Friday 27 April 2012

"Muhafazakar sanat" isteyenler aslında ne istiyorlar?

(Sendika.org. 27 Nisan 2012)


Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Edebiyat Profesörü Mustafa İsen "Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr demokrasi diye bir şeyden bahsedebiliyorsak, o zaman 'muhafazakâr estetik' ve 'muhafazakâr sanat' diye bir şeyden de bahsetmek, bunun normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz." açıklaması AKP çevrelerinde “canlı” ama bir o kadar da sığ bir tartışma, katkı yapma heyecanı yarattı, bir manifesto bile yayımlandı. 

Manifesto’cular, inanılmaz bir sığlıkla, konuya ne kadar yabancı olduklarının dahi ayırdında olmadan yazarken, Yeni Şafak Yazarı Yusuf Kaplan gibi, belli bir entelektüel derinliğe sahip olduğundan, bu sığlıktan neredeyse yüzü kızaran yazarlar da vardı. 

Manifesto’cuların sığlığının anlamını konuşmadan önce, Yusuf Kaplan’ın yaklaşımına kısaca değinmek istiyorum. 

“60 yıldır ne yaptınız? 
Yusuf Kaplan yazısında, bu ülkeye 60 yıldır sağcı/ “muhafazakar” iktidarların hükmettiğini vurguladıktan sonra “60 yıldır siyasi iktidar olarak ne yaptınız bu ülkede?” diye soruyor ve ekliyordu: 

“Sayın İsen'den 60 yıldır iktidarda olan sağ / muhafazakâr iktidarların etrafında çöreklenen sağ / muhafazakâr entelijansiyanın -en hafif ifadeyle- neden sadece "maslahatgüzarlık" yaptıklarını sorgulamasını beklerdim. 

Esaslı bir medeniyet fikrine neden sahip olamadıklarını, bizi neden dünyanın en berbat, en kendi kendini sömürgeleştiren bir eğitim sistemine, kültürel düzenine mahkûm ettiklerini ve nihayet 10 yıldır, bu ülkede neden kültürel devrim yapacak bir kültür bakanı çıkarılamadığını sormasını, sorgulamasını beklerdim.” 

Muhafazakar sanat çağrısı yapanlara böylece “günaydın” bu güne kadar aklınız neredeydi dedikten sonra Kaplan, kendince çok önemi saptamayla, ardından da bir soruyla, soruna ışık tutmaya başlıyor: 

Bugün, burada mı? Bugün, burada değil; başka yerde: Batı'da. Başka bir deyişle, çağın ruhunu (zeitgeist'ı), tarihin akışını biz belirlemiyoruz.” (…)

“Soru şu o hâlde: Bugün, neden "burada" değil peki? Biz burada olmadığımız, çağı biz kur/a/madığımız, bizim çağrımız kuramadığı için elbette.” (…)

“İyi de, bir çağ fikrine ve çağ kuracak, en azından kendi çağını kuracak bir çağrı'ya sahip miyiz?
” 

Oysa dün, buradaydı” diyor Kaplan Mekke’den Lahor’a, Timbuktu’dan Konya’ya bir İslam coğrafyası tablosu çizdikten sonra ekliyor “Dün, tarih burada hayat buluyor, insanlığa buradan hakikatin herkese ruh üfleyen, herkese hayat bahşeden, herkese kendi olarak muamele eden, herkesi kendi olarak, ne'yse o olarak muhatap kabul eden bir hakikat sarayı olarak dün buradaydı: Buradan dünyaya hakikat meşalesini ulaştırıyordu.” 

Bunlar gerçekten çarpıcı ve önemli saptamalar. Ancak, Heidegger için söylenmiş “doğru bir adım attı ama yanlış bir yönde” sözünü anımsatıyorlar. 

Gerçekten de bu ülkede 60 yıldır (ben bunu daha da geriye götürmeyi deneyebilirdim ama, zaten karışık bir konuyu daha da karıştırmak istemiyorum) muhafazakar hükümetler iktidarda. Ama rivayete göre ortada muhafazakar bir kültür ve kayda değer estetik ürünler yok, bir kültür devrimi yapılamadı vb., 

Yanlış anlamadıysam Kaplan’a göre sorun bir “uygarlık sorunu” ile “Bugün”ün burada değil de başka yerde “Batı’da” olmasıyla yakından ilgili. 

Böylece Yusuf Kaplan sorunu saptıyor ama, çözmeye en olanaksız yerden başlamış oluyor. Çünkü, Kaplan daha baştan kendini, “Batı” kavramı gibi, yine ideolojik, hegemonya stratejileri gereği üretilmiş, “Doğu”daki entelijensiyaya “satılmış” “uygarlıklar çatışması” paradigması içine hapsediyor. 

Bu son derecede sakıncalı başlangıcın yanı sıra, Kaplan’ın, çağı kuracak çağrıya sahip olmamaktan yakınması da sorunu iyice çıkmaza sokuyor. Çünkü, “Bugün”ün “Batı”ya gitmiş olmasının arkasında Batı’nın bir “çağrı”sının olması değil, Batı’nın bir “çağrısı olmasına” izin veren, hatta gerektiren bir maddi sürecin, ortaya çıktıktan sonra hızla dünyanın geri kalanını avlanma alanlarına çeviren bir üretim tarzının, Kapitalizm’in, önce Batı’da şekillenmiş olması yatıyor. 

Yükselen kapitalist sınıf bir taraftan biriktirmeye başladığı servete, yaratmaya başladığı teknolojiye, kurmaya başladığı “düzene” dayanarak bu “çağrıyı” oluşturuyor, yayıyor. Diğer taraftan, yükselen, yayılan, yükselir ve yayılırken diğer yaşam dünyalarını yıkarak dönüştüren kapitalist sınıf bu “çağrı”ya, kendini açıklamak, eski rejime (dinci – Kralcı rejimin “çağrı”sına) karşı mücadele etmek, toplumda egemenliğini kurmak, daha sonra başka “dünyaları” yıkan, halklara kan ve göz yaşına mal olan yayılma sürecini meşrulaştırmak için gerek duyuyor. Sorunu anlamaya çalışırken de “uygarlıklardan”, “çağrılardan” değil buradan başlamak gerekiyor 

Bugün, artık “özgün” uygarlıkların dünyasında değil, tüm uygarlıkları kendi “ekolojik egemenliği” altına alarak dönüştüren, özgünlüklerini yok ederek birbirlerine benzeten tek bir “kapitalist uygarlık”ın dünyasında yaşıyoruz. Farklı dünyalarda değil tek bir dünyada. Bunu kavramadan, ısrarla “uygarlığımı isterim” diyerek ağlaşmak, benim uygarlığıma benzer kültürel kodlarla kendini (piyasalarını, insan malzemesini, siyasi iktidar aygıtlarını) yeniden üreten kapitalizmi istiyorum, “ben benim kapitalizmimi istiyorum” diye tutturmaktan başka bir anlama gelmiyor. 

Artık bu dünyada, yeni bir hegemonya sistemi kurulana kadar (eğer o zaman kadar kapitalizm uygarlığı çökertmezse) kimsenin kendi kapitalizmi olmayacak! “İngiliz kapitalizmi” yerini “Amerikan kapitalizmine” bırakmıştı. O da bu gün derin bir kriz içinde... Kaplan yoksa yeni hegemonyacı güç olmayı mı hayal ediyor. Neden olmasın? İnsan hayalinin sınırı yok ki. 

