Friday 18 May 2012


“Semptom” ve sınav olarak Yunanistan seçimleri

Yunanistan seçimlerine iki açıdan bakmak gerekiyor. Birincisi kapitalizmin krizinin dışa vurumu, bir siyasi hastalığın “semptom”u olarak, ikincisi de komünist hareketin önüne koyduğu görevler bağlamında bir sınav olarak.

“Merkez” “beklentilerin uçurumuna” düşüyor.

Küresel ekonomik kriz, bunun içinde neoliberal  kriz yönetim modelinin krizi, bunun kendini hızla açığa vurmakta olduğu coğrafya olarak Avrupa Birliği, adeta krizin tüm çelişkilerinin, sorunlarının çakıştığı bir kavşak noktası olarak şekilleniyor.

Devletin burjuva partilerinin görevi halkı egemen sınıflar adına yönetmek. Parlamenter yönetim modelinde devlet, egemen sınıfların siyasi partileri ve hükümetleri, halkın onayını alarak yönetiyorlar. Diğer bir deyişle halk bunların yönetmeye hakkı olduğunu, çünkü yaşamın en temel gereksinimleri açısından beklentilerini karşılamaya devam ettiğini düşünüyor, oldukları yerde kalmaya devam etmelerine izin veriyor. Ekonomik krizde, egemen sınıf kaynakları kendi yaşamsal sorunlarının hizmetine vermeyi hızlandırdıkça, halkın beklentileriyle, hükümetlerin siyasi partilerin bu beklentilere cevap verme kapasitesi arasındaki çatlak hızla  açılarak, aşılamaz bir uçuruma dönüşüyor.  Yunanistan seçim (ve de daha az şiddetli bir tepki olarak Fransa seçimlerinin) sonuçları Avrupa’nın tam da bu noktada olduğunu açıkça gözler önüne serdi.

Seçimlerden önce yayımlanan  Uluslararası Çalışma Örgütü’nün Dünya Çalışma Raporu ve Avrupa Strateji ve Politika Analiz Sistemi’nin (ESPAS) yayımladığı “Küresel Eğilimler 2030 – Arabağlantılı ve Çok Merkezli Dünyada Vatandaşlar” başlıklı raporlar bu uçurumun derinleşmeye devam edeceğini söylüyorlar ama hiç bir çözüm üretemiyorlardı. İki önemli düzen örgütünün, çözüm üretmedeki  çaresizliğini, Financial Times, Wall Street Journal gibi uluslararası kapitalizmin kanaat önderi  gazetelerinde süren, “kemer sıkma çok ileri gitti, peki ne yapalım?” tartışmalarıyla birlikte düşününce, salt bir ekonomik krizle değil aynı zamanda bir yönetim modeli kriziyle de karşı karşıya olduğumuzu görebiliyoruz.

Bu gözlemden hareketle, “yönetenler artık eskisi gibi yönetemiyorlar” sonucuna ulaşmak gerçekçi olacaktır. Bu saptamanın karşısındaysa giderek “yönetilenler de artık eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar” saptaması şekilleniyor.

Yunanistan ve Fransa seçimlerine ek olarak, Almanya’da geçen hafta yapılan Kuzey Ren- Vestefalya seçimlerinin sonuçları da, seçmenin, düzenin merkez partilerinin dışında arayışlara, yeni seçenekler sunma iddiasındaki partilere yönelmeye başladığını gösteriyor. Yunan seçim sonuçlarının bu arayışın içerdiği potansiyelleri ortaya çıkarmaya başladığını düşünüyorum.

Yunanistan seçim sonuçlarına yakından bakınca...

Yunanistan seçim sonuçlarına bakınca ülkeyi 1974’den bu yana yöneten Yeni Demokrasi Partisi ve sosyal demokrat PASOK toplumsal desteğinin adeta buhar olduğunu, seçimlerin bu iki partiyi birlikte bir koalisyon hükümeti dahi kuramaz noktaya düşürdüğünü görüyoruz. Buna karşılık radikal sol koalisyon (Syriza), YDP’nin arkasından ikinci sıraya oturdu. Komünist Parti, eski, yerleşik ve 1989’un yükünü sırtında taşıyan bir parti olmasına karşın oyunu az da olsa arttırarak mecliste 21 iskemle alacak konuma ulaştı. Açıkça Faşist Politikaları savunan Altın Şafak partisi, önceki seçimlerde yüzde 0.25’ta kalan oylarını yüzde 8.8’e yükselterek beklenenin çok üstünde bir başarı elde etti.

