı olduğunu düşündüm. Bu ortak “paradigma” bence “karşıt hegemonya-tarihsel blok” oluşturma paradigmasıdır.

Birbirini tamamlayan yaklaşımlar,
ÖDP 7. Kongresi’nde konuşan Genel Başkan Alper Taş, "Türkiye'yi yeniden kurmak için birleşik bir mücadele, devrimci merkez ve devrimci bir harekete ihtiyaç var" diyor. Taş’a göre "En geniş kesimleri antiemperyalist, antikapitalist bir eksende kapsayabilecek bir politik tutuma, birleşik mücadeleye ihtiyacımız vardır. Birleşik bir merkez, birleşik bir hareket yaratmaya ihtiyacımız vardır. Bu hareket mevcut devrimci özneler kadar, değişik toplumsal inisiyatifleri ve işte 1 Mayıs'larda açığa çıkan gidişattan rahatsız herhangi bir devrimci özneye kendisini ait hissetmeyen bir yığın örgütsüz insanı da kapsamalı”.

Metin Çulhaoğlu konuyla ilgili yorumunda, TKP’yi yaygınlaştırma ve yerelleştirme hedeflerine ek olarak “Helvayı birlikte karmak yakın diyalog, dayanışma, kimi kritik dönemeçlerde ortak davranma, güç birliği ve ortak eylem ise, elbette…” saptamasını yapıyordu.

Ferda Koç, “Bugünden yarına bir 'birleşme' gündemimiz olmadığına göre, bunu sonra da yapabiliriz. Ama solun tüm kesimlerinin üzerinde durduğu ‘ortak bir hareket merkezi oluşturarak birlikte hareket etme’ konusu üzerinde durmakta yarar var.” Dedikten sonra “Birlik arayışlarını ‘hareketin birleştirici baskısı’ndan çok, ‘düşmanın birleştirici baskısı’nın harekete geçirdiğine” dikkat çekti. Ferda Koç, “AKP’ye karşı 'direnilebileceğinin' görülmesi ve gösterilmesi muhalefetin genel kitlesi için özel bir anlam taşıyor” saptamasından hareketle, birlik tartışmasını direnme sürecindeki başarılara bağlıyordu.

Aynı gün yayımlanan yorumunda Çulhaoğlu, Korkut Hoca'nın bir çözümlemesinden hareketle, “Şimdi, önümüzdeki soru şu: Türkiye’de sosyalist hareketin daha ileri hedeflere odaklanması açısından elverişli ortam ve koşulları sağlayacak, bu kez sola doğru bir 'eksen kayması' beklenebilir mi?” diye sorduktan sonra evet: “Beklenebilir değil, beklenmelidir” cevabını veriyordu. Ardında Çulhaoğlu çok önemli bir noktaya dikkat çekiyordu: “Ne var ki, bugün Türkiye’de mevcut sol-sosyalist öznelerin kendi çabaları ne kadar vazgeçilmez, saygın ve değerli olursa olsun kendi başına yeterli olmayacaktır. Bu çabaların, şöyle veya böyle, öznel çabalarla ilişkisi doğrudan veya dolaylı bir kitlesel muhalefetle ve sınıf hareketlenmesiyle eşleşmesi gerekmektedir. Evet, doğrudur; bugün ‘kendiliğinden’ hareketlenmeler bile öznel etmenle önceki dönemlere göre daha fazla ilişki ve etkileşim içinde olacaktır. Ancak, bu olgunun tespiti ve gereğinin yapılması bile ‘eksen kaydırmak’ için gerekli ortamı kendi başına yaratamayacaktır. Uzun sözün kısası, Türkiye siyasetinde eksenin sola kayması, yeni bir kitlesel-sınıfsal hareketlenmeyi gerektirmektedir.”

Bu “farklı” yaklaşımları bir araya koyduğumuzda, kısaca şu sonuçları kapsayan bir bütünlüğe ulaşmak olanaklı: Sosyalist mücadelenin örgütlü güçlerini birleştirerek etkisini arttırmak gerekiyor. Bu etkinin dönüştürücü sonuçlar yaratabilmesi için olmazsa olmaz koşul, “kendiliğinden kitle hareketinin”, kabardığında, sol müdahaleye olanak verecek bir “olay alanı” yaratmasına yol açacak koşulları “zorlamak”tır. Bu kendiliğinden hareketin oluşma sürecinde, bunu geciktiren, engelleyen, hegemonyaya karşı gündelik direnişi, bir anlamda “mevzi savaşını” duraksamadan, kararlılıkla sürdürmek gerekir.

Bir başka deyişle var olan yapılar kendi örgütlenmelerini, teorik hazırlıklarını derinleştirirken bir taraftan AKP’de ifadesini bulan hegemonyaya karşı direnmek, güçlerini bu direnme zemininde somut hareketlerde birleştirmenin yollarını aramak durumundadırlar.

Ancak dikkatle bakıldığında bu betimlemenin direnişe (ki önemli, değerlidir, olmazsa olmaz koşuldur), dolayısıyla da çoğu kez tepkiye ilişkin bir dinamiğe işaret ettiği görülecektir. Halbuki, gelen saldırıya karşı grupları birleştirmeye çalışmanın ötesinde, emekçi sınıfların farklı kesimlerindeki tepkileri, huzursuzlukları, sınıfın bölünmüşlüğünü derinleştiren uygulamalara karşın birleştirecek mücadele eksenleri kurmak, geniş tabanlı kampanyalar oluşturmak, bir anlamda salt tepkisel değil, kendi taleplerini dayatmaya çalışan bir mücadele eksenini düşünmeye çalışmakta önemlidir.

Bu hem direnen hem de kendi özgün talepleriyle ortaya çıkan siyasi mücadele, “gruplar arasında” birlik sorununu bir üst ve çözülmesi olanaklı düzeye, emekçi sınıflar arası yakınlaşma, kapitalist sınıf hegemonyasına karşı, ahlaki ve toplumsal bir söylem oluşturma zeminine çıkarabilecektir.
Bu, bir “karşıt hegemonya” inşa etmeye çabalarken aynı anda bunun maddesini oluşturacak “tarihsel blok”u kurmak için birlikte davranmaya çalışmak anlamına geliyor. Burada birincil sorun, grupların yapılarını birleştirmek değil, grupların çalışmalarını “tarihsel blok”, “karşıt hegemonya” kuracak biçimde birleştirmeye çalışmaktır. “Tarihsel Blok”’un ve onu kurma sürecinin önemi, esas olarak direnmenin ötesinde, iktidarı hedefliyor olmasıdır.

“Tarihsel blok” süreci, birçok örgüt ve grubu, bunların aralarındaki tartışmaları, blokun oluşması için gerekli kültürel liderliği sunma çabalarını da içerir. Bu nedenle “blok”u oluşturmak için çabalayanların, birbirlerine karşı, rencide edici, suçlayıcı sıfat ve tanımlamalarla yaklaşmaktan özellikle kaçınmaları, birleştirici, kapsayıcı ve birbirini destekleyici söylemleri seçmeleri son derecede önemlidir. ÖDP, Halkevleri ve TKP arasındaki ilişkilerin bu kurallara kolaylıkla uyabiliyor olması gerçekten umut vericidir.

“Karşıt hegemonya” ve “tarihsel blok”
“Karşıt hegemonya” olasılığı üzerinde düşünürken, öncelikle “hegemonya”nın kimi özelliklerini anımsamakta yarar.

Hegemonyanın en önemli özelliği, kabule ve liderliğe dayanması, dolayısıyla hegemonyacı açısından kimi özverileri, uzlaşmaları gerektirmesidir. Hegemonyacı kendi çıkarları ile toplumun bir kesiminin çıkarları arasında ortaklıklar kurar, bunu yapabilmek için de kendi taleplerinin bazılarından, bir süre için vaz geçer[1].

Her hegemonya, mutlaka kalıcı bir “tarihsel blok”a dayanmak durumundadır. Bu blok sürdüğü müddetçe devletin temel özelliği, “biçimi” sabit kalmak koşuluyla rejimler, hükümetler, yönetici kadrolar değişebilir. “Blok” evrimci bir biçimde yavaş yavaş değişebilir, bu süreçte hegemonyacı da ya fedakarlığının alanını genişletir, ya da daraltarak kendi çıkarlarını daha başat hale getirebilir.[2]

Bu bağlamda, yükselmekte olan bir “kendiliğinden hareket”, toplumsal muhalefet dalgası, üzerinde kurulmaya başlayan bir tarihsel blok ve karşıt-hegemonya ilişkisi içinde, hegemonik konumda olacak proletarya sınıfının, ya da küçük burjuvazinin, “yeni orta sınıf proletaryanın” vb... kimi özverileri, uzlaşmaları kabul edecek olması doğaldır.