Bu hegemonya hayaline, “Batı” da “BOP” bağlamında (“Bon pour L’Orient” hegemonyası sana yeter biçiminde) cevap verenlerin olduğunu, bu cevabın AKP’yi ürettiğini de biliyoruz. Eminim Yusuf Kaplan da bunun ayırdındadır. Eğer ayırdındaysa, dikkatleri öncelikle, uygun “çağrı”yı bulmaya değil”, bu hegemonyayı kuracak ekonomik, teknolojik kaynakları aramaya başlamaya yöneltmesi gerekiyor... Ne yazık ki, “önce hareket vardı”. Bu hareket, bugünlerde hızla, ama yine bize uğramadan, Yusuf Kaplan’ın arzularının üzerinden geçerek uzak doğuya doğru yoluna devam ediyor... 

Heidegger’ci teknoloji eleştirilerinin ışığında, sanayi kapitalizmi öncesi bir yere dönmek de bir koşul dışında olanaklı değildir. O koşul da kapitalizmin yeni bir üretim tarzına açılamadan, ekolojik, askeri veya başka bir krizde çökmesiyle ilişkilidir. O zaman sermaye devresi kırılacak, “bildiğimiz” yaşam tarzı ortadan kalkacak ama ortaya bir “uygarlık” değil, “ barbarlık”, “Mad Max” filmindeki gibi bir “kaos” çıkacaktır. 
-0-


Çözülmesi en olanaksız yerden başlayarak, sorunu çıkmaza sokan bakış açısından kurtulmak için “hareketin” kaynağına, Cumhuriyet öncesine, Osmanlı sosyal formasyonunun kapitalist dünya ekonomisine eklemlenme sürecine gitmek gerekiyor. Nasıl oldu da, bu sosyal formasyonun egemen sınıfı ve devleti, 18. Yüzyıl’da, dünyanın merkezinde olduğuna inanırken, 19.yüzyılda kendine kapitalist dünya ekonomisinde, “kurtlar sofrasında”, sermayenin “avlanma alanı”, “paylaşacağı kadavra” olmanın ötesinde bir yer açamamış böylece Kaplan’ın değimiyle “Bugün”ünü kaybetmiştir? 

Bu “kaybın” öyküsünü bugünden sonsuza kadar tartışmaya devam edebiliriz ama, o ki “uygarlıklara” meraklıyız, 1806 tarihli “Koca Sekban Başı Risalesi” başlıklı, sanırım 1970’lerde Tercüman Gazetesinin 100 temel eser dizinden çıkarılmış, bugün okurken, sığlığından, dünyasını kavramaktaki çaresizliğinden, insanın yüzünü kızartan kıymetli belgeyi, ibretlik olarak anımsayabiliriz. Sonra kendimize yeniden sorabiliriz, Avrupa’da kapitalizm birbiri ardına, fabrika, buhar makinesi, elektrik, Enfield tüfeği, dinamit gibi şeyleri, felsefeci, siyaset bilimci, fizikçi, kimyacı gibi dünyasını kuracak savunacak akılları üretirken, neden Osmanlı adeta başka bir dünyada yaşar gibi yoluna devam etmeye çalışmıştır? 
-0-


Evet 60 yıldan çok daha uzun bir süredir, bu ülkede “kapitalizmin” dünyasında, onun uygarlığında yaşıyoruz. Bu dönem boyunca da muhafazakar hükümetlerin birinci görevi bu dünyayı, bunun değerlerini getirmek, üretmek, muhafaza etmek oldu. Bu ülkede kültür alanında, muhafazakar estetik ürünler üretimi, özellikle popüler kültürde egemen oldu. Olmaya devam ediyor, daha uzun bir süre olmaya da devam edecek. 

Sanat alanıysa, hemen her zaman, bir iki, o da sol ile karışmış muhafazakar şairin dışında sol, sosyalist komünist eğilimli estetik üreticilerin tekelinde kaldı. 

Muhafazakar sanat meraklılarının bu durumu bilinçlerine çıkarmaları, var olanı koruyarak, geriye geçmişe bakarak üretilen estetik nesnelerin, kapitalizmin dünyasında sanat düzeyine çıkmalarının neden olanaksız olduğunu anlamaya çalışmaları gerekiyor. 

Toplumun beğenilerinin en düşük ortak paydasında bulduklarını haz simgelerini bir araya koyarak “güzel”, “haz veren”, “eğlendiren” şeyler üretmek olanaklıdır. Bu ürünler gerçekten de muhafazakar olacaklardır, ama “ağlayan çocuk” resminin, en başarılı hallerinde “kiralık konak” gibi dizilerin düzeyini aşamayacak, sanat düzeyine çıkamayacaklardır. Bu yüzden bu etkinliğe de “sanatçılık” değil “estetik yöneticilik” (aesthetic management) denecektir. 

“Duyarlılıkların bütünlüğü kırıldıktan” (Eliot), kapitalizm ve bireysel, “otonom” öznellikler (subjectivity) oluştuktan sonra, artık sanat tutkuya, eleştiriye ve itiraza ilişkindir. Muhafazakarlık, tutkuyu sermayeye tabi kılarak söndürür, değişimi yadsıyarak eleştiriyi kısırlaştırır, itirazıysa konuşulabilecek olanın sınırını sürekli daraltmaya çalışarak bastırır. Böyleye kapitalist toplumda muhafazakar sanat çağrısı, aslında “sanata ölüm yaşasın estetik yöneticilik” sloganı olmaktan başka bir anlama gelemez. 

“Sanat elbette bağımsız olmalıdır” 
Bu noktada artık, “muhafazakar sanat isteyenler aslında ne istiyor” sorusuna dönebiliriz. 

Önce “Muhafazakar sanat” arzusunun siyasi anlamına kısaca değinelim sonra bu anlama dikilen yamalı kılıflara bakalım. Bu anlamı en açık, bulanıklığa hiç meydan vermeyecek biçimde Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ortaya koymuş: 

Ancak benim anladığım kadarıyla sahnede bazen metinde olmayan ifadeler kullanılıyor. Yine metinde olmadığı halde araya laf sokuluyor, siyasi espriler yapılıyor, Başbakan’a, bakanlara laf atılıyor. Veya doğallık anlayışı içinde sokak dili kullanılıyor veya müstehcenlik olarak algılanan bazı sahneler oluyor. Bunlar da bazı rahatsızlıklar yaratıyor. Sanıyorum bu rahatsızlık belediyeye iletiliyor. Tabii sanatçıların bir iki sahne tatmini için toplumun duyarlılıkları da tümden yok sayılmamalı. Sanatçı da toplumun duyarlılıklarına özen göstermeli.” 

Demek ki, devlet büyükleri eleştirilmeyecek, siyasi espri yapılmayacak, sanatçı metnin dışına çıkmayacak, sokak dili kullanılmayacak, müstehcenlik (siz cinsellik olarak okuyunuz) yok, toplumun duyarlılıklarına özen gösterilecek. Kısacası, sanatçı toplumun verili siyasi, ideolojik, kültürel, sınırlarını, “biyopolitiğini”, cinsiyet kodlarını asla zorlamayacak, sorgulamayacak. Peki ne yapacak, eğlendirecek, eğitecek ama yönetenleri ve toplumu eleştirmeden. 

