(28 Haziran 2012- Sendika.org)
“İstanbul Sarıyer’de 21 Mart gecesi tecavüze uğrayan kadın,
tecavüzcüsünü ısırdı diye 2.5 yılla yargılanıyor”
AKP döneminin ilk yedi yılında kadın cinayetleri yüzde 1400 artmış.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in açıkladığı verilere göre 2002’de 66 olan
kadın cinayeti sayısı, 2009’un ilk yedi ayında 953 yükselmiş.
İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’nin gerçekleştirdiği daha
güncel bir araştırmada, durumun daha da ağırlaştığı, 2005-2011 yılları
arasında 4190 kadının erkekler tarafından öldürüldüğü ve 3074 kadının
tecavüze uğradığı, 2011 yılının ilk 8 ayında ise 143 kadın öldürülürken
76 kadının cana kastedilen saldırılarda yaralandığı, bunun dışında
2011’in ilk 8 ayında 82 tecavüz vakasının mahkemelere intikal ettiği
saptanıyor.
Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün ‘Türkiye’de
Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’ kadınların yüzde 42’sinin
fiziksel ve cinsel şiddete uğradığını, bu şiddet olaylarının yüzde
49.9’unun yoksul kesim kadınlarında yoğunlaştığını gösteriyor.
Kadını hedef alan bir genel saldırı panoramasına içinde, hatta merkezinde Başbakanın
“Ben
kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”, “en az üç çocuk istiyorum”
açıklamaları, "Sorunun odağında kim var? Kadın var. Kardeşim sen dekolte
giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır.
Tahrik ettikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değildir” mantığı, bu mantığa bağlı olarak
“Tecavüze uğrayan kadın tecavüzcüsüyle evlensin, yargının iş yükü hafiflesin”
yüzsüzlüğü, kürtaj hakkını hedef alan saldırılar sezaryen tartışmaları,
hamilelik testlerini kayda geçirme çabaları, üretken olmayan cinsel
ilişki biçimlerini yasaklayan kararlar var.
Tüm bu açıklamalar ve kararlar, bedenin kontrolünü, kamusal alana
özgürce katılma hakkını kadının elinden almayı amaçlarken, artan
şiddetin kadını terörize ederek, yıldırarak direniş kapasitesini kırarak
eve kapatmayı hedeflediği kolayca söylenebilir. Ancak kadına yönelik bu
saldırıların AKP döneminde hızlanmasına yol açan dinamiklerin de
açıklanması gerekiyor.
En kolay ve kestirme açıklama, AKP kadrolarının ideolojik
yapılarına, dinci geleneklerine göndermeyle yapılabilir. Ancak bu
açıklama “Ama nüfusunun yüzde 99 Müslüman olan bir ülke Türkiye, neden
böyle bir artış daha önce görülmedi de şimdi ortaya çıkıyor?” sorusu
karşısında daha ilk elde zorlanmaya başlar.
Bence bu açıklamada, belirleyici dinamiği genel olarak kapitalizmin
krizinin, ama özel olarak Türkiye kapitalizminin 1990’ların sonunda
patlak veren mali krizinin içinde aramak gerekiyor. AKP bu ikinci krizin
bir ürünü olarak ama, birinci krizi yönetmek amacıyla geliştirilen
neo-liberal politikaları uygulamaya devam etmek üzere iktidara gelmedi
mi? Bu dinamiklere, AKP ile birlikte AKP yönetimindeki devlete dayanarak
yükselen yeni bir kapitalist sınıf kesiminin gereksinimlerini de
eklemeye başladık mı bence kadına yönelik bu saldırı dalgasını
açıklayacak zemine ulaşabiliriz.
Ancak bunu yapabilmek için, bir kaç adım geri çekilerek,
kapitalizmin ortaya çıkışıyla kadına yönelik baskının aldığı biçimler
arasındaki ilişkiyi anımsamamız, bu arada kapitalizme ilişkin kimi
fantezileri de yıkmayı göze almamız gerekiyor.
Tam da bu konular üzerinde düşünmeye başladığım sırada (aslında bu
mücadeleye yeni katılmaya başlayan genç bir kadının, kızımın getirip
önüme koymasıyla) elime geçen bir çalışma [1 ], bana çok yardımcı oldu.