Bu sonuçlar yeni bir hükümet kurmaya izin vermediğinden  erken seçimlerin gündeme gelmesi halinde, kamu oyu yoklamaları, halkını tavrını değiştirmeyeceğini, SYRIZA’nın oylarını yüzde 27’ye yükselterek birinci sıraya oturacağını, Yunan seçim yasası gereği birinci gelene verilen ek 50 iskemleyi alacağı anlaşılıyor. Bu koşullarda, yeni hükümeti kurma görevi ve yükü tüm ağırlığıyla SYRIZA’nın sırtına yıkılacak gibi görünüyor. Bu durumun ne anlama geleceğini daha iyi görebilmek için seçim sonuçlarına daha yakından bakmak gerekiyor.  Bunun yaparken,  Siyaset bilimleri dalında yardımcı Prof.  Vernerdakis’in “avgi.gr”de yayımlanan çözümlemelerinden yararlanacağım.

Seçim sonuçları, Cunta’dan bu yana geçerli olan iki partili sistemi yıktı. İşçi sınıfının yanı sıra geleneksel küçük burjuva ve orta sınıf seçmeninin önemli bir kısmının, iki düzen partisini terk ederek SYRIZA, KKE ve ANTARSYA gibi sol partilere Yeşillere yöneldiğini gösterdi. Bu genel eğilim içinde solun oyu iç savaştan bu yana ilk kez yüzde 30’a ulaştı.

Bu genel resme biraz daha yakından bakınca sol açısından çok daha ilginç ve umut verici bir eğilim, hatta bir “momentum” dikkat çekmeye başlıyor.

Vernerdakis’in oyların dağılımına ilişkin çözümlemeleri, Yunan sağının derin bir kriz içinde olduğunu ortaya koyuyor.  Bu partinin küçük burjuvazi, dükkancılar ve küçük-orta büyüklükteki mülk sahipleri arasındaki desteği bu kesimin toplam oylarının yüzde 9.6’sına, iş çevreleri ve işverenler arasındaki desteğiyse, ülke tarihinde bir düzen partisi açısından görülmemiş bir düzeye, yüzde 10’a düşmüş. YDP’ye yalnızca köylü kesiminin sadık kaldığı anlaşılıyormuş.

Bir diğer düzen partisi PASOK’un da  tüm geleneksel kaleleri bu seçimlerde çökmüş. Örneğin, bu partinin geleneksel tabanının en önemli kısmını oluşturan kamu sektörü işçilerinin oyları içindeki payı yüzde10,6’ya, özel sektör işçilerinin oyları içindeki payı yüzde 7.7’ye, işsizlerin oyları içindeki payı yüzde 4.4’e gerilemiş. PASOK’un serbest meslek sahipleri, tüccar ve zanaatkarların toplam oyu içindeki payı yüzde 6.8’e gerilemiş.

Sağ çökerken sol partilerin oyları özellikle emekçi kesimler arasında artmaya başlamış. Örneğin 40-45 yaş arası seçmenin toplam oyu içinde SYRIZA ve KKE’nin  toplam oyu (sırasıyla %25.1 ve %10.1) yüzde 35.1’e yükselmiş. SYRIZA ve KKE’nin özel sektör işçilerinin toplam oyu içindeki payı yüzde 30’a, daha düşük gelirli, “genel olarak işçi sınıfı”, arasındaysa yüzde 45’e yükselmiş. SYRIZA ve KKE’nini kamu sektörü çalışanlarının oyu içindeki payı yüzde 34’e bu kesimin en yoksul tabakasının oyu içindeki payı yüzde 52’ye ulaşmış. ANTARSYA’da eklenince bu oy oranının yüzde 55’e ulaşıyormuş.