Platon hayatının önemli bir kısmını böyle bir “sanat” nasıl olabilir sorusu üzerinde çalışarak geçirdikten sonra, böylece son derecede sıkıcı, heyecansız bir biçim dönüşecek olan bir etkinliğin, kimsenin ilgisini çekmeyeceği için eğitime hizmet etmeyeceğini, insan ruhunu etkilemeyeceği için de sanat olmaktan çıkacağı sonucuna ulaşmıştı. Diğer bir deyiş, Bakan belki bilmiyor ama insanlık Milattan Önce. 347/48’den bu yana bu bilgiye sahip. Aristoteles’in sanatın kodlarını yazarak açmaya çalışma çabasıysa, dinci ve kralcı dünyada bir süre için, kralın ve kilisenin hizmetinde olmak koşuluyla var olan bir estetik üretime olanak sağladı. Kapitalizmin ilk yeşil filizleri ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren, atılan hemen her irili ufaklı adım, bu Aristoteles kurallarına karşı atıldı. 

Kültür bakanının saptamaları, dinci kralcı bir dünyanın estetik dünyasına geri dönmeyi arzulamaktan başka bir anlama gelmiyor. Böyle üretilecek estetik ürünlerin, bugünün, yaşam temposu gittikçe hızlanan, kültürü her gün biraz daha dijitalleşen görselleşen, yaşam ilişkileri ağlara her gün biraz daha bağlı hale gelen insanı tarafından, estetik ürünler olarak tanınacağı ve algılanacağı bile artık şüphelidir. Kısacası Bakan, estetik değeri bile son derecede düşük bir propaganda malzemesinin sanatın yerine geçmesini istiyor. 

Bu olanaksız arzuyu gizleyebilmek için dikilen kılıfların yamalarıysa tüm çabalara karşın dikiş tutmuyor. 

İskender Pala’nın Manifesto’su bu imkansızlığın iyi bir örneği. Yirmi maddelik manifestoda esas olarak üç tema egemen. Birincisi tema “geçmişle” bağları yeniden kurmaya ilişkin. İkinci tema bunu gerçekleştirmenin koşullarına ilişkin. Üçüncü tema yasaklara ilişkin. 

Birinci tema esas olarak zamanın dışında yaşayabileceğini sanan bir yaklaşımı yansıtıyor. Toplumun geçmişiyle bağlarının kopmuş, öz benliği ile kavgalı bir konuma itilmiş olduğu ileri sürülüyor. Halbuki, toplumlar tarihte, geçmişleriyle bağlarını kopararak, sonra da geçmişi bu kopuşu destekleyecek bir fantezi nesnesi olarak yeniden tanımlayarak, “kurgulayarak” var oluyorlar. AKP döneminde Türkiye “geçmişinden” kopuyor, bu kopuşu yönetenler, “geçmişi” bu “kopuşu” destekleyecek bir fantezi olarak yeniden “kurmaya” çalışıyorlar. Son iki yüz yılı çürüyerek geçen ve sonra dağılan bir toplumsal formasyonu yeniden “arzu” “özlem” nesnesi olarak kurgulamak kolay olmayacak... 

İkinci tema, halkın öz benliği, milli manevi değerleri adet ve gelenekleri, kültürel birikimi gibi referans noktalarına dayanma çabasını yansıtıyor. Ancak burada iki sorun var. Birincisi, “öz benlik” denen şeye ilişkin. Bu “öz benlik”, ne zaman ortaya çıktı? Türk kabileleri Anadolu’ya gelmeden önce mi, gelip Bizans nüfusuyla, benliğiyle karıştıktan sonra mı? Yoksa bu “öz benlik”, “bu halkın” Müslümanlığı kabul etmesiyle başlayan dönemde oluşan ve esas olarak dini benliğine ilişkin bir şey mi? Bana “öz benlik” dendiğinde “Müslümanlık” kast ediliyor gibi geliyor. 

İkincisi, halkın değerleri, manevi değerler, gelenek görenek vb., “şeyler” hem bakan gözlerin niyetine, hem de yaşayan halkın tarihinin dönemlerine göre değişen bir “simgesel çokluğa” ilişkindir. Bu çokluğun oluşturduğu “karmaşıklık” her zaman ulus, din, etnisite, emek, ezilenler vb., gibi bir “ana gösterge” tarafından disiplin altına alınarak tanımlanır. Bu yüzden, birileri “halkın değerleri, manevi değerler, gelenek görenek vb.,” laflar etmeye başladığında, hemen “kim bakıyor” ve “kim ne istiyor” (“che vuoi”) sorularını sormak gerekiyor... 

Üçüncü tema İskender Pala’nın koyduğu yasaklara ilişkindir. Örneğin “ırmağın tabii seyrini bulmasına” karşı çıkılmayacaktır. Bayağılığa, kalitesizliğe, ayrımcılığa karşı çıkılacaktır. Dini duyarlılıkla ters düşülmeyecektir, halkla kavga edilmeyecektir, Batı’nın ruhuna mesafeli yaklaşılacaktır, kendi kültürel coğrafyasını beğenmemezlik edilmeyecektir .... 

Demek ki bir yerlerde birileri, “ırmağın tabii seyrinin” ne olduğunu bilmekte ve sanatçıya sınır olarak koymaktadır. Birileri, neyin bayağı neyin kalitesiz olduğunu da bilmekte ve yasaklamaktadır. Birileri, dini duyarlıkların ne olduğunu, Sünni, Alevi, Yahudi, Hristiyan, ve daha başka dini yapıların var olduğu bir toplumda saptayabilecek ve bunlara kimin karşı çıktığını bilebilecektir. Birileri “halk” denen karmaşıklığın da ne olduğunu, nerede başlayıp nerede bittiğini bilmektedir. Böylece konulan sınırlar, “kavganın” (eleştirinin) sınırlarını da saptamış olacaktır. Kendi kültürel coğrafyamız vardır. İye de bu haritaya, Hititler ’in, Akaların ve Troya’nın, Bizans’ın, Viyana’ya kadar Avrupa dünyasının, Baharat ve İpek yoluyla gelip gelen değerlerin, çok sayıda dinlerin “kıtaları” dahil midir? Yoksa bu coğrafyanın haritası bir yerlerde bize verilmek için hazırlanmakta mıdır? Bu kadar işi boş soyutlamalarla ilerlemeye kalkmanın özel bir anlamı özel bir niyeti var mıdır? 

Bence var. Tüm bu “muhafazakar sanat” arzulayan bunu anlatmaya yönelik çabalar, yukarda değindiğim gibi toplumun en düşük ortak paydasındaki “haz” nesne ve simgelerini, her şeyi bilen, gören bir gözün altında bir araya getirerek, “yöneterek” yaratılacak estetik nesnelerden oluşan ileri derecede siyasileşmiş bir “estetik yöneticilik” modelinden başka bir yere açılmamaktadır. Bu noktada, sanat bir yana, özgürlükten dahi söz etmek artık olanaklı değildir.

Friday 20 April 2012

“Muhafazakar Sanat” tartışması üzerine ilk notlar


Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Edebiyat Profesörü Mustafa İsen, "Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr demokrasi diye bir şeyden bahsedebiliyorsak, o zaman 'muhafazakâr estetik' ve 'muhafazakâr sanat' diye bir şeyden de bahsetmek, bunun normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz."demiş.