Yazının bundan sonraki bölümünde, AKP döneminde, kadına yönelik
şiddetteki ani artış üzerinde düşünmeye, bu çalışmanın bulguları ve
savları eşliğinde devam edeceğim.
Bir karşı devrim olarak kapitalizm
Silvia Federici’nin çalışmasının en çarpıcı yanını, kapitalizmin
kadınları ve emeği özgürleştiren bir üretim tarzı değil, aksine çoktan
başlamış olan bir isyanın özgürleşme sürecini bastıran bir gelişme
olduğuna ilişkin sav, bu savı desteklemek için sunulan tarihsel malzeme
oluşturuyor.
Federici’nin çalışması öncelikle feodalizmin uzun krizi sırasında,
sertleşen sınıf mücadelelerine, çoğuna kadınların liderlik ettiği, ya
da geniş bir biçimde katıldığı “komünist”, “proto-komünist”, din karşıtı
halkçı köylü/proleter hareketlerin ortaya çıktığı döneme odaklanıyor.
Federici’nın savına, bulgularına göre, kilise, aristokrasi ve tüccar
sınıflarının, bu isyanları bastırmak, serveti, ayrıcalıkları korumak,
birikimini yeniden düzenlemek için başlattıkları atılımlar içinden,
kapitalizm, bu isyanları bastıran, üretimi ve servet birikimini yeni bir biçimde örgütleyen bir
karşı devrim
olarak doğuyor. Bu anlamda kapitalizm ve burjuva toplumu, belki feodal
üretim tarzına, siyasi yapısına ve egemen ideolojisine göre bir
“ilerleme”yi temsil ediyor ama, şekillenme süreci feodalizme, mülkiyete
karşı yükselen kitlesel isyanları, kadın özgürlüğü, cinsel özgürlük
dalgasını, ortaklaşmacı, eşitlikçi ve sömürüsüz bir yaşam kurma
çabalarını bastıran bir
“karşı devrim” işlevi görüyor.
Kilise, aristokrasi ve tüccar sınıfları bu devrimci dalgaya, Marx’ın
ilkel birikim olarak tanımladığı süreci başlatarak cevap veriyorlar.
Bir tarafta servet birikiyor, öbür taraftan işgücünden başka satacak bir
şeyi olmayan proleter kitleleri... Servet üretim araçlarını sağlayacak
ve bunları ücret ilişkisi içinde emeğinden başka satacak bir şeyi
olmayan üreticilerle birleştirecek... Bu süreçte, kapitalizm Marx’ın
deyimiyle,
başından ayağına her tarafından her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak ortaya çıkacak.
Gerçekten de, bu
ilkel birikimin bir yanında sömürgeciliğin,
köleciliğin, soykırımın, ırkçılığın, öbür yanında da kadınlara yönelik
son derecede vahşi bir saldırıyla eril toplumun, kapitalizmin
gereksinimlerine göre restorasyonunun, yeniden örgütlenmesinin yer
aldığı görülüyor. Bizi bu yazıda daha çok ikincisi ilgilendiriyor.
Proleterleşme, cinsel disiplin, kadın düşmanlığı
Feodalizme karşı giderek yoğunlaşan isyanlara dönersek, bunlardan
yaklaşık bir yüz yıl önce vebanın nüfusun üçte birini yok eden etkisini
de göz önüne alarak, Federici, feodal egemen sınıfların ve tüccarların
emek kıtlığı, yükselen ücretler, düşen fiyatlar gibi sorunlarla karşı
karşıya kaldıklarını, o zamanlar “heretic” (“halk bu kadar yoksul ve
açken kilise neden bu kadar zengin” sorusuyla kiliseyi hedef alarak
başlayan hareketler) olarak nitelenen isyanlarla boğuşmakta olduğuna
dikkat çekiyor.
Egemen sınıflar bir taraftan bu isyanları bastırmaya çalışıyorlar,
diğer taraftan ücretleri düşürmenin, aynı anda da nüfusu arttırmanın
yollarını arıyorlar. Kamusal mülk olan toprakların çevrilerek
özelleştirilmesi, nüfusu gittikçe artan bir mülksüzler tabakası
yaratıyor. Ama mülksüz kalanların çalışma koşullarını kabul etmek yerine
işi isyana, serseriliğe, eşkıyalığa vurmaları beklenen sonuçları
vermiyor.