Komünist hareket (gruplarıyla birlikte) bu fedakarlıkların sınırlarının, proletaryanın sınıf çıkarlarına göre ve iktidara yakınlaşmayı kolaylaştıracak biçimde oluşmasını sağlamaya çalışacaktır.
Burjuva toplumda siyasi iktidarın yeri yalnızca devlet (toplumsal ilişki olarak) düzeyi değildir. Kapitalist sınıfı iktidarda tutan hegemonyanın, “tarihsel blok”un kökleri öncelikle devletle aile arasında kalan “sivil toplum” olarak da nitelenen alanda, Gramsci’nin deyimiyle “ideolojinin maddi yapıntılarında” (medya, edebiyat, müzeler, tiyatrolar, sanat galerileri, okullar, mimari tarz ve alanlar, hatta sokak isimleri, dayanışma kurumları, spor kulüpleri, dini mekanlar- bunlara reklam endüstrisinin ürettiği imajları da ekleyebiliriz) tutunur. Hegemonya ve “tarihsel blok” kalıcılığını bu mekanlardaki köklerinin gücünden alır.

Bu anımsamalardan ben, gelen saldırılara karşı direnmenin ötesinde, bu “ideolojinin maddi yapıntılarının” egemen olduğu alanda, “karşıt-hegemonyanın” köklerini salabileceği, noktalar, mekanlar, estetik değerler, sanat kültür akımları, dayanışma kurumları, çeşitli medya kaynakları oluşturmak gerektiği sonucunu çıkarıyorum.

Kimi arkadaşlar AKP hegemonyasını abartmamak gerekir derken, onun temsil ettiği “tarihsel blok”un ve siyasal İslam hareketinin, bugünkü konumuna, nasıl köklerini “ideolojinin maddi yapıntıları” içinde adım adım inşa ederek gelmiş, ideolojisini maddi bir güce dönüştürmüş olduğunu unutuyorlar, ya da bunu göremiyorlar.

Bu nedenle, “birlikten, direnişin öneminden, yeni bir fırsatı yakalamak” tan söz ederken, sosyalist grupların, bu amaçları doğrultusunda ilerlemek istiyorlarsa, “sivil toplum” içinde, “ideolojinin maddi yapıntıları” üzerinde, kendi yaratacakları biçimleri de devreye sokarak adeta bir mevzi/siper savaşı vermekten kaçınmalarının olanağı yoktur. Egemen sınıfların “tarihsel blokuna” karşı, bir “tarihsel blok” oluşturmanın, “karşıt-hegemonya” inşa etmenin de yolu sanırım buradan geçmektedir.

“Düğüm noktaları”
“İdeolojinin maddi yapıntıları” çok çeşitli, katmanlı ve karmaşık bir alan oluşturuyorlar. Direnişe konu olacak saldırılar, hemen her alanda ara vermeksizin geliyor. “Sivil toplum” çok farklı mekanları ve ideolojileri, ekonomik, cinsel iktidar ilişkilerini de kapsıyor. Böyle şekillenmiş bir alanların bütününde, “karşıt hegemonya” ve “tarihsel-blok” projesi bağlamında çabalarken “güçleri nerede toplamak, çalışmayı nereye odaklandırmak gerekir?” sorusu, etkili olmakla, iğneyle kuyu kazmak arasındaki farka işaret ediyor.

Bu soruya cevap verirken belki ideolojik alanın, egemen ideolojinin şekillenmesinin dinamiklerinden, analoji yoluyla yararlanabiliriz.

Şöyle: ideolojik alan neredeyse sonsuz sayıda, imajdan ve göstergeden oluşuyor. Bunlar adeta havada, günlük yaşamı bir balon köpüğü gibi saran simgesel evrenin içinde, rüzgara kapılmış yapraklar gibi uçuşurlarken, bir noktada aralarından bir gösterge diğerlerini disiplin altına almaya, onları anlamlı bir bütün izlenimi verecek biçimde bir araya koymaya başlıyor, böylece bir ideolojik “yapıntı” şekilleniyor. Bu disiplin getiren, simgesel karmaşaya anlam veren gösterge, bu anlamlar sistemini sabitleyen bir “düğüm noktası” oluşturuyor.

Türkiye’ye baktığımızda, bir sürü, adeta sonsuz sayıda, mücadele ve müdahale konusu ile karşı karşıya kalıyoruz. Bunları, gelen saldırıların hedefleri olarak da düşünebiliriz. Yukardaki paragrafı bir analoji kaynağı olarak kullanırsak, bu sonsuz sayıda mücadele alanı içinde, sürmekte olan mücadelelere bugünlerde bütünsel bir anlam kazandırabilecek iki düğüm noktası görebiliriz diye düşünüyorum. Bunlardan biri “kadın hakları” diğeri de “Kürt sorunu”.

Kürt sorunu kendi siyasi temsilcileri, yerleşik mücadele ve çalışma tarzı biçimleri olan bir alana işaret ediyor. Devlet, bu alandaki saldırısını, KESK olayında görüldüğü gibi işçi hareketine yönelik bir saldırıyla dolaylı olarak birleştirmeye çalışıyor.

Buna karşılık “kadın hakları” cepheden bir saldırı altında. Bu saldırı, “Kriz, Kadın ve AKP dönemi” (sendika.org) yazımda işaret ettiğim gibi aslında işçi sınıfına yönelik saldırının birçok alanını birleştiren, bu alanları toplumun kentli orta sınıflarının, “yaşam tarzı özgürlüğü” alanlarına bağlayan bir düğüm noktası oluşturuyor.

Bu iki saptamadan hareketle “tarihsel blok” kurma süreci bağlamında, ben, Kürt sorununda, uygun tutumun, taktik, çalışma tarzı ve örgütleriyle zaten uzun bir süredir var ve sürmekte olan bir mücadeleyle, Türk ve Kürt halk sınıflarının kesişen çıkarlarına öncelik verecek biçimde ilişkilenmek olduğunu düşünüyorum. Buna karşılık, “kadın haklarına” yönelik saldırının, acilen göğüslenmesi, bunun ötesinde yaygın, toplumsal tabanı geniş ve çeşitli bir karşıt harekete, dönüştürülmesi gerektiği sonucuna ulaşıyorum.

Bu iki “düğüm noktası” dışında hızla öne çıkmaya başlayan bir savaş olasılığını göz önüne almak gerekiyor. Olası bir savaş, ülke içindeki zaten hıza daralmakta olan haklar ve özgürlükler alanını daha da daraltacak, kadınların, proletaryanın ve Kürt hareketinin üzerine ek ve çok büyük bir basınç getirecektir. Ama aynı zamanda “savaş karşıtı” bir tepki “birlikte davranma”, safları sıklaştırma, önceki paragrafta vurguladığım iki “düğüm noktası”na ilişkin tutumları güçlendirmek açısından yeni olasılıkları da beraberinde getirecektir.

[1] Bu bağlamda Lenin’in “Proletaryanın toplumdaki tüm diğer ezilen sınıf ve kesimlerin çıkarlarını savunması gerektiğine” ilişkin saptamasını anımsayabiliriz.
[2] Lenin’in Rus devrimi sürecini anlatırken, “önce bütün köylülükle birlikte Çarlığa karşı, sonra yoksul köylülükle birlikte burjuvaziye karşı” betimlemesi de kurulmuş olan “tarihsel blok” un evrimine ilişkin bir örnek olarak okunabilir. AKP’nin liberal entelijensiyayı, kent orta sınıf duyarlılıklarını dışlamaya başlaması da...

Thursday 28 June 2012

Kriz, kadın ve AKP dönemi

(28 Haziran 2012- Sendika.org)

“İstanbul Sarıyer’de 21 Mart gecesi tecavüze uğrayan kadın,
tecavüzcüsünü ısırdı diye 2.5 yılla yargılanıyor”

AKP döneminin ilk yedi yılında kadın cinayetleri yüzde 1400 artmış. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in açıkladığı verilere göre 2002’de 66 olan kadın cinayeti sayısı, 2009’un ilk yedi ayında 953 yükselmiş.

İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’nin gerçekleştirdiği daha güncel bir araştırmada, durumun daha da ağırlaştığı, 2005-2011 yılları arasında 4190 kadının erkekler tarafından öldürüldüğü ve 3074 kadının tecavüze uğradığı, 2011 yılının ilk 8 ayında ise 143 kadın öldürülürken 76 kadının cana kastedilen saldırılarda yaralandığı, bunun dışında 2011’in ilk 8 ayında 82 tecavüz vakasının mahkemelere intikal ettiği saptanıyor. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün ‘Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’ kadınların yüzde 42’sinin fiziksel ve cinsel şiddete uğradığını, bu şiddet olaylarının yüzde 49.9’unun yoksul kesim kadınlarında yoğunlaştığını gösteriyor.

Kadını hedef alan bir genel saldırı panoramasına içinde, hatta merkezinde Başbakanın “Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”, “en az üç çocuk istiyorum” açıklamaları, "Sorunun odağında kim var? Kadın var. Kardeşim sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır. Tahrik ettikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değildir” mantığı, bu mantığa bağlı olarak “Tecavüze uğrayan kadın tecavüzcüsüyle evlensin, yargının iş yükü hafiflesin” yüzsüzlüğü, kürtaj hakkını hedef alan saldırılar sezaryen tartışmaları, hamilelik testlerini kayda geçirme çabaları, üretken olmayan cinsel ilişki biçimlerini yasaklayan kararlar var.

Tüm bu açıklamalar ve kararlar, bedenin kontrolünü, kamusal alana özgürce katılma hakkını kadının elinden almayı amaçlarken, artan şiddetin kadını terörize ederek, yıldırarak direniş kapasitesini kırarak eve kapatmayı hedeflediği kolayca söylenebilir. Ancak kadına yönelik bu saldırıların AKP döneminde hızlanmasına yol açan dinamiklerin de açıklanması gerekiyor.

En kolay ve kestirme açıklama, AKP kadrolarının ideolojik yapılarına, dinci geleneklerine göndermeyle yapılabilir. Ancak bu açıklama “Ama nüfusunun yüzde 99 Müslüman olan bir ülke Türkiye, neden böyle bir artış daha önce görülmedi de şimdi ortaya çıkıyor?” sorusu karşısında daha ilk elde zorlanmaya başlar.

Bence bu açıklamada, belirleyici dinamiği genel olarak kapitalizmin krizinin, ama özel olarak Türkiye kapitalizminin 1990’ların sonunda patlak veren mali krizinin içinde aramak gerekiyor. AKP bu ikinci krizin bir ürünü olarak ama, birinci krizi yönetmek amacıyla geliştirilen neo-liberal politikaları uygulamaya devam etmek üzere iktidara gelmedi mi? Bu dinamiklere, AKP ile birlikte AKP yönetimindeki devlete dayanarak yükselen yeni bir kapitalist sınıf kesiminin gereksinimlerini de eklemeye başladık mı bence kadına yönelik bu saldırı dalgasını açıklayacak zemine ulaşabiliriz.

Ancak bunu yapabilmek için, bir kaç adım geri çekilerek, kapitalizmin ortaya çıkışıyla kadına yönelik baskının aldığı biçimler arasındaki ilişkiyi anımsamamız, bu arada kapitalizme ilişkin kimi fantezileri de yıkmayı göze almamız gerekiyor.

Tam da bu konular üzerinde düşünmeye başladığım sırada (aslında bu mücadeleye yeni katılmaya başlayan genç bir kadının, kızımın getirip önüme koymasıyla) elime geçen bir çalışma [1 ], bana çok yardımcı oldu. Yazının bundan sonraki bölümünde, AKP döneminde, kadına yönelik şiddetteki ani artış üzerinde düşünmeye, bu çalışmanın bulguları ve savları eşliğinde devam edeceğim.

Bir karşı devrim olarak kapitalizm
Silvia Federici’nin çalışmasının en çarpıcı yanını, kapitalizmin kadınları ve emeği özgürleştiren bir üretim tarzı değil, aksine çoktan başlamış olan bir isyanın özgürleşme sürecini bastıran bir gelişme olduğuna ilişkin sav, bu savı desteklemek için sunulan tarihsel malzeme oluşturuyor.

Federici’nin çalışması öncelikle feodalizmin uzun krizi sırasında, sertleşen sınıf mücadelelerine, çoğuna kadınların liderlik ettiği, ya da geniş bir biçimde katıldığı “komünist”, “proto-komünist”, din karşıtı halkçı köylü/proleter hareketlerin ortaya çıktığı döneme odaklanıyor. Federici’nın savına, bulgularına göre, kilise, aristokrasi ve tüccar sınıflarının, bu isyanları bastırmak, serveti, ayrıcalıkları korumak, birikimini yeniden düzenlemek için başlattıkları atılımlar içinden, kapitalizm, bu isyanları bastıran, üretimi ve servet birikimini yeni bir biçimde örgütleyen bir karşı devrim olarak doğuyor. Bu anlamda kapitalizm ve burjuva toplumu, belki feodal üretim tarzına, siyasi yapısına ve egemen ideolojisine göre bir “ilerleme”yi temsil ediyor ama, şekillenme süreci feodalizme, mülkiyete karşı yükselen kitlesel isyanları, kadın özgürlüğü, cinsel özgürlük dalgasını, ortaklaşmacı, eşitlikçi ve sömürüsüz bir yaşam kurma çabalarını bastıran bir “karşı devrim” işlevi görüyor.

Kilise, aristokrasi ve tüccar sınıfları bu devrimci dalgaya, Marx’ın ilkel birikim olarak tanımladığı süreci başlatarak cevap veriyorlar. Bir tarafta servet birikiyor, öbür taraftan işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan proleter kitleleri... Servet üretim araçlarını sağlayacak ve bunları ücret ilişkisi içinde emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan üreticilerle birleştirecek... Bu süreçte, kapitalizm Marx’ın deyimiyle, başından ayağına her tarafından her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak ortaya çıkacak.

Gerçekten de, bu ilkel birikimin bir yanında sömürgeciliğin, köleciliğin, soykırımın, ırkçılığın, öbür yanında da kadınlara yönelik son derecede vahşi bir saldırıyla eril toplumun, kapitalizmin gereksinimlerine göre restorasyonunun, yeniden örgütlenmesinin yer aldığı görülüyor. Bizi bu yazıda daha çok ikincisi ilgilendiriyor.

Proleterleşme, cinsel disiplin, kadın düşmanlığı
Feodalizme karşı giderek yoğunlaşan isyanlara dönersek, bunlardan yaklaşık bir yüz yıl önce vebanın nüfusun üçte birini yok eden etkisini de göz önüne alarak, Federici, feodal egemen sınıfların ve tüccarların emek kıtlığı, yükselen ücretler, düşen fiyatlar gibi sorunlarla karşı karşıya kaldıklarını, o zamanlar “heretic” (“halk bu kadar yoksul ve açken kilise neden bu kadar zengin” sorusuyla kiliseyi hedef alarak başlayan hareketler) olarak nitelenen isyanlarla boğuşmakta olduğuna dikkat çekiyor.

Egemen sınıflar bir taraftan bu isyanları bastırmaya çalışıyorlar, diğer taraftan ücretleri düşürmenin, aynı anda da nüfusu arttırmanın yollarını arıyorlar. Kamusal mülk olan toprakların çevrilerek özelleştirilmesi, nüfusu gittikçe artan bir mülksüzler tabakası yaratıyor. Ama mülksüz kalanların çalışma koşullarını kabul etmek yerine işi isyana, serseriliğe, eşkıyalığa vurmaları beklenen sonuçları vermiyor.

Bu aşamada giderek devreye bir taraftan proletarya sınıfına karşı aşırı bir şiddet, diğer taraftan yeni nüfus ve beden denetleme politikaları giriyor. Her ikisi de öncelikle kadını hedef alıyor, hem proletarya sınıfını bölmek hem de emekçi sınıfların biyolojik üretimini garanti altına almak için... Birincisi, egemen sınıfların temsilcileri, zaten tarihsel, dini kökleri olan kadın düşmanlığını körüklüyor, erkeğin sisteme olan tepkisini egemen sınıflara yönelik öfkesini kadına yönlendiriyor, kadına yönelik şiddeti, hatta tecavüzü, özellikle halk sınıflarının kadınları söz konusu olduğunda meşrulaştırmaya, hoş görmeye, zaman zaman da bizzat savaşlarda, pogromlarda, zorunlu evliliklerde örgütlemeye başlıyor. Böylece sermaye birikirken proletarya içindeki bölünmüşlükler de artmaya başlıyor.