İşçi sınıfı oyları arasında solun payındaki artışta, orta sınıf oylarında da YDP ve PASOK’la aynı düzeye yükselen, SYRIZA başı çekiyor olsa bile KKE’nin de işçi sınıfı oyları içindeki payını azımsanmayacak oranlarda arttırmış olduğu ANTARSYA’nın az da olsa kendine bu kesimler içinde bir yer bulduğu da bir gerçek.  

Erken seçimlere giderken

Daha önce de bir başka yerde vurguladığım gibi, bu seçimler önemli ama esas bir sonraki seçimler önemli olacak. Krizin ortasında, Avrupa’nın bir ülkesinde ne kadar küçük bir ülke olursa olsun bir radikal sol koalisyonun devlet aygıtını ve ekonomiyi yönetme noktasına erişmesi  egemen sınıflar açısından son derecede riskli senaryoları,  neredeyse bir yüzyıl sonra yeniden gündeme getirecek.
Bu nedenle seçimlere giderken, egemen sınıfların, kültür endüstrisinin, emperyalizmin uluslararası kurumlarının, hatta gizli örgütlerin tüm dikkatleri SYRIZA’nın ve genelde solun  olası bir zaferini engellemek, daha da önemlisi SYRIZA’yı tüm zaaflarından yararlanarak, soldan tecrit edip yalnızlaştırarak, düzenin programını kabul etmeye zorlamak üzerinde yoğunlaşacak. Bundan hiç kuşkum yok!

Aynı anda bu  gerici güçler,  SYRIZA’yı soldan tecrit etmek için solun ama KKE’nin olduğundan çok daha zayıf görünmesine, aldıkları sonuçları değersizleştirmeye çalışacaklar.

Bu noktada hem SYRIZA içindeki radikal kanada, hem de, hemen herkesten daha deneyli, ama ne yazık ki kimi zaaflara da sahip KKE’ye herkesten daha büyük bir görev ve özveri düşüyor. KKE’nin ve ANTARSYA’nın, daha fazla sağa kaymasını engellemek için SYRIZA’yı soldan deyim yerindeyse, yıpratmadan markaja almaları gerekiyor.  SYRIZA, bugün yükseldiği yerden bir ihanet noktasına düşerse, bunun getireceği umutsuzluk düş kırıklığı, yükselen momentumu kırarak, oyların daha da sola kaymasına değil, genelde sol dalganın çekilmeye başlamasına yol açacaktır. Tarih bize sol dalganın, bir moral bozukluğu ile geri çekilmeye başladığında, İtalya ve Almanya’da olduğu gibi Faşist hareketin yükseldiğini gösteriyor. Yükselen dalgadan korkan egemen sınıflar, solun bir daha uzun süre başını kaldıramayacak bir konuma itilmesi, hatta imha edilmesi, toplumsal muhalefetin ezilmesi için faşist partileri destekliyorlar.

Kaçınılmaz bir ikilem

Genel olarak şöyle bir ikilemle karşı karşıyayız:
 Kapitalizm seçimler yoluyla, reformlarla aşılamayacak kadar karmaşık bir üretim tarzı ve aynı karmaşıklıkta bir devlete sahip.  

Buna karşılık, tarihsel olarak çok ender olarak da olsa, kimi zaman genel seçimlerde hükümetin, solun bir kesimi, ya da genel bir cephenin eline geçme olasılığı ortaya çıkabiliyor.

Bu koşullarda sol halkın beklentileriyle, kapitalizmin sınıf egemenliğinin koyduğu sınırlar arasına sıkışıyor.  Hükümette olma durumu hızla ateşten bir gömleğe dönüşüyor. Peki o zaman ne yapmalı?
Ne yazık ki bu konuda tarihte başarılı deneylerimiz yok. Fransız Halk Cephesi’nin iflası, Allende Hükümeti’nin katledilmesi gibi  bir iki örnekten de bir şeyler edinmek çok zor. Ama, bunlara daha yakın zamanda yaşanan Breziya İşçi Partisi ilk dönem deneylerini, hala sürmekte olan Bolivya ve Venezüella deneyimlerini eklersek, imkansız değil.

Bu deneylerden, Halk Cephesi sırasında yaşanan Komüntern tartışmalarından, üç sonuç çıkarılabilir gibi geliyor bana.