AKP Hükümeti döneminde hızlanan “toplum mühendisliği” sürecinin, “4+4+4” ile bir “ruh mühendisliği” aşamasına geldiğine işaret etmiştim. Bir adım sonra sıranın sanata gelmesi son derecede olağan bir gelişme. Estetik, bedenle dış dünyanın ilişkisine ilişkin bir kavram, dolayısıyla “biyopolitik”  konusuyla yakından bağlantılı.  Bu bağlamda estetik ürünler üretme etkinliği, aşağıda değineceğim gibi eğitim, “yeni insan” yaratma, onu kontrol etme, yönlendirme, baskı altına alma, ya da özgürleştirme sürecinin ayrılmaz bir parçası. Bu yüzden estetik ürünleri toplumun eğitiminde kullanmak isteyenlerin, bunların üretim sürecini de yakından denetlemeleri gerekiyor. Bu bir seri kuralların ve ilkelerin, ölçütlerin yerleştirilmesi, en önemlisi, insanlara bir yapıtı estetik ürün olarak tanımalarına, üzerinde konuşmalarına olanak veren dilsel kodların, simgelerin, diğer bir deyişle bir “estetik rejimin” toplumda egemen kılınmasını gerektiriyor. 

Bugün “muhafazakar sanat” talebiyle gündeme gelen yeni “estetik rejimin” sınırlarının ise iki parametre tarafından belirleneceğini kolaylıkla söyleyebiliriz:  Kutsal “Mesaj”a sadakate dayalı bir “hakikat rejimi” ve sermaye birikim süreci.

Genel Sekreterin giriş paragrafında aktardığım saptamalarına sağ kesimden gelen katılmalar, yorumlar, İskender Pala’nın 20 maddelik manifestosu bu iki parametrenin, yoğun bir sağ popülizmle, “halkın manevi değerleri”,  “kültürel birikim” ve “gelenek” gibi aslında içi boş, bir hegemonya mücadelesiyle doldurulmayı bekleyen kavramlarla destekleneceği anlaşılıyor.

Buna karşılık, burjuva sınıfının, “eleştiri dinin eleştirisiyle başlar”, “her şey aklın eleştirisinin hedefi olacaktır” gibi Aydınlanma ilkeleri düşünülünce, bu “estetik rejimin”, “toplumsal eleştirinin”, felsefi düşüncenin önünü keseceği hatta bunları suç haline getireceği de anlaşılıyor. Tüm bunlar, sanatın nasıl siyasi bir etkinlik, siyasi mücadelenin önemli, kaçınılmaz bir bileşeni olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.
Geçtiğimiz yıllarda, sanat-siyaset ilişki tartışmalarında, bizleri “sanat komiseri” ilan eden post-modern ve liberal eleştirmen ve sanatçılarla epey uğraşmıştık. Onlara “sanat sanat içindir” sloganının aslında ahlaki ve siyasi bir slogan olduğunu, dün içeriği nasıl burjuvazinin feodalizme obskürantizme (dinci gericiliğe) karşı mücadelesiyle dolduysa, bugün de içeriğinin ancak kapitalizme ve metalaşmaya karşı bir direnişle doldurulabileceğini anlattık durduk.

Genel Sekreter “muhafazakar sanat” istediklerini açıkladıktan, sağcı yazarlar bunun içini doldurmaya başladıklarından bu yana elimden geldiğince izlemeye çalışıyorum ama, dün “ sanat sanat içindir”, “sanata siyaset karıştırmayın”, “sanat komiseri misiniz?” diyenlerden henüz bir itiraz geldiğine şahit olmadım. Yine cevaplar bizim taraftan (örneğin, bkz. Yiğit Günay, “’Muhafazakâr sanat' meselesi üzerine 5 düşünce”) geliyor.

Genel Sekreterin ve sağcı yazarların,  “muhafazakar sanat” tartışmasını gündeme getirmiş olmaları, yukarıda değindiğim adımlar bağlamında  bir kültürel meydan okuma anlamına geliyor,  daha önce görülmeyen bir öz güveni yansıtıyor.

Bu meydan okuma liberal demokrasiye ve komünist harekete büyük bir tehdit oluşturuyor. Ama bu meydan okuma, aynı zaman da büyük bir olanak açıyor diye düşünüyorum. Bu bağlamda, hem muhafazakar görüşlerle polemik yapmak, hem gelmekte olan “estetik rejimin” burjuva – liberal özgürlükleri bile hedef alan büyük bir saldırı anlamına geldiğini göstermek, bu alanda (!) geniş bir entelektüel muhalefet ve direniş inşa etmek  olanağı doğuyor.

Ek olarak, hem  “sanat” deyince özgürlükleri kısıtlayan her şeye eleştiri ve muhalefet anladığımızı, bu işlevi yerine getirmeyen estetik ürünlerin sanat değil, propaganda, meta, nihayet Kitch olduğunu vurgulama, sanatla özgürlük mücadelesinin,  kapitalizmin karşıtlığının ilişkisini yeniden ortaya koyma şansımız olacak; hem de bu kültürel meydan okumayı kabul ederek “boyumuzun ölçüsünü” de almış, bu mücadeleyi taşımaya devam edip edemeyeceğimizi, eksikliklerimizi güçlü yanlarımızı görmüş olacağız. Ben bu meydan okumayı heyecanla kabul ediyorum. Kendi hesabına tartışmaya başlıyorum, hem de en başından...

Platon – Aristo paradigması

Özel mülkiyetin, sınıfların ve devletin toplumunda (Platon’a atıfla Kısaca “Site” diyeceğim) estetik ürün üretme etkinliği ancak iki durumdan biri olarak var olabilir.

Birinci  durumda, estetik ürün üretme etkinliği, Site üyelerinin; Site’yi, Site dışını, Site’nin değerlerini, kutsalını “tanımalarına” ve bu Site’nin içine ve dışına göre konumlarının ve varlıklarının anlamlarını öğrenmelerine hizmet eder. Birinci durumda, estetik ürün üretme etkinliğini “kozmolojik bir eğitim” ve  “propaganda” kavramlarına göndermeyle tanımlayabiliriz.

İkinci durumda, estetik ürün üretme etkinliği, Site üyelerine, Site’nin yapısına ve dünyasına karşı çıkma, onunla mücadele etme olanağı ve olasılığı veren bir düşünce ve eylem alanı açar. Bu durumda, estetik ürün üretme etkinliğini, “özgürlük”, “kurtuluş” paradigmalarının bir parçası olarak düşünmemiz gerekir.

Bu ikilemle sistemli bir biçimde ilk önce Platon’un (MÖ 423 – 347) karşılaştığını söyleyebiliriz. Platon bu ikilem üzerinde uzun uzadıya düşündükten sonra, ikinciyi dışlayacak, birinciyi koruyacak bir yol ve yöntem bulamadığından, estetik ürün üreticisinin Site’nin sağlığı (bekası) için Site dışına sürülmesi gerektiğine karar verir.

Aristoteles, (MÖ 384-322) Büyük İskender’in hocalığını yapmış, Site’nin egemenlerine hizmet vermiş bir filozof olarak, bu ikilemden kurtulmanın yolunu, ikincisinin yapılma (sanatı tanıma ve konuşabilme) kurallarını ayrıntılı bir biçimde tanımlamakta bulur (Bu kuralların metni Poetika kaybolur, ancak 1535’de yeniden keşfedilir).  Horace’ın (MÖ 65 – 8) Ars Poetika “şiirinde” kimi farklarla adeta bir reçete haline getirilen bu kurallar, kapitalizm oluşmaya, burjuva sınıfı şekillenmeye başlayana kadar, Roma İmparatorluğu’nda, feodal toplumlarda Kilise tarafından da onaylanarak kabul edilir. Estetik ürün yaratma etkinliği böylece, “Site” düzeninin egemenlerinin hizmetine, insanının eğitilmesinin (öznelliğinin üretilmesinin) hizmetine bu kurallar sayesinde verilir.