İkincisi, kadının cinselliği, buna bağlı özgürlükleri, bedeni, hızla disiplin altına alınmaya çalışılıyor; konuşan, itiraz eden, küfür eden, çocuk doğurmayı reddeden, bir araya gelerek dedikodu yapan kadın, sorgulamada ağlamayan kadın, işkenceden idama kadar uzanan cezalarla sonuçlanan cadı mahkemelerinde yargılanıyor. Cezalandırılanlar, halkın izlemeye zorlandığı gösterilerde uzun uzun işkenceye tabi tutuluyor, işkencede ölmediyse çoğu kez yakılarak, öldürülüyor. Bu süreçte kadınlar terörize ediliyor, birbirlerine ihanet etmeye teşvik ediliyor, kadınlar eve kapatılarak toplu davranışları, ortak kültür üretim süreçleri bastırılıyor, kocalar karılarını yargıçlara kendi elleriyle teslim ediyor. Özellikle ilginç olan şu ki, bu “cadılar” esas olarak dinci değil seküler mahkemelerde yargılanıyorlar. Federici, engizisyon geleneğinin yaygın olduğu ülkelerde dinci mahkemelerin de devreye girdiğini, burası önemli, ancak bu mahkemelerden, seküler burjuva mahkemelerine göre daha az idam ve işkence kararı çıktığına işaret ediyor.

Kadınların cinselliğinin hedef alınmasının, proleter erkekler arasında kadın düşmanlığının körüklenmesinin arkasında, sınıfı bölmek, erkeğin gazını almak, emeğin yeniden üretimini, bir ücret ödemeden kadının üzerine yıkmak gibi beklentilerin yanı sıra, kadın cinselliğinin erkek üzerinde bir iktidar aracı olmasından kaynaklanan bir korku ve bir çaresizlik de var.

Yeni kapitalist sınıf her şeyi üretebiliyor ama bir şeyi, yeni işçiler kuşağını üretemiyor. Bunun için kadının bedeni ve rızası, ücreti ödenmeyen ev emeği gerekiyor. Bu korku ve gereksinimlerden hareketle de bize hiç yabancı gelmeyen yasalar gündeme gelmeye başlıyor.

Yeni kapitalist egemen sınıfın organik entelektüelleri, bir taraftan ulusun gücünü nüfus artışına bağlarken, diğer taraftan, akıl/beden ayrımını canlandırarak, açlık, cinsel arzu gibi duyguları bedenin denetlenmesi gereken sorunları olarak tanımlayan söylemleri geliştirmeye başlıyorlar. Bu süreçte, kadının, çocuğun ve sömürge halkının cinselliğine, gizemli, müstehcen hayvani özellikler atfeden bir söylem de gelişiyor.

Bir taraftan tecavüze yaklaşım yumuşatılır, erkeğin kadının bedenine ulaşması kolaylaştırılırken, diğer taraftan kadınların kürtaj yapması, doğum kontrolü, evlilik dışı cinsel ilişki ölümle cezalandırılabilecek suçlar arasına katılıyor. Çocuk yapmaya yönelik olmayan hazları yaratan cinsel ilişkileri, anal/oral seksi, eşcinselliği, evlilik dışı cinsel ilişkiyi, hatta içki içmeyi, çıplaklığı şiddetle cezalandıran yasalar çıkarılıyor. Kapitalist sınıf bu dönemde, meyhaneleri, eğlence yerlerini, panayırları, kısacası halkın bir araya geldiği mekanları kapatmaya, etkinlikleri de yasaklamaya çalışıyor.

Sonuç yerine
AKP dönemi uygulamalarıyla, feodalizmin krizi içinde yükselmeye başlayan yeni kapitalist sınıfın gündeme getirmeye başladığı uygulamalar arasındaki benzerlikleri vurgulayabildiğimi umuyorum.

Bu benzerliklere bir de şuradan yaklaşabilirim sanıyorum: 1960’lerin sonu, 1970’ler kapitalizmin yeni başlamakta olan uzun yapısal krizi içinde yalnızca sınıf mücadelelerinin keskinleştiği değil, kadınların haklar ve özgürlükler mücadelesinin, feminist hareketin ve teorilerin canlandığı yıllar oldu. Komünist hareket bu mücadeleyle ikircikli de olsa bir ilişki geliştirmeye, toplumda erkekler tavırlarını çok yavaş, çok sınırlı da olsa değiştirmeye başladı. Kadınların özgürleşme mücadelelerinde uzun bir süreden sonra yeniden tarihsel kazanımlar gündeme gelmeye başladı. Daha sonra 1980’lerde sendikal harekete olduğu kadar feminist harekete karşı da bir saldırı gelişmeye başladı. Bu karşı saldırı, bir taraftan, hazlara dayalı bir beden estetiği, tüketim tarzının belirleyici unsuru olarak, finansallaşmayla birlikte gelişirken, diğer taraftan postmodernizmin, kültür endüstrisinin katkılarıyla, yükselen yeni muhafazakarlığın, neo-liberalizmin aile değerlerine dönüş propagandasının da öncülüğünde ilerledi.

Türkiye, 1980’lerden sonra, kadın bedenine ulaşmayı kolaylaştıran eril bir cinselliğin, tüketimi teşvik eden bir haz ekonomisinin, “tüketim tarzının” etkisi altına girdi. 1990’ların başında ve sonunda yaşanan mali krizler egemen sermayenin yönetim kapasitesini, temsilcileriyle ve entelektüelleriyle birlikte adeta çökertti. Bu kriz içinde hem bir yeni kapitalist sınıf fraksiyonu hem de yeni bir entelijansiya, hegemonya kurmaya ilişkin yeni bir tarihsel blok inşa etmeye başladılar.

AKP ve hem onu destekleyen, hem de onun sunduğu olanaklar sayesinde yükselmeye başlayan “yeni” kapitalist fraksiyon da krizin etkilerinden, finansal dinamiklerinden bağımsız bir kesim değildi. Birikim yapabilmek, ayakta kalabilmek için dünya pazarında rekabet etmek zorunda olduğunu biliyordu. Bu rekabette gücünü arttırabilmek için bu kesimin, devlet kaynaklarını kullanmaya ilişkin yeni bir kaynak dağılımı sistemine, düşük ücret düzeyine, beden denetim rejimine gereksinimi vardı. Bu kesimin gereksinimlerinin bu bağlamda feodalizmin krizi sırasında yükselmeye başlayan sınıfınkilere benzemesi bir rastlantı değil: Bir üretim tarzı krizi, servet birikimini hızlandırma, bunun içinde emekçi sınıfları denetim altına alma gereksinimi [2 ]. Kapitalizm gelişirken nasıl proleterleşme aynı anda, eril toplumun iktidar ve baskı ilişkilerinin yeniden güçlendirilmesi kadının baskı altına alınmasını, eve kapatılmasını getirmişse, yine bir kriz ve yükselen sınıf aynı dinamikleri harekete geçiriyor.

Bu bağlamda “kadın sorunu” ve kurtuluş mücadelesi ister istemez sınıf mücadelesinin bir tarzı, bir alanı (alt kümesi değil, tarzı ve alanı) olarak karşımıza çıkıyor.

Notlar:
(1) Silvia Federici, Caliban and the Witch – Women The Body and Primitive Accumulation, Autunomedia, 2004/2009 New York

(2) Depreme dayanıklı evler bağlamında hazırlanan imar yasasına, yeni rant alanları yaratmaya ilişkin bir “çevirme” projesi olarak bakılabilir mi acaba?

Thursday 21 June 2012

Kürt “Sorunu” ve mağaranın duvarındaki gölgeler

(21 Haziran 2012- Sol.org.tr)

Yine bir çatışma, yine çok sayıda ölü. Adeta kıyma makinesine atılmış bir genç kuşağın bir türlü sonu gelmeyen trajedisini izliyoruz. Bu da yetmiyormuş gibi, adeta yaraya tuz basar gibi, durumu açıklamak için ortaya atılan saçmalıklara katlanmak durumundayız. Bu trajedinin her dönemecinde havayı kirleten bu metan gazı kokulu saçmalıklarla bu trajedinin bir türlü sonunun gelememesi arasında yakın bir nedensellik ilişkisi var.