Birincisi solun önüne gelen bu fırsatı yakalayarak, işçi sınıfına ve halka neler yapabileceğini göstermeye, işçi örgütlerine halkı da katarak, halkın gözlerinin önünde alınan kararlarla uygulamaya koymaya başlaması gerekiyor.  Solun bu fırsatı, olanağı, tüm zaaflarına ve içerdiği risklere karşın, reddetmeye hakkı olmadığını düşünüyorum.

Bu şeffaflaşma ve katılım sürecinin bir kaosa dönüşmemesi için solun, hızla ve elindeki fırsatın getirdiklerini, açılan olanakları abartmadan, geniş bir anlayış birliğine ulaşması gerekiyor. Kısacası, halktan yana açık, tümüyle şeffaf bir hükümetin icraatının ve mantığının nasıl burjuva hükümetlerden farklı olacağını, hem kendi ülkesinde hem de dünyada halklara gösterirken, halkın yaşamını iyileştirecek, sermayenin iktidarını sınırlayacak, kalelerini yıkacak reformları hızla uygulamaya koymaya ve ilerletmeye başlaması gerekiyor.

İkincisi, tüm bunları yaparken, bu sol hükümetin, Brezilya, Venezuella gibi Latin Amerika ülkelerinin de deneylerinden yararlanarak, halkın özellikle en yoksul kesimlerinin, etnik, ırkçı, cinsiyetçi ayrımcılıkla dışlanmışların yerel örgütlerinin oluşmasına yardımcı, hatta ön ayak olması, bu örgütlenmenin daha baştan işçi örgütleriyle ilişki içinde ilerlemesine yönelik kadro ve kaynak aktarımına başlaması gerekiyor.
Açılan olanakların abartılmamasından kast ettiğim şudur: Bu hükümet sola bir deney yaşama, yaratıcı kapasitesini gösterme olanağı açacaktır. Büyük olasılıkla bu deney daha bir süre bir sosyalist devrime dönüşmeyecek, burjuva sınıfı ve devleti içinde uzun, çok dikkatle yönetilmesi gerekecek bir “mevzi savaşına” açılacaktır.

Nihayet sol ittifakın hükümetinin halk sınıflarını hareket geçirmesi ve örgütlenmelerini geliştirmesi için bir neden daha var. Bu hükümet karşısında yalnızca yerel burjuva sınıfını, faşist partileri değil uluslararası kapitalist faşist gericiliği de bulacaktır. Bu basınçlara, saldırılara, sabotajlara karşı bu hükümetin yalnızca üç savunma noktası olacaktır diye düşünüyorum:

Birincisi, her şeyin halkın gözü önünde, uluslararası destek ve tartışmalara açık bir biçimde konuşulması, sermayenin gerçek yüzünü sergileyecek sırların açıklanması, halkçı kararların uygulanmaya konması.

İkincisi, yukarda değindiğim “mevzi savaşını” uluslararası komünist hareketin yeniden canlanmasını kolaylaştıracak biçimde, her türlü teorik siyasi kadro katkısına, mali katkıya açık biçimde uluslararası alanda da yürütmek, dünya halklarının bu hükümeti desteklemesini sağlamak.

Üçüncüsü bu hükümeti halkın örgütlenmiş kitleleriyle sarmalamak, ordudan, polisten uluslararası gericilikten, emperyalizmden gelecek saldırıların maliyetini dünya kamu oyu önünde taşınamaz kılmak.
Bence Yunanistan seçimleri tüm bu potansiyellere sahiptir. Oluşan momentum gelecek seçimlerde daha da hızlanabilir. Sol hareketin genel gelecek seçimlerde  dikkatini işçi sınıfı ve orta sınıflar içinde oylarını, birbiriyle rekabet ederek değil, hala iki düzen partisine ve faşistlere oy verenleri kazanarak arttırmaya çalışması, bu süreç boyunca da seçim sonrasında iş birliği yapmaya hazırlanması gerekiyor. Bugün en önemli üzerinde odaklanılması gereken konu oluşan momentumu korumak hatta güçlendirmeye çalışmak olacaktır diye düşünüyorum.