Burjuvazi ve Modernizm

Burjuva sınıfı şekillenirken, feodal toplumun ahlak ve dünya anlayışına, birey tarifine, kozmolojisine, kendi  yaşam faaliyetini (kapitalizmi), eylemini sınırladığı için karşı çıkarken, onun estetik ürün üretme kurallarını da özgürlük adına reddetmeye başlar.

Bundan böyle estetik ürün üretme etkinliği kendi dışında hiçbir kurala hiçbir dini, ahlaki, siyasi işleve bağlı kalmayacaktır: “Sanat sanat için” yapılacaktır. “Sanat sanat için” sloganı burjuva sınıfının eski rejime, onun ideolojik egemenliğine estetiğine karşı bir başkaldırının, bir özgürlük talebinin kısacası burjuvazinin devrimci refleksinin ifadesidir. Burjuva entelektüellerin ağzından dile getirilen bir savaş çığlığıdır.

Ama burjuva iktidarı yerleştikten sonra, kapitalizm ve piyasa yaşam dünyasının tek belirleyicisi olmaya başlarken, birbirine paralel iki sürecin de doğduğunu görüyoruz.

Birinci süreç: “Sanat sanat için” sloganıyla, eski rejimin efendilerinden, estetiğinden özgürleştiklerini düşünenler, bu kez, metalar dünyasının, sermayenin ve piyasanın tahakkümü altında girdiklerinin ayırdına vardılar. Kendi sınıflarından kopmaya, “sanatı sanat için” yapabilmenin tek yolunun onu kapitalizmin ve piyasanın tahakkümü altına sokan metalaşma sürecine karşı korumaktan, kapitalizmle mücadelenin aracına dönüştürmekten geçtiğini düşümeye başladılar. Burada ilk ve en kestirme yol, estetik ürün yaratma etkinliğini, kapitalizmden kaynaklanan “özgürlük yokluğu”, “yabancılaşma” duygularının biçimlendirilmesine,  içerdeki “bunaltıyı” ve “bulantıyı” anlatmaya, dışlaştırma çabalarına tabi kılmaktı. Estetik ürün yaratma etkinliği ancak o zaman, yeniden bir özgürlük talebine dönüşebilirdi.
Ancak kapitalizmden özgürlük talep eden, ona ahlaki siyasi eleştiriler yönelten estetik ürün üreticileri yalnız değildi. Sanayi, tarım ve hizmet alanlarında üreten çok geniş bir üreticiler kitlesi tarih sahnesine çıkmıştı, kapitalizme karşı mücadele etmeye başlamış, ilk eylemlerini özellikle sanayi sektöründe daha 19. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde ortaya koymaya, giderek Anarşist, Komünist akımların ortaya çıkışının maddi zeminini oluşturmaya başlamışlardı.

İkincisi süreç: Burjuva sınıfı giderek eski rejimle ittifaklar oluşturmaya, 19. Yüzyıl boyunca,  1848 ayaklanmalarında, Paris komünü, Belçika Genel Grevleri’nde, son derecede baskıcı, “katliamcı” refleksler sergilemeye başlamıştı. Aynı anda burjuvazi, bir taraftan, neo-klasizme, “estetizm”e dönerek, sanatın “birinci durumdaki” eğitim ve propaganda özelliklerini geri kazanmaya çabalıyordu. Diğer taraftan, Aydınlanma rasyonalizm karşıtı eğilimler özellikle Paris Komünü’nün  yarattığı travmanın da etkisiyle (Nietzche tipik örnek olarak görülebilir) hızla canlanıyordu.
Bu iki süreç 19. Yüzyıl’ın son çeyreğinde çok özel koşullarda kesişmeye başladı. Bu özel koşulları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

1.     Tekelci kapitalizmin doğuşu, ilk finansallaşma, küreselleşme (emperyalizm) aşaması. Sömürgecilik vahşeti.
2.     Ekonomik kriz, büyük durgunluk, ve I. Savaş.
3.     Finansal kriz ve II. Savaş.
4.     Burjuva liberal bireyin kimlik krizi

Bu koşullarda, bu iki süreç kesişerek “Modernist” hareketi oluşturdu. Bu iki sürecin varlığına bağlı olarak da Modernizm, çelişkili, Janus yüzlü bir akım olarak şekillendi. Roma Tanrısı Janus gibi Modernizmin bir yüzü  geleceğe dönüktü, kitle hareketine, sınıf mücadelesine, kapitalizmin aşılması olasılıklarını aramaya ilişkindi. Öbür yüzü geçmişe, “Bolşevik barbarlığın” “Yahudi komploların” tehdidi altındaki “Avrupa uygarlığını”  kapitalizm öncesi dönemin değerlerine dayanarak yeniden kurma fantezisine dönüktü (Bu bağlamda, Eliot’un “Çorak Ülke” şiirini, Pound’un Kanto’larını düşünebiliriz).
Geleceğe bakan yüz, komünist harekete yaklaşırken, geçmişe bakan yüz Faşizme, Falanjizme ve Kralcılığa yaklaşmaya başladı.

Bugün, Türkiye’deki “muhafazakar sanat” arayışına bakınca da Modernizmin geriye bakan, karanlık yüzünü görüyoruz. Bu yüz toplumun karşı karşıya olduğu ekonomik ve jeopolitik sorunlara, finansallaşmanın, “küreselleşmenin” getirdiği belirsizlik, alt üst olmuşluk duygularına, bunları derinleştiren “hedonist” (hazlara odaklanmış) tüketim tarzının, bu tüketim tarzıyla birlikte gelen imajların, kültürel kodların,  toplumun dokusunda, aile, ahlak sistemleri üzerindeki yıkıcı etkilerine geçmişe bakarak direnmeye çalışıyor. Bu “akım” toplumu “geçmişinden kopararak zayıflattığına” (Eliot’un deyimiyle “duyarlılığını kırdığına”) inandığı Cumhuriyet geleneğinden, Aydınlanma olayının etkilerinden kurtarmak için, bunların öncesine, Osmanlı ve İslam kültürüne dönmeyi, buradan toplayıp geldikleriyle bugünü yeniden yapmayı amaçlıyor. Bu akım,  Modernizmin geçmişe bakan, faşizmin totaliter özlemlerini taşıyan karanlık yüzüne ait bir refleks olarak karşımıza çıkıyor. Bu “karanlık yüze” cevap vermek de Modernizmin geleceğe bakan aydınlık yüzü olarak, komünist harekete, sola ve hatta eğer bel kemiğinde hala biraz kemik kaldıysa “liberal demokrasiye” düşüyor.
Ergin.yildizoglu@gmail.com

Thursday 19 April 2012

"Sağ"ın, "Sol" arzusu


Bu yılın başında Fukuyama, Avrupa bağlamında; geçenlerde de, Fukuyama kadar “etkili” olmasa da, Fuller, Türkiye bağlamında, demokrasinin sağlığı açısından bir “Sol” seçeneğin de toplumun gündeminde olmasını arzuladıklarını açıkladılar. Bu bağlamda benim başlığa koyduğum “‘Sağ’ın, ‘Sol’ arzusu” ifadeleri ilk bakışta bir “oksimoron” gibi duruyor. Ama, Özkan Özgür ve Burak Bilgin arkadaşların da yazılarında gösterdikleri gibi bir oksimoron değil ve sağın düzeni koruma refleksiyle tutarlı bir “arzu”. 