Alper Birdal, 19 Haziran yazısında, bu saçmalıkları çok güzel özetledi. Okurken aklıma Platon’un mağara allegorisi geldi. Bu, açıklama olarak karşımıza gelen saçmalıklar mağaranın duvarındaki gölgelere benziyor. Ama mağaradakilerin sırtı mağaranın ağzına, ışığa dönük olduğu için bunların neyin gölgeleri olduğu, bir türlü belli olmuyor. Arada sırada birileri kendilerini bu durumda kalmaya zorlayan zincirleri kırıp da dışarı çıktıklarında, ilk anda gözleri kamaşsa da gölgelerin gerçek kaynağı hakkında bir bilgiye sahip oluyorlar. Geri dönüp de öğrendiklerini mağaradakilere anlatmaya çalıştıklarındaysa, başlarına gelmedik kalmıyor…

Gölgelere dönersek, Alper’in verdiği örneklere bir tane de ben eklemek istiyorum.

Ali Bayramoğlu Yeni Şafak’ta ağlaşıyor, tam yeniden “az da olsa çözüm umudu belirmişken” karakol saldırısı ve 8 can. Birincisi, 30’a yakın insan öldüğüne göre, geri kalanlar “can” değil mi? Taraflardan birine, “can” nitelemesini çok gören, onları insan dışı bir şeymiş gibi algılayan kafanın “çözüm umudu” kavramını kullanmasının ne anlamı olabilir acaba? İkincisi, ne anlama geldiği belirsiz “çözüm umuduna” yol açan gelişmelere bakar mısınız: CHP'nin çıkışı, AK Parti'nin yumuşayan yaklaşımı, Talabani'nin girişimleri, Leyla Zana'nın açıklamaları, Kandil'in yeni vurgularıyla…

Bunlardan en ilginci “Kandil’in yeni vurguları” olabilirdi ama aktarıldığı kadarıyla burada, “bu işi ben de anlamadım, kontrol edemedim” türünden bir şey var. İktidar, irade, çözüm kapasitesi değil bize aktarılan, aktarılmak istenen. Bir iktidarsızlık ve şaşkınlık görüntüsü yansıyor mağaranın duvarına…

Diğer umut kaynaklarına gelince, gölgelerden de bir şey anlamak olanaklı değil. Kim ne zaman yumuşadı? Zana, Erdoğan çözer darken ne kast ediyor? Talabani, hangi beklentiyle bu işin içinde?

Mağaranın dışına çıkarak, gözlerin kamaşmasını, hatta kör olmayı göze alarak ışığa bakmakta yarar var. Ortada dolaşan şeylerin üzerine yansıyan bu ışık bu gölgeleri oluşturuyor çünkü. Işık olmasa bu gölgeler de olmayacak değil mi?

Peki nasıl çıkacağız diye soracak olursak, çıkışın yolunu Alper’in yazısının son paragrafında bulabiliriz.

“Yoksa bu noktaya oluk oluk kan akmaya devam ederken, akılları, meselenin aslında ne kadar basit, ne kadar sınıfsal olduğundan uzaklara taşıyarak kör dehlizlerde kaybetmeye niyetli bir zevatın ayak oyunları nedeniyle mi geldik?” (abç)

Burada, Platon’un, duvara yansıyan şeylerin, asılları olduğunu düşündüğü “form”lar, “idealar” ya da realiteyi anlığımızda tutabilmemize olanak veren evrensel kategoriler kavramını, materyalist bir okumaya tabi tutarsak, “Peki bu kavramlar, bu realite içinde nasıl ortaya çıkıyor?” Sorusunu sorarak “düzeltirsek”, bu kavramların bu realite içinde ortaya çıkmasına olanak veren “ışığı” da, Alper’in tartışmanın içine katmaya davet ettiği “sınıf mücadelesinin” enerjisi olarak düşünebiliriz. Bu gölgelerin ve kategorileri, bu ışığın (varlığın-maddenin) titreşim ve devinimleri yaratıyor. Öyleyse, biz de bu tuhaf “açıklamaları”, Kürt sorununda karşımıza gelmeye başlayan olguları, sınıf mücadelesinin dinamikleri (titreşimleri ve devinimleri) üretiyor diyebiliriz pekala.

Bu devimim ve titreşimlere daha yakından bakmadan önce, mağaranın duvarındaki gölgelerin, sunulan saçmalıklar karmaşasını oluşturan resimlerin arasındaki boşluklarda, şekillendiğini düşünmeye başladığım bir söyleme, anlatıya, öyküye, senaryoya (artık neyse) dikkat çekmek istiyorum.

Bu öykü, ya da kıvrımları açılmakta olan anlatı, her aşamada, doğru yanlış, iktidarın ortağı olduğu varsayılan “Cemaat” denen bir şeye işaret ediyor. Bu olgunun ayrıntılarına girmeyeceğim, MİT başkanının hedef alınmasından bu yana gelişen, Başbakan-Cemaat tartışması olarak aktarılan şeyin içinde karşımıza gelenleri hem kronolojik sırayla, hem de kurulan nedensellikler zincirini izleyerek düşünmek yeterli.

Bu Cemaat bazen açıktan suçlanıyor, bazen de dolaylı, bazen de onun yerine konan temsili şeylere (polis, yargıçlar) göndermeyle, bazen de kurgulanan anlatının dışında bırakılarak, anılması gereken yerde anılmayarak, “zımnen” suçlanıyor.

Örneğin Yeni Şafak yazarı, az da olsa çözüm umudunun oluşmasına yol açan ortamın unsurlarını sayarken, “iktidarın ortağı” olduğu varsayılan, defalarca iddia edilen, polis ve yargı içindeki gücünden söz edilen “Cemaat” denen şeyi resmin dışında bırakıyor. Böylece, bu suskunluk yoluyla aslında ona, “umuda yol aşan şeyin dışında, onun karşıtı olarak” işaret etmiş oluyor, adını ağzına almadan.

Daha önce de Fehmi Koru, “MİT tartışmasıyla başlayan ve değiştirilmek istenen iki yasa maddesiyle yeniden tırmanan süreçte o‘çevre’nin takındığı tavrı fazla uzağında durmadığım ‘Hizmet’in bugüne kadar izlediği yöntemle bağdaştıramıyorum...”... “Şimdilerde yürütülen kampanyayı ‘Cemaat’ sahneye koymuş olamayacağına göre, bunu yapan ‘çevre’hangi‘ çevre’dir acaba?” diye soruyordu. Böylece Cemaati yakından tanıyan bir “bilen”, hükümetle Cemaat arasında yaşandığı sorunlara, Kürt sorununda çözümün önüne konulduğu varsayılan taşlara ilişkin bunlar benim bildiğim cemaatin işi olamaz diyor, “cemaati kayırır gibi görünürken, adeta “cemaat içinde cemaat” var, bu bünye içinde yabancı bir yapılanma var imasında bulunuyor. Böylece de, “Siyasal İslam” içinde, Cemaat’e ve duruşuna olan güvene (görüş ayrılıklarından öte) bir gölge düşürüyor. “İpler kimin elinde?” demeye getiriyor. Bu Cemaat’e, “diyalogcular” gibi isimler de takan bu çevrede, “ip” söz konusu olunca, akla Yahudiler, Hristiyanlar, CİA gibi canavarlar geldiğinden, mesaj da yerine doğru yola çıkmış oluyor.

Şimdi, gözlerimizi, mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin aralarındaki boşluklardan, karanlıktan uzaklaştırarak, dışarıya, aydınlığa, sınıf mücadelesinin devinim ve titreşimlerine çevirelim. Burada da kesin bir şeyler görmek pek olanaklı değil ama, daha anlamlı bilgiler bulacağız gibi geliyor bana.
AKP döneminde, devlet fonları, nüfuz ilişkiler yoluyla, yerel yönetimlerin de katkısıyla, savaşın yarattığı ucuz işgücü deposundan, taşeronlaşma gibi süper sömürü yöntemlerinden de yararlanan, bir metalaşma, yerel pazarların derinleşerek dış pazarlara bağlanma sürecinin hızlandığını, uluslararası sermayenin de bölgeye yerli ortaklar edinerek, en azından kredi vererek, mülk edinme yoluyla girmekte olduğunu biliyoruz. Irak Kürdistanı’nda yaşanan hızlı kapitalistleşme süreci de buna eklenince, Kürt bölgelerinde çok katmanlı bir kapitalist sınıf şekillenmesinin, feodal ağaları da kapitalist ilişkilere bağlayarak, dönüştürerek yaşandığını kolaylıkla söyleyebiliriz.