Bu aşamada giderek devreye bir taraftan proletarya sınıfına karşı
aşırı bir şiddet, diğer taraftan yeni nüfus ve beden denetleme
politikaları giriyor. Her ikisi de
öncelikle kadını hedef alıyor,
hem proletarya sınıfını bölmek hem de emekçi sınıfların biyolojik
üretimini garanti altına almak için... Birincisi, egemen sınıfların
temsilcileri, zaten tarihsel, dini kökleri olan kadın düşmanlığını
körüklüyor, erkeğin sisteme olan tepkisini egemen sınıflara yönelik
öfkesini kadına yönlendiriyor, kadına yönelik şiddeti, hatta tecavüzü,
özellikle halk sınıflarının kadınları söz konusu olduğunda
meşrulaştırmaya, hoş görmeye, zaman zaman da bizzat savaşlarda,
pogromlarda, zorunlu evliliklerde örgütlemeye başlıyor. Böylece sermaye
birikirken proletarya içindeki bölünmüşlükler de artmaya başlıyor.
İkincisi, kadının cinselliği, buna bağlı özgürlükleri, bedeni, hızla
disiplin altına alınmaya çalışılıyor; konuşan, itiraz eden, küfür eden,
çocuk doğurmayı reddeden, bir araya gelerek dedikodu yapan kadın,
sorgulamada ağlamayan kadın, işkenceden idama kadar uzanan cezalarla
sonuçlanan cadı mahkemelerinde yargılanıyor. Cezalandırılanlar, halkın
izlemeye zorlandığı gösterilerde uzun uzun işkenceye tabi tutuluyor,
işkencede ölmediyse çoğu kez yakılarak, öldürülüyor. Bu süreçte kadınlar
terörize ediliyor, birbirlerine ihanet etmeye teşvik ediliyor, kadınlar
eve kapatılarak toplu davranışları, ortak kültür üretim süreçleri
bastırılıyor, kocalar karılarını yargıçlara kendi elleriyle teslim
ediyor. Özellikle ilginç olan şu ki, bu “cadılar” esas olarak dinci
değil seküler mahkemelerde yargılanıyorlar. Federici, engizisyon
geleneğinin yaygın olduğu ülkelerde dinci mahkemelerin de devreye
girdiğini, burası önemli, ancak bu mahkemelerden, seküler burjuva
mahkemelerine göre daha az idam ve işkence kararı çıktığına işaret
ediyor.
Kadınların cinselliğinin hedef alınmasının, proleter erkekler
arasında kadın düşmanlığının körüklenmesinin arkasında, sınıfı bölmek,
erkeğin gazını almak, emeğin yeniden üretimini, bir ücret ödemeden
kadının üzerine yıkmak gibi beklentilerin yanı sıra, kadın cinselliğinin
erkek üzerinde bir iktidar aracı olmasından kaynaklanan bir korku ve
bir çaresizlik de var.
Yeni kapitalist sınıf her şeyi üretebiliyor ama bir şeyi, yeni
işçiler kuşağını üretemiyor. Bunun için kadının bedeni ve rızası, ücreti
ödenmeyen ev emeği gerekiyor. Bu korku ve gereksinimlerden hareketle de
bize hiç yabancı gelmeyen yasalar gündeme gelmeye başlıyor.
Yeni kapitalist egemen sınıfın organik entelektüelleri, bir taraftan
ulusun gücünü nüfus artışına bağlarken, diğer taraftan, akıl/beden
ayrımını canlandırarak, açlık, cinsel arzu gibi duyguları bedenin
denetlenmesi gereken sorunları olarak tanımlayan söylemleri geliştirmeye
başlıyorlar. Bu süreçte, kadının, çocuğun ve sömürge halkının
cinselliğine, gizemli, müstehcen hayvani özellikler atfeden bir söylem
de gelişiyor.
Bir taraftan tecavüze yaklaşım yumuşatılır, erkeğin kadının bedenine
ulaşması kolaylaştırılırken, diğer taraftan kadınların kürtaj yapması,
doğum kontrolü, evlilik dışı cinsel ilişki ölümle cezalandırılabilecek
suçlar arasına katılıyor. Çocuk yapmaya yönelik olmayan hazları yaratan
cinsel ilişkileri, anal/oral seksi, eşcinselliği, evlilik dışı cinsel
ilişkiyi, hatta içki içmeyi, çıplaklığı şiddetle cezalandıran yasalar
çıkarılıyor. Kapitalist sınıf bu dönemde, meyhaneleri, eğlence
yerlerini, panayırları, kısacası halkın bir araya geldiği mekanları
kapatmaya, etkinlikleri de yasaklamaya çalışıyor.