Thursday 10 May 2012

1 Mayıs '77 tartışmaları ve esas mesele 

(Sendika.org 10 Mayıs 2012 )

Hemen baştan söyleyeyim, yalnızca bu tartışma bağlamında değil uzun bir süredir, Türkiye’de anti-komünizmin koçbaşı olmaya çabalayan Halil Berktay’ın fantezileriyle tartışmaya niyetim yok. Bu konuda, 77 Mayıs olayı sırasında meydanda bulunan biri olarak, yaşadıklarımı anımsamak benim için yeterli. 

1 Mayıs 1977’de sol kendi arasında çatışmadı 

Benim anımsadığım da şudur. Mao’nun görüşlerinden etkilenen hareketlerdeki arkadaşların önündeki korteje paralel fotoğraf çekerek (gazeteci olduğumdan değil, çalıştığım grubun 1 Mayıs sonrasında çıkaracağı gazeteye malzeme toplamak için) yürüyordum. Tansiyon yüksekti. Bir kavga çıkma olasılığı vardı. Ama kavga çıkma olasılığı, katliam değil. Bu kortejin meydana girmesinin ardından meydan kapatıldı. ‘Maocu’ arkadaşlarla görevliler (DİSK ve TKP) arasında pazarlık, itiş kakış başladı. Ben o sırada Demokrat Kadın satmakta olan kız arkadaşımı bulmak için yoluma devam ederek Intercontinental’in önüne geldim. Sanırım itiş kakış yaklaşık 10 dakikadır belki de daha uzun bir süredir devam ediyordu. Tam arkadaşımı bulmuş ve son kareleri çekiyordum ki bir el silah sesi duydum. Sonra bir sessizlik oldu. Meydan paniğe filan kapılmamıştı. Arkasından bir ses bombası patladı ve mermiler her yerden üzerimize yağmaya başladı. Ortalık karıştı. İlk sersemliği atlatıp kız arkadaşımı yeniden aramaya başlayınca da meydandaki durumu görmeye şansım oldu. 

Bizim bulunduğumuz yerde Kurtuluş, Dev Yol, İGD grupları yan yanaydı. Bu grupların güvenlik görevlilerinin hepsinin yüzü, meydana değil otele dönüktü. Kimin nereden ateş ettiğini anlamaya çalışıyorlardı. Tam kız arkadaşımı bulmuştum ki, güvenlikle görevli arkadaşlar birden yere yatmak durumunda kaldılar. Biz de yattık. Çünkü nereden geldiği belli olmayan bir otomobil hızla meydana doğru ateş ederek otelin önünden geçiyordu. Meydan darmadağın olmuştu. Bir panzer şuursuzca meydanda dolaşıyordu. Yerlerde insanlar yatıyordu, ayakkabılar, pankartlar bezler dergiler gazeteler vb. her yere saçılmıştı. Meydandan hızla uzaklaşarak Kabataş’a yöneldik. 

Meydanda sol gruplar birbirlerine ateş açmadılar. Bize ateş açanın “başka bir şey” olduğunu hemen anlamıştık. Benim anımsadıkların bunlar. Daha sonra hemen, herkesin (Halkın Kurtuluşu ve Dev Yol’dan arkadaşlarım vardı) benzer şeyleri anımsadığını gördüm. 

Tartışmanın müstehcen çekirdeği: Korku

  Şimdi, bu tartışmada bence önemli olan, tartışmanın esas müstehcen çekirdeğini açık eden saptama üzerinde duracağım. Bu saptamayı Murat Belge’nin yazısında buldum. Belge, Türkiye’de anti-komünizmin amiral gemisi olmaya başlayan Taraf gazetesi’ndeki yazısında şöyle diyordu: 

“1977 1 Mayıs’ı bu solun ne kadar gayrı ciddi, güvenilmez, daha doğrusu korkulması gereken bir varlık olduğunu kanıtladı. Bir provokasyon varsa, onu hazırlayanların amacı da herhalde bunu kanıtlamaktı. Bütün o nefret dili, şiddet düşkünlüğü, dayatma kültürü oradaydı. Bunları üreten de MİT veya Emniyet veya Genelkurmay değildi. Sol, kendi kendine bunları üretmişti yıllardan beri.” 

Bu saptamada, Belge adeta “hayırlara vesile oldu” diyor olmasının ötesinde, tartışmanın müstehcen özünü de, “düşüncenin sefaletiyle” birlikte gözler önüne seriyor. 