Bu çok katmanlı sınıf şekillenmesinin bir yüzünde AKP bürokrasisi ve seçkinleriyle arasında adeta bir bağımlılık ilişkisi de oluşturan sermaye sınıfları öbür yanında emekçi sınıflar var. Kürt toplumu içinde hızlanan, seçimlerde ve referandumda farklı siyasi tavırlarda da kendini açığa vuran bu sınıf ayrışmasının Kürt siyasi hareketine yansıyarak ayrışmalara yol açmaya başlaması kaçınılmaz.

Bu ayrışmada kapitalist sınıflar ve temsilcileri, AKP- Barzani eksenine yanaşarak, sorunun kendi talepleri, projeleri çerçevesinde kalarak çözülmesini, ya da ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Kabaca söylemek gerekirse, Kürt halkı üzerindeki “hegemonya” ilişkilerini, uluslararası sermaye ile, Türkiye içindeki, bölgedeki ilişkilerini, bölge jeopolitiğinin efendileriyle bağlarını sağlama alan bir çözüm bu.
Siyasetin içindeki egemenlik ve bağımlılık sınırlarını, “konuşulabilen ve anlamlandırılabilenlerin” sınırı oluşturur. Aristotales’in vurguladığı gibi “köle efendisinin dilini konuşabilir ama asla ona sahip olamaz”. Bu yüzden “hegemonya” sorunsalı bağlamında, dil sorununun, toprak mülkiyeti (ulusal sorun her zaman öncelikle toprak sorunudur), bireysel özgürlükler, emekçilerin (eğitim, sağlık, konut, barınma vb.) hakları gibi hak taleplerinin üzerinden aşarak hızla öne çıkması da doğaldır. Ancak bu öne çıkış, belli bir sınıf tercihinin de ifadesidir.

Diğer taraftan, Kürt sorunu içinde Kürt emekçilerinin, yoksul ve topraksız köylülerinin, kentli küçük burjuvazinin, Türkiye proletaryasının özgürlük sorunlarıyla da bir çok noktada kesişen ama onu aşan, bir dil sorununa indirgenemeyecek, kapitalist sınıfların hak talepleriyle sınırlandırılamayacak talepler vardır. Bunlar kimilerinin “doğuştan gelen haklar” dediği (burjuva bireyin üzerinden tanımlanan insan hakları) şeylerle de sınırlanamaz, onlara indirgenemez.

Bu sınıf çıkarları, farklılıkları, hızla Kürt siyasi hareketini basınç altına alıyor, liderliğini seçim yapmaya, ayrışmaya zorluyor. Kısacası, Kürt siyasi hareketi de, her “ulusal talepli” hareketin bir aşamada kaçınılmaz olarak gelip dayanacağı “patrici - pleb”, (varsıllar ve yoksullar; sömürenler sömürülenler, konuşanlar ve konuşmak isteyenler, siyaseti yapanlar ve yapmak isteyenler, uzlaşmaz sınıflar) çelişkisine gelip dayanmıştır.

Bu, ne yazık ki, yönetilmesi, özellikle “kuruluş”, “çözüm” aşamalarında yönetilmesi son derecede zor, ölümcül bir çelişkidir. Çünkü bu çelişki, “hangi sınıf kazanacak?”- “hangi sınıf yönetecek?” sorularına cevap arayan hareketin arkasındaki çelişkidir.

Bugün, kapitalist sınıf şekillenmesinin gündeminde, BDP’nin bu hegemonya projesi bağlamında araçsallaştırılması, silahlı iradenin/aparatın tasfiyesi ve artık bölgede düzenin kurulması vardır.
Zana’nın çıkışıyla, BDP’nin bu bağlamda yaşamakta olduğu sancılar daha da ağırlaşmıştır. Belki de dağdakiler bu süreci en azından sezmeye başlamış, belki de bu yüzden, dağda olmanın tüm psikolojik ağırlığıyla da kendi başlarına davranmaya başlamışlardır.

Ben bu spekülatif düşüncelerden ve mantıksal denklemlerden sonra, bu sancıların daha da ağırlaşacağını, “beklenmedik” olayların sayısının artacağını, “bilenlerin”, ya olanları gerçekten anlayamadıkları için, ya da, bu ayrışma sürecinin bilinçlere çıkmasını engellemeye yönelik bir sınıf içgüdüsüyle saçmalamaya, parazit yapmaya, suyu bulandırmaya devam edeceklerini düşünüyorum

Saturday 16 June 2012

Tarih olarak bugün

(14 Haziran 2012 -Sendika.org)
Çarşamba akşamı, haberleri izlemek için televizyonu açtığımda karşıma yaz sıcağında kar başlığı giymiş, el yapımı olduğu çok belli bazuka benzeri bir şeylerle, polise rokete benzer bir şeyler atarak savaşan kalabalık bir grup insan çıkınca çok şaşırdım. “Ne oluyor, Irak mı, Suriye mi?” diye dikkat kesilince durumu kavradım. İspanyol maden işçileri, neoliberal kemer sıkma programlarını, toplumsal yardımlarda planlanan kesintileri, işten çıkartmaları protesto ederken müdahale eden polise cevap veriyorlardı. Gerçekten de, “ilginç zamanlarda” yaşıyoruz. Adeta zaman kırıldı, tarih yapılmayı bekliyor diye düşündüm. 

Bu düşünceden hareketle şu sonuca ulaştım: Sosyalist/komünist hareket strateji ve taktiklerini planlarken, her şeyden öncebugün tarihsel olarak çok özel bir dönüm noktasında olduğumuzun ayırtına varılması gerekiyor. 

Sosyalist/komünist hareket deyinde de ister istemez, tek bir ülkeyi değil dünya tarihsel hareketin parçası olarak ulusal coğrafyalarda mücadele eden grup, örgüt ve partileri düşünüyorum. 

Bu açıdan bakınca da, karşıma, bu grup, örgüt ve partilerin önündeki en önemli görev (taktik adım) “otuz yıldır izlenenörgüt inşa etme çabalarına hız vermek mi, yoksa, momentin özelliklerine uygun, yeni, hatta belki de daha önce denenmemiş mücadele biçimleri geliştirmeye çalışmak mı olmalıdır?” sorusu geliyor. 

“... sürdürülemez bir gelecek bekliyor...” 
Önce bu “çok özel bir dönüm noktası” olarak nitelediğim momentin üzerinde kısaca duracağım. Bu konuda geçmişte, “küreselleşmeden sonra”, “restorasyon dönemi bitiyor”, “kriz yönetme rejimi tükendi” gibi kavramlar bağlamında epey konuştuğum için bu kez sözü düzenin organik entelektüellerine bırakmak, bu momenti onların ağzından anlatmak istiyorum. 

IMF başkanı Christine Lagarde’a göre bizi “sürdürülemez bir gelecek” bekliyor. Çünkü, Lagarde, dünyanın “aynı anda üç krizle karşı karşıya olduğuna” inanıyor. Lagarde bu üç krizi şöyle sıralıyor: İnsanların gelirleri düşüyor. Çevre koşullarına verilen zarar artmaya devam ediyor. Toplumsal karışıklıklar artmaya devam ediyor (The Guardian, 12/06/2012). 

Dünyada halen 200 milyondan fazla insan işsiz, 75 milyon genç emek piyasasına girmeye çalışıyor. ABD hane halkının gelir düzeyi hızla düşerek 40 yıl öncesine geri dönmüş. Dünya ekonomisi dört yıldır, 1930’lardan bu yana, en sert mali krizini yaşıyor, çıkacak gibi de görünmüyor. Avrupa ekonomileri, negatif ekonomik büyüme, iki haneli işsizlik oranları, batık devlet bütçeleri, yıkılmak üzere banka sistemiyle derin bir depresyonda. Bu sırada Avrupa işçi sınıfı, giderek artan oranda orta sınıflar, mali sermaye adına krizi yönetmeye çalışan Avrupa Merkez Bankası, IMF ve Brüksel Troika’sının dayattığı neoliberal kemer sıkma önlemlerine itiraz ediyorlar, işgal hareketiyle, grevlerle, protesto eylemleriyle, seçimlerde verdikleri oylarla bu itirazlarını birçok biçimde dile getiriyorlar. 