Az sonra biraz daha yakından bakmaya çalışacağım gibi, kapitalizmin krizinin kronikleşmesiyle (“düzenleme sisteminin”-neo-liberalizmin- tükenmesinden sonra ortaya çıkan çaresizlik durumunu kastediyorum) birlikte, Fukuyama’nın deyimiyle, kapitalizmin “aşırılıkları” kitlelerin gözünde daha bir görünür olmaya başladı. Buna karşılık, Kapitalist-Liberal-Demokrasi, kitlelerin taleplerine ve yükselen muhalefetlerine tatmin edici bir cevap veremiyor, aksine, ne zaman geleceği belirsiz bir ekonomik toparlanma için, işsizliğe yoksulluğa katlanmaya sabırla devam etmelerini istiyor. Ama kitleler, kapitalist toplumun sınıflı yapısını, krizde çok ufak bir azınlığın “Plütonomi”nin servetine servet katmaya devam ettiğini görüyorlar. Düzen partilerinin, bu tepkilerini düzen içinde tutmaya yardımcı olacak seçenekler, reformlar sunamadıklarının da... 

Kısacası kitleler artık eskisi gibi yönetilmek istemiyor, yeni seçenekler arıyorlar. Bu seçenekler içinde yalnızca, “sol” ve komünizm yok, faşizm de var. Komünistler bu taleplere cevap veremezlerse, Faşist (ırkçı, yabancı düşmanı, “güvenlikçi”) akım ve partilerin şansı hızla artabiliyor. 

Fukuyama ve Fuller gibi tipler, sağ muhafazakar partilerin karşısında, yükselen düzenin sınırlarını zorlamaya başlayan muhalefeti yeniden içeri çekecek “sol” (muhafazakar- kapitalizme bağlı kalmak anlamında) partiler istiyorlar; düzenin, demokrasinin bekası için... Bundan daha “mantıklı” ne olabilir? 

Düzenin bekası söz konusu olunca “komünist” akımlar böyle bir solun oluşması talebine kızıyorlar haklı olarak. Ama dikkate alınması gereken iki nokta var ki, bana Fukuyama ve Fullerin taleplerine bakınca, “şeytanın, aman ne istediğine dikkat et ya gerçekleşirse” uyarısını anımsatıyor ve keşke dedirtiyor. 

Bana keşke dedirten iki noktadan biri şu: Kapitalizmin bu gün kitlelerin acılarını biraz olsun dindirecek ekonomik adımlar atması kendi içinde kimi değişikliklere gitmeden olanaksız. Bu, bu değişiklik arama senaryoları finans oligarşisiyle kapitalist sınıfların geri kalanını ve “devletten sorumlu sınıfları” karşı karşıya getirme potansiyelleri taşıyan bir dinamiğe işaret ediyor. İkincisi, bu değişiklikleri tasarlayacak olan söylemler, tartışmalar, gerekli kavramlar neo-liberalizmin bastırdığı, düzenleme, devletleştirme, planlama, vergileme gibi kavramları, “toplum çıkarı” savlarını, uzun dönem (gelecek zaman) algısını güncel kültürün içine yeniden sokacak dinamiklere işaret ediyor. Birincisi ve ikincisi birleşince, “sol” partilerin kaçınılmaz olarak yaratacağı düş kırklığı ve bu yeni, söylemler, tartışmalar ve algıları içeren bir kültürel ortamda, onları düzen dışından (anti-kapitalist bir platformdan) sıkıştıran komünist hareket kendini, deyim yerindeyse, tam anlamıyla “evine dönmüş hissedecek”. Komünist hareket eğer bu yeni duruma uyum sağlayabilirse, toplumun geri kalanıyla diyalog kurma sürecini, kendi koşullarında ve kendi diliyle hızlandırabilecektir. 

Düzenin tümüne karşı, onu “dışarıdan” (aslında sınırından) sorgulayan komünizmin aksine, “Sol”un, düzen içinde, dengeyi emekten yana zorlayacak reformları savunarak kalma çabası, düzenin vicdanı olma iddiası anlamına geldiğini bir kez, göre bilirsek, kendi konumumuzu da daha rahat kurgulayabiliriz, “sol” canlanmasının getireceği olanakları, “sol”un aslında komünizmle rekabet eden bir akım değil düzenin (reel kapitalizmin), Faşizmi veya totaliter rejimleri devreye sokmadan önceki son savunma hattı olduğunu da görebiliriz. 

Bu oldukça soyut saptamaları, “sosyal demokrat” partilerin, “sosyalist” hatta zaman zaman kendine “komünist” diyen kimi partilerin yakın tarihlerine bakarak, hatta geçen yüzyılın ilk yarısında faşizmin yükseliş dönemini örnek alarak, komünist harekete sağladıkları olanaklar anlamında olumlu, düzeni korumak, faşizme çanak tutmak, açısından olumsuz yanlarıyla ele alarak konuşabiliriz. Ama bence, Fransa’da Melenchon ve İngiltere’de Galloway gibi güncel örnekler üzerinden gitmeye çalışmak daha keyifli olabilir. 

İki “şok” 
İngiltere, İşçi Partisi’nin solunda, içinde komünistleri de barındıran bir muhalefet koalisyonu olan Respect bloğunun desteklediği bağımsız aday John Galloway Batı Bradford bölgesi millet vekili ara seçimlerini, katılan tüm diğer adayların aldıkları oyun toplamından, işçi partisinden de 10.000 daha fazla oy alarak kazandı. Galloway’in zaferi, İşçi Partisi’nden Galloway’e, İP’nin daha solundaki bir adaya, yüzde 35 oranında bir oy kayması anlamına geliyordu. İngiltere tarihinde, bu durumun, hele İşçi Partisi muhalefetteyken, hiç bir örneği yoktu. 

Fransa başkanlık seçimlerine giderken, Sol Parti’nin lideri, Komünist Partisi’nin, kimi Troçkist örgütlerin, başka sol grupların oluşturduğu bloğun (Anti-Kapitalist Parti de desteğini açıkladı) adayı Melenchon’un desteği bir haftada yüzde 6’dan yüzde 15’in üstüne çıktı. Böylece Melenchon Faşist Marine Le Pen’i geride bırakarak Sosyalist Hollande ve Gaullist muhafazakar Sarkozy’nin arkasından 3. Sıraya oturuyordu. 

Her iki olay da kendi ülkelerinin ana akım medyasında, muhafazakar kesimde, sosyal demokrat sol da şok yarattı. İngiltere’de medya, İşçi Partisi, Galloway’in zaferini, olağan üstü, bir daha tekrarlanması olanaksız, Batı Bradford’un özel koşullarına bağlı bir “saçmalık” olarak önemsizleştirmeye çalıştı. Batı Bradford’un özel koşullarında söz edilirken, Galloway’in savaş karşıtı sloganlarla Müslüman nüfusu etkilemiş olduğu ima ediliyordu. Halbuki, hem kampanya süreci Galloway’in savaş karşıtı bir çizgi izlemekle birlikte esas olarak muhafazakar partinin toplumsal harcamalardaki kesintilerini, halkın refahına yönelik saldırılarını ve İşçi Partisi’nin beceriksizliğini, bu ekonomik politikalara muhalefet etmedeki isteksizliğini hedef almıştı. Bu yüzdendir ki, Galloway, yalnızca Müslüman mahallelerden değil, beyaz işçi sınıfının da çoğunlukta olduğu mahallelerden de aynı düzeyde oy almıştı, Kısacası Galloway, İşçi Partisi’nin, düzenin “sol”unun muhafazakar partiye, bir alternatif olamamasına, sorunlara çözüm üretememesine, beyaz ve beyaz olmayan işçi sınıfı ve yoksul kesimlerde yarattığı düş kırıklığını değerlendirebilmişti. Sonuç olarak hem, siyasi yelpazedeki bir boşluğu ortaya koymuş, bunun nasıl doldurulabileceği konusunda ilk ipuçlarını üretmiş, bir düzen karşıtı, düzen dışı komünist muhalefetin olanaklarını arttırmıştı. 