Belge’ye göre Mayıs 1977’de önümüzde bütün “o nefret dili, şiddet düşkünlüğü, dayatma kültürü”yle “gayrı ciddi, güvenilmez, daha doğrusu korkulması gereken” bir sol vardı. Eğer bir provokasyon varsa (olduğunu kabul etmeye yanaşmıyor) bu provokasyon bu vahim durumu ortaya çıkartmış. Öyleyse, bu provokasyonun, o zamana kadar bilinçlere çıkmayan bir kötülüğü ortaya çıkardığına göre, belki de hayırlara vesile olmuş olabileceği sonucuna ulaşmak gerekmiyor mu? Burada derin bir ahlaki çürüme ile karşı karşıya kaldığımızı düşünemez miyiz? 

Şimdi tartışmanın “müstehcen çekirdeğine” ve “düşüncenin sefaleti” dediğim duruma bakalım. 

Önce solun “Bütün o nefret dili, şiddet düşkünlüğü, dayatma kültürü”nü “kendi kendine bunları üretmişti yıllardan beri”saptamasına bakalım. Ama önce şunu söylemek boynumuzun borcudur. Ben solun böyle bir kültüre sahip olmadığını, yalnızca, çok zor koşullarda çalışmaya çabalarken, bu ortama uygun, sert, tavizsiz, aynı zamanda son derecede ağır sonuçlara katlanmaya her zaman hazır olanların kaçınılmaz olarak edinecekleri tehlike algısından kaynaklanan kimi refleksleri geliştirmiş olduğunu biliyorum. 

İkincisi, tarihe kısaca bakınca, solun sözde “o nefret dili, şiddet düşkünlüğü, dayatma kültürü” denen şeyi kendi kendine ürettiğini ileri sürmek için en hafif tabiriyle kötü bir insan olmak gerekir. 

İsterseniz, Paris Komünü’nü, Belçika Genel Grevi’ni izleyen katliamı, Rosa ve arkadaşlarının katledilmesini, Endonezya katliamı gibi solun kıyımına ilişkin olaylara gitmeyelim de kendi tarihimizden başlayalım. 

Mustafa Suphi ve arkadaşlarını anımsıyor musunuz? Sabahattin Ali’yi, yazdıklarından söylediklerinden dolayı hapislerde çürüyenleri. Nazım’ı örneğin, Doktor Hikmet’i, her bir Mayıs’ta evlerinden toplanıp içeri atılanları, TKP ‘yi hedef alan kitlesel tutuklamaları, işkenceleri, dayakları, emniyetin camından düşerek ölenleri... 

Sonra “68 kuşağı”, tarihin bu kanlı sahnesine çıktı. Denizler’in, Mahirler’in, İbrahimler’in eylemlerine sıra gelmeden önce, üniversitenin önünde ilk kimin, kimi kurşunladığını anımsıyor musunuz? 

“68 Kuşağı” tarih sahnesine elinde silahlarla çıkmadı. Tarih sahnesine çıktığında yalnızca konuşmak, toplum hakkındaki düşüncelerini eleştirilerini topluma anlatmak istiyordu. 

Peki ne oldu? Olağan üstü bir önyargı ve tavizsiz, acımasız bir şiddetle, kontrgerillayla, faşist hareketin silahlı militanlarıyla karşılaştı. Tüm meşruiyet kapılarının yüzlerine kapandığını görenler, faşist bir devletin saldırıları altında oldukları sonucuna ulaştılarsa, onları çıkardıkları bu sonuçlardan dolayı kim suçlayabilir? 

Bu kuşak 12 Mart Darbesi’nden de yılmadı. Yeniden canlandı ve hızla kitleselleşti. Silah kullanmaya şiddete başvurmaya niyeti yoktu. Geçmişini değerlendiriyor, kitleselleşmeye, örgütlenmeye önem ve öncelik veriyordu. Kısa sürede, TKP, Dev Yol, Halkın Kuruluşu, Kurtuluş ve etraflarında irili ufaklı gruplarla birlikte, yüzbinlerce insana ulaşabilen, milyonlarca bildiri dağıtabilen, on binlerce (hepsi birden yüz binlerce demek gerekir) dergi, gazete satabilen bir sol hareket oluştu. 