Bu sürdürülemez geleceğin önemli bir boyutu daha var. O da uluslararası siyasi dengelerle, daha doğrusu gittikçe belirginleşen kutuplaşmalarla ilgili. Bu konuda lafı daha fazla uzatmadan, Suriye-İran bağlamında gündeme gelen senaryolara, bakmak yeterli. Askeri müdahaleyi çabuklaştırmak, ya da muhalefetin daha fazla gelişmesini önlemek için karşılıklı tezgahlanan katliamlar devam ediyor. Arap Emirlikleri isyancılara silah yardımı yapıyor. Rusya rejime saldırı helikopterleri veriyor. İran bir müdahale olursa ben de misilleme yaparım diyor. 

Rusya, Çin, İran- Hizbullah bir yanda, ABD-Arap Emirlikleri- Siyasal İslam- Türkiye ekseni öbür yanda, dişinden tırnağına kadar silahlı, silahlanmaya devam eden, nükleer silahlara da sahip kamplar karşı karşıya siyasi diplomatik manevralar yapıyorlar. 

“Bu kez Avrupa gerçekten bir eşikte” 
Bu iklim ister istemez bir başka karanlık dönemi anımsatıyor. Düzenin iki önde gelen entelektüeli, tarihçi Nial Fergusan ve ekonomist Nouriel Rubini’ye göre, “Avrupa Birliği 1930’larınkine benzer bir felaketin tekrarlanmasını önlemek için yaratılmıştı, ancak şimdi, öncelikle Almanya gereken dersi almamış görünüyor” (Der Spiegel 12/06/2012). 

Bu iki yazara göre 1931’e kadar Büyük Bunalım’ın, ABD kaynaklı birinci raundu yaşanmıştı. Ondan sonra 1931’de Avrupa banka kriziyle birlikte Büyük Bunalım’ın ikinci raundu başladı, 1933 yılında da demokrasi öldü, altı yıl sonra başlayan savaşta da, 6 milyonu Yahudi soykırımında olmak üzere 60 milyondan fazla insan öldü. 

Ferguson ve Rubini, hadi bankerler 1931 tarihini anımsamıyorlar, 1939’da ne olduğunu da mı anımsamıyorlar diyorlar. 

Yazarlar, bugünkü banka kriziyle, 1931’de başlayan banka kriz arasındaki çarpıcı benzerlikleri aktararak devam ediyor, banka mevduatlarına Avrupa çapında garanti vermek, borçları bir merkezde toplamak, mali işlemlere vergi koymak gibi bir seri, neo-liberal paketlerle uyuşmayan, önlem öneriyorlar. 

Buna karşılık bankaların en büyük korkusu, tam da bu tür önlemlerle karşı karşıya kalmak. Otuz yıldır, “serbest piyasadan başka yol yok” varsayımıyla yetişmiş bir kuşak, mali sermayeden başka bir kesiminin çıkarını anlayamıyor. 

Düzenin entelektüelleriyse, gereken önlemler alınamazsa daha da artacak olan ekonomik ve siyasi gerginliklerin geçmişte nelere yol açtığını anımsıyor, benzer tehlikelerin ufukta olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. En çok korku yaratan gelişmeler de Yunanistan’da SYRİZA’nın ve tüm Avrupa'da genel olarak solun yükselmesiyle canlanan anti kapitalist muhalefet. 

Council on Foreign Relations’un (malum CFR) yayın organı Foreign Affaires’de yayımlanan Stathis N. Kalyvas imzalı “Greece Votes Himsel in the Foot” (Yunanistan kendini oyla ayağından vurdu) başlıklı yazıda bu korkuyu tüm boyutlarıyla görmek olanaklı. Yazara göre 17 Haziran seçimleri yalnızca Yunanistan’ın değil tüm II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa projesinin kaderini belirleyecek. 

Yazar “nasıl oldu da bir grup deneyimsiz, şaşkın radikal ve neo-komünist entelektüel, 37 yaşında ve öğrenci eylemcisi eskisi Çipras’ın liderliğinde, kendilerini Yunanistan’ın siyasi güç yapısının en üstüne çıkarabildiler?” diye soruyor. 

Yazara göre "Çipras hükümeti kurarsa Yunanistan’ın ekonomik, toplumsal yapısı, kamu düzeni alt üst olacak, hükümet maaşları verecek para bulamayacak" falan filan... Kısacası, yazar açıkça söylemiyor ama, şu noktaya ulaşmaya olanak verecek mantıksal senaryoyu çiziyor: Bu olağan üstü duruma uygun olağan üstü önlemler gerekebilir. Yani, bu ekonomi, toplum, devlet, bu ne idüğü belirsiz kaçıkların eline bırakılır mı? 

Bir “tarihsel blok” dağılırken... 
Lenin “yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek istemediği” bir durum olarak tanımlayabilirdi yukarda, kabaca özetlediğim görüntüyü. Bu görüntüye bir başka yaklaşımı da Gramsci’nin “tarihsel blok” kavramından yararlanarak geliştirebiliriz. 

Yaklaşık 30 yıl önce, dünya ekonomisinde, sermayenin etkinliklerini sınırlayan her türlü toplumsal denetim ve mutabakat kurallarını, kurumlarını kaldırmayı amaçlayan, yaşamın düzenlenmesinde tek seçeneğin serbest piyasa modeli olduğuna ilişkin, 19. yüzyılın vahşi kapitalizmini özleyen bir yaklaşımı egemen kılacak bir “restorasyon” projesi başladı. Kapitalizmin uluslararası kurumları, üniversiteleri (epistemik toplulukları) bu projeyi gerçekleştirmeye, buna uygun olmayan her türlü varsayımı toplumsal söylemden silmeye giriştiler. Orta sınıflar, sendika bürokrasisi kısa sürede bu projeye teslim oldu, işçi sınıfı da önceki dönemin anılarını, bu restorasyona direnme araçlarını, kurumlarını giderek kaybetti. 

Böylece, neoliberal bir hegemonya ve sermaye sınıfı söz konusu olduğunda, mali sermaye- medya kompleksi liderliğinde, serbest piyasa pratiği, organik entelektüellerin işlevi, orta sınıfların da katılımıyla bir “tarihsel blok” oluştu. Bu tarihsel blok gerek küreselleşme düzeyinde, gerekse de ülkeler düzeyinde “reformlar” süreci bağlamında egemen oldu. 

Bu “tarihsel blok”un 2007 mali kriziyle iç istikrarını kaybetmeye, 2011’den bu yana da AB mali krizinin, derinleşirken tüm dünya mali mimarisini tehdit etmeye başlamasıyla, dağılma sürecine girdiğini görüyoruz. Bu dağılma süreci, farklı ekonomik siyasi coğrafyalarda farklı hızlarda ilerliyor ama, ilerlediği kesin. 

Birincisi, mali sermaye, bankacılar üzerinden adeta krizin günah keçisi olmuş durumda. Neo-liberal hegemonya (kriz yönetim modeli ve ideolojisi) artık toplumsal muhalefet karşısında kendini koruyamıyor, artık bu hegemonya, tarihsel bloku oluşturan kesimler tarafından da sorgulanıyor. Sermayenin diğer kesimleri, muhalefetin şiddetini kendi üzerlerinden mali sermayeye yansıtarak, korunma refleksi geliştirmeye başlıyorlar. Buna bağlı olarak organik entelektüeller, krizi sermayenin yalnızca bir kesimini muhalefetin hedefine koyacak, genelini kayıracak söylemleri arıyorlar. Bu tarihsel blokun toplumsal desteğini oluşturan orta sınıflar, ülkelere göre değişen hızlarda neoliberal modele karşı tutum almaya başlıyorlar. Daha önce de vurguladığım gibi bu tarihsel bloku restore edebilmek açısından, bu orta sınıfların yeniden kazanılması sermaye için büyük önem kazanıyor. Burada çok sert, özellikle sağ- popülist (anti finans kapital, yabancı düşmanı, ırkçı, milliyetçi otoriter) seçenekler devreye girmeye başlıyor. 

Ben bu gözlemlerden şu sonuçları çıkıyorum: Hem verili hegemonya düzeni sarsılırken, hem de tarihsel blok iç uyumunu ve destek sınıflarını kaybederek dağılmaya başlarken, emekçi sınıflarda uzun yıllardır görülmeyen bir siyasallaşma (henüz büyük ölçüde reformist de olsa), hareketlilik, örgütlenme eğilimi ortaya çıkıyor. Böylece sosyalist/komünist hareket açısından, bir karşıt hegemonya oluşturmak, bir “tarihsel blok” kurma projesine başlamak için bir “fırsat penceresi” açılıyor. 