Fransa’da Melenchon’un yükselişini de benzer biçimde yorumlamak olanaklı. Melenchon’da muhalefet bloğunun adayı, seçimlere, muhafazakar partinin ekonomi politikalarını, uluslararası kapitalizmin eleştirisi, dayanışma, vatandaşlık ve ilerici Cumhuriyet (1789) geleneği üzerinden giriyor. Melenchon, 350.000 Avro üzeri gelirleri yüze yüz vergilemeye söz vererek Kapitalist sınıfın gelir düzeyini, kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalan fabrikalara işçilerin el koymasını savunarak kapitalist mülkiyeti, Enerji kuruluşlarını ve bazı Bankaları devletleştirmeyi vaat ederek, serbest piyasayı, küreselleşmeyi tartışmaya açıyor, bu tartışmayı halkın gözünde doğallaştırıyor. Kamu oyu yoklamaları, Melenchon’un Le Pen’in partisine gitmiş olan beyaz işçi sınıfının bir kesimini, gençleri yeniden sola kazanmaya başladığını gösteriyor. 

Melenchon, cumhuriyetçi gelenek, vatandaşlık sloganlarıyla ırkçılığa karşı mücadele ederken beyaz işçi sınıfıyla siyah işçi sınıfını, göçmen işçileri birleştirmeye başlıyor ve Sosyalist Parti’den oy çalmakla birlikte genelde solun oyun arttırıyor. 

Bu nedenle Sosyalistlerin adayı Hollande, Melenchon’u hiç eleştirmiyor, seçmenini kırmamaya özen gösteriyor. Hollande, böylece ikinci turda başkanlık seçimlerini kazanmayı garanti etmeye çalışıyor. Melenchon’un basıncının Hollande’ı kendi soluna taviz vermeye, daha sola kaymaya zorladığı da görülüyor. 

Galloway ve Melenchon’un ortak bir noktası daha var her iki adam da halkın ağzını kullanmaktan, polemiği sertleştirmekten, çekinmiyorlar. Melenchon, Marine Le Pain’i “iğrenç yaratık” olarak niteliyor, “evet biz tehlikeliyiz” diyerek burjuvaziyle ve solun geri kalanıyla alay ediyor. Bu sertleşmenin halkın öfkesine tercüman olduğu, halka güven verdiği anlaşılıyor. 

Bu aşamada Galloway’in programının düzenin sınırlarını zorlamakla birlikte kapitalizmi karşısına almadığı olaylıkla söylenebilir, Galloway’e oy veren işçi sınıfının büyük kesiminin, kapitalizme karşı olmaktan daha çok, daha insanca bir kapitalizm istedikleri, reformist bir çizgiye doğru gelmekte oldukları da söylenebilir. Galloway’ın İngiltere’de iktidara gelmesi gibi bir olasılık şimdilik yok, bu koşullarda daha uzun süre olması da söz konusu değil. Ancak Galloway’in zaferinin İşçi Partisi’ni sarstığı, politikalarını gözden geçirmeye zorladığı da anlaşılıyor. 

Galloway’in siyasi çizgisi için söylediklerim Melenchon için de geçerli. Melenchon iktidara daha yakın, ikinci, turda Hollande’ı başkanlığa o taşıyacak, bu yüzden yeni tavizlere de zorlayabilir. Ama sonunda onun da önemi işçi sınıfını düzene eleştirel bakan bir yere, en azından reformist bir çizgiye çekmeye başlayarak politize olmasına katkı yapmasında yatıyor. 

Her iki adam da, neo-liberal ideolojik hegemonyanın kırılmasını hızlandıran bir etki yapıyorlar. Neo-liberal hegemonya kırıldığı oranda komünist hareket kendi gündemini topluma sunmanın, bu gündemin meşruiyetini arttırmanın, işçi sınıfına ulaştırmanın yeni olanaklarını elde etmeye başlıyor. Daha doğrusu, bu ortamı değerlendirebildiği, işçi sınıfının neo-liberal (“Başka Seçenek Yok”) hegemonyanın etkisinden çıkıp reformizme kaymasının, diğer bir deyişe seçenekler aramaya başlamasını küçümsemedikleri taktirde, komünist hareketin bu kaymanın olanaklarından yaralanması ve işçi sınıfının radikalleşme sürecini hızlandırması söz konusu olabilir. Ne de olsa, komünist mücadele, reformlar için mücadeleyi dışlamadığı gibi bu mücadelenin yönünü belirleyecek perspektifi sunar. 

Ne de olsa, Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi işi sınıfına yaptığının, reformlar için mücadelesinin tarihsel anlamını ufkunu anlatmaya başlamak, bunun fırsatını elde etmek, komünist faaliyetin de temelini oluşturur.

Monday 9 April 2012

Bir kapitalizm laboratuvarı olarak Türkiye

Thursday 5 April 2012

Amerika "1984"

(30 Mart 2012. Sendika.org)
Bir tarafta ABD egemen sınıflarında, dünyadaki imtiyazlı konumlarını kaybetme korkusu derinleşiyor, diğer taraftan devreye giren yeni polisiye önlemler, yetkiler, “kalabalık bastırma” “nüfus denetleme” yöntemleri ve teknolojileri, ABD’yi hızla bir polis devletine dönüştürüyor (Bkz: “ ‘Rüya’dan ‘Kabus’a Amerika”, Globalpolitikültür, Cumhuriyet 27/03/2012). Reuters’de rastladığım bir haber ve teknoloji dergisi Wired’da yayımlanan bir araştırma, karşımızda şekillenmekte olan şeyin sıradan bir polis devleti değil, George Orwell’in distopya romanı 1984’ü anımsatan bir siyasi yapı olduğunu düşündürüyor. 

“Düşünce Polisi” 
“1984”ün devletinin iki belirgin özelliği vardı, biri kullanılan dili denetleyerek insanların düşünme süreçlerine egemen olmak. İkincisi iletişim teknolojilerini kullanarak (iki yönlü TV örneğin) insanların günlük yaşamlarını ve düşüncelerini yakından izlemek. Bu sistemi ayakta tutabilmek, kabul edilebilir kılmak için de son derecede acımasız bir polis rejimi ve sonu olmayan bir uluslararası savaş sürecinin yarattığı korkuyu araç olarak kullanılıyordu. 

ABD’de on yıldır uygulanan, sonu belirsiz bir terörizmle savaş söylemi, insanların yaşamlarına her an müdahale etmeyi, kişi özelini ortadan kaldırmayı meşrulaştıran terörizm tehdidi, bu aracın kullanılmakta olduğunu gösteriyor. New York eyaletininEğitim İdaresi’nin başlattığı bir uygulama, “düşünce denetlemek için dili denetleme” çabalarının, bir tür “düşünce polisliği” nin de gündeme geldiğini gösteriyor. 