Peki ne oldu ondan sonra? 12 Mart dalgası geçtikten hemen sonra öldürülen Kerim Yaman’ı, Merkez Bina işgalini, sabaha kadar yanan kamp ateşlerini, sabah 12’li sıralarla oluşan yürüyüş kolunun bir ucu hala Merkez Bina’dayken, öbür ucunun Sirkeci’de meydanı çoktan doldurmuş olduğunu, solun tüm akımlarıyla birlikte orada olduğunu, hiçbir olay çıkmadığını anımsıyor musunuz? Bu kadar büyük bir kalabalık bir günde nasıl oluşmuştu dersiniz? Biz oradaydık. Sahi siz neredeydiniz? Bunu anımsamakta yarar var az sonra gerekli olacak. 

Sonra, anımsıyor musunuz, kaçırılıp işkence yapıldıktan sonra Şile ormanına atılan, tüm grupların saygı duyduğu, aklın sesi, fedakarlık çalışkanlık örneği önemli bir önder olmaya aday Zeki Erginbay’ı, telle boğulan TİP’li arkadaşlarımızı, taranan kahvelerimizi, kurşunlanan grev çadırlarımızı? Sonu gelmez, şiddeti, vahşeti... Sürekli artan faşist saldırılara, işkencelere, cinayetlere rağmen sol gruplar bu ortamda tüm Türkiye’de, binlerce demokratik kitle örgütüyle, (ki bunlarda seçimler yapılır sert siyasi rekabetler yaşanırdı, bugünün “sivil toplum” örgütlerinden kıyaslanamayacak kadar daha çok toplumun içindeydiler, mali kaynakları ortadaydı, demokratiktiler) meslek örgütleriyle sendikalarıyla örgütlenmişlerdi. Dev Yolcu arkadaşlar, “Direniş Komiteleri” gibi öz yönetim araçlarıyla deneyler yapıyorlardı. Fatsa’yı anımsıyor musunuz? TKP DİSK içinde MESS direnişini solun tümünün de katılımıyla örgütlüyor, Halkın Kurtuluşu mahalle çalışmalarındaki etkinliğiyle dikkat çekiyordu. 

Kürt Sorununu önce kim gündeme getirdi dersiniz? Doktor Hikmet’in kitabını, Doğu Devrimci Kültür Ocakları’nı, 1970’ler boyunca dağıtılan bildirileri, alanlara hakim olan “anti şoven” sloganları, “ana dilde özgürlük” sloganlarını, Kürt sorununun jeopolitiği üzerine, sonu gelmez tartışmaları anımsıyor musunuz? “Sömürgedir”, “hayır değildir”, “yok iç sömürgedir”, “birlikte mi örgütlenelim ayrı mı?” “seksiyon kursak olur mu?”... 

Bu kısa anımsama bana üç şey söylüyor: 

Birincisi, “sol” diye geçiştirilen şey, üç beş kişi değildi. Her şeyi doğru yapmadı ve sonunda bunun bedelini ödedi. Bu sol, bu toprakların tarihinin ve uluslararası kamplaşmaların etkisi altında şekillenmiş bir toplumsal olaydı. Toplumsal olaylara“gayrı ciddi, güvenilmez” ya da “nefret dili, şiddet düşkünlüğü, dayatma kültürü” gibi laubali suçlamalarla “antropomorfize” ederek yaklaşılamaz (insanmış gibi ele alınamaz). Toplumsal olaylar, nesnel süreçler olarak çözümlenir ve anlaşılmaya çalışılır. 

Ama toplumsal olaylara “korkulması gereken bir varlık” olarak bakılabilir. Deyim yerindeyse “zurnanın zırt dediği” yer de burasıdır. Bu toplumsal olay (sol ve kitlesi) ve temsil ettiği toplumsal muhalefet, egemen sınıflar açısından gündeme getirdiği tehditlerle korku verici olmuştu. Bu olaya baştan katılan entelijansiyanın içinden bir kısmı zaman içinde, daha sonra, bu olayın siyasi sonuçlarını, getirdiği risklerin ayırdına varınca korkmuş, kabuslar görmeye başlamıştı. 