Sonuç yerine
AKP dönemi uygulamalarıyla, feodalizmin krizi içinde yükselmeye
başlayan yeni kapitalist sınıfın gündeme getirmeye başladığı uygulamalar
arasındaki benzerlikleri vurgulayabildiğimi umuyorum.
Bu benzerliklere bir de şuradan yaklaşabilirim sanıyorum: 1960’lerin
sonu, 1970’ler kapitalizmin yeni başlamakta olan uzun yapısal krizi
içinde yalnızca sınıf mücadelelerinin keskinleştiği değil, kadınların
haklar ve özgürlükler mücadelesinin, feminist hareketin ve teorilerin
canlandığı yıllar oldu. Komünist hareket bu mücadeleyle ikircikli de
olsa bir ilişki geliştirmeye, toplumda erkekler tavırlarını çok yavaş,
çok sınırlı da olsa değiştirmeye başladı. Kadınların özgürleşme
mücadelelerinde uzun bir süreden sonra yeniden tarihsel kazanımlar
gündeme gelmeye başladı. Daha sonra 1980’lerde sendikal harekete olduğu
kadar feminist harekete karşı da bir saldırı gelişmeye başladı. Bu karşı
saldırı, bir taraftan, hazlara dayalı bir beden estetiği, tüketim
tarzının belirleyici unsuru olarak, finansallaşmayla birlikte
gelişirken, diğer taraftan postmodernizmin, kültür endüstrisinin
katkılarıyla, yükselen yeni muhafazakarlığın, neo-liberalizmin aile
değerlerine dönüş propagandasının da öncülüğünde ilerledi.
Türkiye, 1980’lerden sonra, kadın bedenine ulaşmayı kolaylaştıran
eril bir cinselliğin, tüketimi teşvik eden bir haz ekonomisinin,
“tüketim tarzının” etkisi altına girdi. 1990’ların başında ve sonunda
yaşanan mali krizler egemen sermayenin yönetim kapasitesini,
temsilcileriyle ve entelektüelleriyle birlikte adeta çökertti. Bu kriz
içinde hem bir yeni kapitalist sınıf fraksiyonu hem de yeni bir
entelijansiya, hegemonya kurmaya ilişkin yeni bir tarihsel blok inşa
etmeye başladılar.
AKP ve hem onu destekleyen, hem de onun sunduğu olanaklar sayesinde
yükselmeye başlayan “yeni” kapitalist fraksiyon da krizin etkilerinden,
finansal dinamiklerinden bağımsız bir kesim değildi. Birikim
yapabilmek, ayakta kalabilmek için dünya pazarında rekabet etmek zorunda
olduğunu biliyordu. Bu rekabette gücünü arttırabilmek için bu kesimin,
devlet kaynaklarını kullanmaya ilişkin yeni bir kaynak dağılımı
sistemine, düşük ücret düzeyine, beden denetim rejimine gereksinimi
vardı. Bu kesimin gereksinimlerinin bu bağlamda feodalizmin krizi
sırasında yükselmeye başlayan sınıfınkilere benzemesi bir rastlantı
değil: Bir üretim tarzı krizi, servet birikimini hızlandırma, bunun
içinde emekçi sınıfları denetim altına alma gereksinimi [2 ].
Kapitalizm gelişirken nasıl proleterleşme aynı anda, eril toplumun
iktidar ve baskı ilişkilerinin yeniden güçlendirilmesi kadının baskı
altına alınmasını, eve kapatılmasını getirmişse, yine bir kriz ve
yükselen sınıf aynı dinamikleri harekete geçiriyor.
Bu bağlamda “kadın sorunu” ve kurtuluş mücadelesi ister istemez
sınıf mücadelesinin bir tarzı, bir alanı (alt kümesi değil, tarzı ve
alanı) olarak karşımıza çıkıyor.
Notlar:
(1) Silvia Federici, Caliban and the Witch – Women The Body and Primitive Accumulation, Autunomedia, 2004/2009 New York
(2) Depreme dayanıklı evler bağlamında hazırlanan imar yasasına,
yeni rant alanları yaratmaya ilişkin bir “çevirme” projesi olarak
bakılabilir mi acaba?