New York öğretmenleri, çeşitli dini ve etnik gruplarının duyarlılıklarını incitmemek gerekçesiyle, 50 sözcüğü kullanmayı yasaklamış, kimi konuları müfredattan çıkartmaya başlamışlar. “Dinozor” sözcüğü yasaklanmış çünkü akla evrim konusunu getirerek kökten dinci Hristiyanları rahatsız ediyormuş. “Yaşgünü” sözcüğü de Yehova Şahitlerini... “Halloween” (cadılar bayramı) akla Pagan dinleri getiriyormuş. Bale dışındaki danslar da yasaklanıyormuş, çünkü bazı tarikatların adetlerine tersmiş.” Yoksulluk” ve “zenginlik”, “yüzme havuzlu evler” kıskançlık yaratıyormuş, “Kölecilik” de yasaklanan sözcükler arasındaymış. “Uzaylılar” da, dünyanın evrenin merkezi, tanrının insanlar için yarattığı bir “barınak” olduğu inancıyla çeliştiği için olacak, konuşulmayacak konular arasında. Görevliler Reuters muhabirine, “çocukları kötü duygulardan korumaya çalışıyoruz” diyorlarmış. 

New York eyaleti Eğitim İdaresi’nin, dinci duyarlılıkları korumayı, dinci kozmolojiye ters düşmemeyi, sınıf farklılıklarını gizlemeyi, tarihin “tatsız” olaylarını çocukların öğrenmesini engellemeyi, dolayısıyla siyasi rejime ve egemen ideolojiye eleştirel yaklaşmaya olanak sağlayabilecek sözcük, kavram ve konuları bastırmayı hedeflediğini söylemek hiç de abartılı olmaz. Bu uygulamaların başka eyaletlerde zenginleşerek yayılmasını beklemek de. 

“Panopticon” 
“Panopticon”, tek bir gardiyanın tüm hücreleri görebildiği ama hücrelerdekilerin ne gardiyanı görebildiği ne de gardiyanın kendilerine bakıp bakmadığını bilebildiği ideal tutuk evinin adı. Bu ideal bir tutuk evi fantezisi çünkü, yalnızca tek bir gardiyanı var, tutuklular ne zaman izlenip ne zaman islenmediklerini bilemediklerinden, cezalandırılmamak, için kendi kendilerini denetlemek zorunda kalıyorlar. 

Wired dergisinde yayımlanan araştırma, ABD’de Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) için UTAH eyaletinde halen inşa edilmekte olan bir tesisin, Panopticon’u anımsatan özelliklerini anlatıyordu. 

İki milyar dolara mal olması, 2013 yılında hizmete girmesi planlanan “Veri toplama ve depolama merkezi”nin tesisleri yaklaşık 8 Km karelik bir alanı kaplıyor. Son derecede güçlü bilgisayarlarla donatılan merkez, adeta sonsuz bir veri depolama kapasitesine sahip olacak, her türlü iletişimin, (e-mail, cep telefonu konuşmaları, arama motorlarına sorulan sorular) yanı sıra kişisel verileri de (araba parkı makbuzları, seyahat planları, kitap alışverişleri, diğer dijital alış verişler gibi) gerçek zamanda izleyecek, depolayacak. Böylece, Bush zamanında gündeme gelen, ancak Kongre’den geri dönen “eksiksiz bilişim farkındalığı” (total information awareness) resmi olmayan yollardan gerçekleşmiş olacak. 

Wired’in araştırması, bu merkezin son derecede önemli bir etkinliği daha olacağını gösteriyor. Bu merkez en gelişmiş şifre kırma programlarıyla, şifrelerin arkasında saklandığını düşünen, finansal, askeri, ekonomik siyasi kişisel tüm verilere ulaşabilecek. 

Öyleyse herkesin, yazdığına, okuduğu kitaplara, gezilerinin planlarına, şifrelere güvenerek sakladığını sandığı verilere çok dikkat etmesi kendi kendini denetlemesi, düzenle çelişmeyen bir yaşam sürdürmesi gerekecek. Aksi taktirde NSA hemen anında, durumun fakında olacak... En azından NSA’nin yeni tesislerinin niyeti bu yönde. 

“Plütonomi” 
ABD’nin giderek “1984” devletine dönüşmeye başlamasının arkasında çok hızla keskinleşmekte olan, son derecede sert patlamalara yol açma potansiyeli taşıyan sınıf çelişkileri dinamiği yatıyor. Bunu gelir dağılımı istatistiklerinden görmek olanaklı. Ekonomik büyümenin getirdiği refahı ve tüketim potansiyelini nüfusun çok ufak yüzde bir’lik kesimi edinirken, maliyet ve risk geri kalanın sırtına yıkılıyor. Toplumu servetine el koyan bu çok ufak kesimin, bizzat City Bank raporlarında konmuş bir adı var: Plütonomi. Krizde herkes büyük sıkıntılar çeker, yoksullaşırken, yani krizi yaşarken, Plütonomi’ nin serveti, siyasi gücü artmaya devam ediyor. 

“Plütonomi” kavramına Real-World Economics Review’nun bu ay yayımlanan 59. Sayısında, Edward Fullbrook “The political economy of bubbles” (balonların ekonomi politiği) başlıklı yazısında rastladım. Fullbrook, 2005 ve 2006 yıllarında, gizli kalmak üzere yayımlanmış, üç City Bank Raporuna işaret ediyor: "Plutonomy: Buying Luxury, Explaining Global Imbalances" Oct. 16, 2005 (35 sayfa) (Plutonomi: Lüksü satın almak, küresel dengesizlikleri açıklamak; "Revisiting Plutonomy: The Rich Getting Richer"March 5, 2006 (18 sayfa) (Yeniden Plutonomi: Zengin daha da zenginleşiyor;“The Plutonomy Symposium — Rising Tides Lifting Yachts” Sept. 29, 2006 (64 sayfa) (Plutonomi Sempozyumu: Yükselen dalga Yatları kaldırıyor. 

Bu raporlara göre dünya iki bloka bölünmüş: Plütonomi ve geri kalanlar. Amerikalı, Kanadaki. Rusyalı tüketici yok, zengin ve yoksul tüketici var. Plütonomi’nin üyeleri küreselleşmiş alanlarda çoğalmaya ve güçlenmeye devam edecek. City Bank raporlarının yazarları, krizlerden kaygı duymuyor, krizin her hali karda Plütonomi’ye yarayacağını düşünüyorlar Varlık balonları, piyasa dostu hükümetler bu Plütonomi’nin daha da zenginleşmesine güçlenmesine yardımcı oluyor. 

Tüm iyimserliğine, Plütonomi’nin gücüne inançlarına karşın, City Bank raporları, bu sürecin bir aşamada yoksulların, emekçilerin tepkilerine yol açacağını da düşünüyor. 3. Rapor (sempozyum...) da Plütonomi’ye yönelik en büyük tehlikenin, işçi sınıfından gelecek, gelir dağılımını yeniden düzenleme, eşitsizlikleri azaltma talepleri olduğunu vurguluyor. Plütonomi’nin en büyük başarısı demokratik süreçleri çarpıtarak kendi çıkarına kullanmak olacak. 

Bu raporlar basına sızınca City Bank okunmalarını engellemek için yasal yollara başvurmuş ama başarılı olamamış. Bu raporlara halen çeşitli internet sitelerinden, yüzde 99 hareketinin portallarından ulaşabiliyormuş. 

Sanırım lafı daha fazla uzatmaya gerek yok. ABD’de “Plütonomi”nin iktidarını, gizlemek, koruyabilmek, yüzde 99’u egemenlik altında tutmaya devam edebilmek için artık “1984” tipi bir rejim gerekli olmaya başlamış anlaşılan... “Düşünce polisleriyle”, herkesi izleyen “büyük ağabeyi”ile, korkuya dayanan ideolojisiyle, sonu gelmeyen savaşlarıyla...