Bu tarihsel blok kurma projesi bence emekçi sınıflarla, kapitalizmin verili halinden (serbest piyasa modelinden) hoşnutsuz kesimleri buluşturmayı amaçlamalı. Bunu başarabilmek için de, bu buluşmayı kuracak söylemi, işbirliği, örgütlenme biçimlerini geliştirmek, bir anlamda kapitalizme karşı nefreti, bu nefreti ifade edecek kolektif eylemi taşıyacak toplumsal hareketi inşa etmeyi amaçlamak gerekiyor. 

Bu tarihsel blok projesinin, bu bağlamda hemen her zaman başlangıçta, ilk aşamasında ortaya çıkacak olan, emperyalizme ve kapitalizme karşı (ırkçılığı ve milliyetçiliği kesinlikle dışlaması koşuluyla) sol popülist, reformist reflekslerden korkmamak bunların potansiyellerini değerlendirmeyi amaçlamak gerekiyor. Ya da şöyle koyabiliriz sorunu: Eğer popülizmi kuran ana söylem ulusalcılık, din, ırkçılık değil de kapitalizm karşıtlığıysa, bir anti kapitalist tarihsel blok ve proletarya hegemonyası bağlamında bunun potansiyellerinden yararlanmadan, içinden siyasi bir süreç olarak geçmeden, üzerinden atlayarak ilerlemeye çalışmak yalnızca boş bir çaba olmayacak, aynı zamanda büyük bir olanağı ziyan etmek anlamına gelecektir. 

Örgüt ve iktidar 
“Tarihsel blok” her zaman siyasi ve ekonomik iktidara ilişkin bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. 

Bunun kurulmasındaysa sosyalist/komünist hareket açısından en önemli yapıntının örgüt/parti olduğu kuşku götürmez. 

Siyasal iktidar öncelikle devlette, onun ideolojik aygıtlarında ifadesini buluyor. Ekonomik iktidar ise, üretim, bölüşüm ilişkilerinin (mülkiyetin) özgün biçimlerine dayanıyor. 

Bu açıdan bakınca, tarihsel blok kurma sürecini yönetmeye çalışan sosyalist/komünist hareketin devletin organlarına ve devletin ideolojik aygıtlarına ulaşmaya başlaması, yürütme, yasama organlarına el atacak düzeye gelmesi, tarihsel blok oluşturma sürecini hızlandıracak yönde yasa yapıcı, bu yasaları uygulamaya koyucu olanaklar elde etmesi büyük önem kazanıyor. 

Bu açıdan bir noktada eğer gündeme gelmişse, seçimleri kazanmak, hükümeti kurmak sosyalist/komünist hareket açısından, tarihsel blok’un inşası sürecinde, türlü olanakları gündeme getirebilecek bir fırsat olarak karşımıza çıkıyor. 

Kapitalist devleti az çok bilen birisi, hükümeti kurmanın, bu tarihsel bloku oluşturmaya yetmeyeceğini kolaylıkla görebilir. Ama bu hükümetin, siyasi gücün dağılımı alanlarında, ekonomik iktidar alanında uygulamaya koyacağı dönüştürücü yasalar, alacağı önlemler, bunları destekleyen, bunlar sayesinde güçlenerek büyüyen kitle hareketi ilerledikçe, ilerlerken kendi yönetim organlarını, alternatif yaşam alanlarını ve biçimlerini oluşturdukça tarihsel blok’un oluşumu süreci de ilerlemeye devam edecek. 

Burada tarihsel blok inşa etmeyi, ilerleyen, gelişen ve giderek dönüşecek olan bir süreç olarak düşündüğümü vurgulamak isterim. Bu süreç, sürekli bir ideolojik, siyasi mücadeleyi, sınıflar arası ittifakları, enternasyonal dayanışmayı, kendini koruma ve yönetme organlarını, kapitalizme paralel yaşam ve yönetim kurumlarını bulmayı, kurmayı, bu bağlamda sık sık deneme yanılma yoluna da başvurmayı, en çok da kendiliğinden kitle hareketinin yaratıcılığına, inisiyatifinegüvenmeyi gerektirecektir diye düşünüyorum. 

Kendiliğinden kitle hareketinin yaratıcılığına ve inisiyatifine güvenmek, bundan yararlanabilmek içinse en önemli, olmazsa olmaz koşul, bu yararlanma olgusuna açık, hazır ve uygun yapılara sahip sosyalist/komünist hareketlerin varlığıdır. 

Bu noktada, “otuz yıldır izlenen örgüt inşa etme çabalarına hız vermek mi, yoksa, momentin özelliklerine uygun, yeni, hatta belki de daha önce denenmemiş mücadele biçimleri geliştirmeye çalışmak mı olmalıdır?” sorusuna geri dönebilirim sanıyorum. 

Öncelikle, bu sorunun kesin, dogmatik bir cevabı olamayacağını vurgulamak isterim. Bugün Yunanistan’da, gelişkin örgütlere sahip bir solun hükümete gelme olasılığının gündemde olduğu bir momentte, belki de özellikle ve öncelikle “tarihsel blok” oluşturma projesine odaklanmak gerekiyor olabilir. 

Buna karşılık, böyle bir hükümete ulaşma olasılığının gündemde olmadığı ülkelerde, tarihsel blok inşa etme - örgüt/parti inşa etme süreçlerini, diyalektik bir biçimde, kimi ara düzeylerin yardımıyla ilerleyecek bir süreç olarak düşünmek gerekli olabilir. 

Blok inşa etme süreci işçi hareketini birleştirmeye ve orta sınıf muhalefetiyle (destek sınıflarıyla) buluşturmaya ilişkin bir süreç iken örgütlenme, tek tek üye kazanarak büyümekle değil işçi sınıfının (bir kesiminin) siyasi temsilcisi, onunla arasında temsil ilişkisini bir iddia olarak değil, fiziki (mücadele aracı) ve kültürel olarak kurmakla ilgili olmak durumundadır. Öyle ya örgüt sınıfın içinde inşa edilmiyorsa nerede, hangi tabakalar içinde inşa ediliyor olacaktır acaba? 

Diğer taraftan, örgüt kurma sürecinde, yalnızca siyasi geleneğin değil, işçi sınıfının da parçalı olmasından kaynaklanan bir çok merkezlilik durumu söz konusudur. Bu gerçeklik göz önüne alınmadan, “yönetilecek bir sorun” olarak üzerinde düşünülmeden, örgüt inşa etme süreciyle “tarihsel blok” oluşturma süreci arasındaki ilişkiyi kurmak mümkün olabilir mi? 

Bu da bizi, çok merkezli örgüt inşa süreçlerinin, hem sınıfı birleştirme hem de sınıfla “orta sınıflar” arasındaki bağı kurma amacının birleştirilmesi sorununa getiriyor ister istemez: Kendi örgüt inşa projelerini terk etmeden, örgüt inşa etmekte olan diğer yapılarla birlikte davranmanın, tarihsel blok kurma amacına uygun eşgüdümü oluşturmaya uygun, cephe, kampanya, koordinasyon komitesi, sendikal platformlar ve daha önce hiç düşünülememiş başka ara biçimleri yaratmanın yollarını bulmak gerekiyor. 

Kapitalizmin tarihi içinde 80-100 yılda bir gelen çok özel bir momentte bulunuyoruz. Kapitalizm, yeni bir yapılanmaya geçmeye başlamadan önceki dağılma sürecini yaşıyor. Bu kapitalizmin en kırılgan, egemen sınıfların öz güveninin, ideolojik hegemonyalarının en zayıf, iktidarlarının en istikrarsız olduğu dönemdir. Aynı zamanda yeni şekillenme başlamadan önce, müdahale ederek tarihin okunu başka bir yöne çevirme olanaklarının da oluşmaya başladığı bir dönem. Karşı hegemonya atılımlarının, kapitalist sınıfların dışında bir “tarihsel blok” kurmanın yollarını aramanın zamanıdır. Bu sınırlı bir zamandır, açılan olanaklar penceresi, savaşlar, darbeler, faşist, sağ popülist, dinci hareketlerle kısa sürede, 80-100 yıl için bir siyasi, ekolojik kabusa yol açarak kapanabilir.