Bu kesim 12 Eylül Darbesi’yle hemen rahatladı, kültür endüstrisine katılarak, 1970’lerin anılarını silme sürecini başlattı. Aynı anda da demokratikleşiyoruz havalarında, birer yararlı salak olarak Müslüman entelijensiyanın toplumda meşruiyet kazanmasının zeminini inşa etmeye girişti. 

İkincisi, bu sol şiddete meraklı bir sol değildi, dövüldükçe, katledildikçe, siyasi ortamda riskler sürekli arttırıldıkça, kendisine açık kalan tek yolu kabul etmek zorunda kaldı. 

Üçüncüsü, size gelince, yaşınız ve engin bilginiz, o dönemdeki saygınlığınız, o zamanlar “o sola”, bizlere yön verecek, başka bir yolu kurabilecek konumda olduğunuzu gösteriyor. Ancak siz neredeydiniz? Gencecik, sizin yarınız kadar okumamış, hatta yabancı dil bilmeyen (birisi bunun önemini vurgulamıştı) “çocuklar” görkemli bir sol yarattılar da neden kimse sizi dinlemedi? Yoksa söyleyecek bir şeyiniz mi yoktu? Yoksa, o çocuklar canla başla, cesaret ve büyük özveriye çalışırken sizi yanlarında göremedikleri için mi dinlemediler? Kendi suskunluğunuzun iktidarsızlığınızın ve bugün Komünizmle mücadeleyi iş edinmişlerin saflarına katılmış olmanızın faturasını sol’a çıkartmaya kalkmayınız. 

İki nefret nesnesi...

“Bir Mayıs 77” tartışması üzerine burada söylemek istediklerimi artık bitirdim, ama bir ek yapmak istiyorum. 

“İç ve dış dinamikler çakıştıktan” böylece AKP yükselmeye başladıktan bu yana “Yeni Türkiye”, “Değişim” vb., olarak sunulan sürecin içinde iki nefret nesnesi, iki “olayı” tarihten, toplumsal hafızadan silme çabaları dikkat çekiyor. 

Bunlardan birincisi, çökmüş Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazlarının üzerinde, emperyalizmin iradesine karşı, ondan kurtarabildiği topraklar üzerinde modernist, laik bir “ulusal proje” inşa etme sürecini başlatan 1923 olayı, diğer bir deyimle “burjuva devrimi” ve devleti kurma girişimidir. 

İkincisi, hem emperyalizme hem kapitalizme aynı anda başkaldıran ve ülkeyi sarsmayı başaran 1968 kuşağı, 1970’ler “olayı” ve onun öznesi Türkiye soludur. 

Bu iki “olay”ın anıları, deneyimleri, kazanımları toplumsal hafızadan silinmek isteniyor. Burada amaç, emperyalizme, kapitalizme karşı olmayan, siyaseti, emperyalizmin ve kapitalizmin paranteze aldığı bir toplumda yapacak –hele dinci olursa daha da iyi – “evcilleştirilmiş”, tüketim ve gösteri toplumu tarafından teslim alınmış kuşaklar yaratmaktır. 

Türkiye toplumsal formasyonunun insanını, esas olarak 1923 “olayı” ardından gelen, modernist, laik, burjuva, ama baskıcı rejimler (burjuva devrimin, demokratik olması gerekmez, kapitalizmi geliştirmesi, iktidarı kapitalist sınıflara vermesi, kapitalist bir devlet kurması yeter) ve daha sonra bu rejimlere başkaldıran 1968 kuşağı ve 1970’ler “olayı” yaratmıştır. Bu iki “olay”ın sadakatlerinin silinmesi, ortaya son derecede plastik, kimliğini dayandırdığı referans noktalarını kaybetmiş, toplumsal mühendisliğe dirençsiz bir toplum çıkaracaktır. 

Bugün. “ulusal projeye” sadık kuşak savaşı kaybetmiş, adeta yok olma sürecine girmiş görünüyor. Sosyalist projeye ve 1970’lere sadık kuşak, son iki Bir Mayıs gösterilerinin, Anayasa oylamasında solu “evet ama yetmez” saçmalığına katma çabalarının, 1 Mayıs’ta 40 kişilik (daha sonra sosyalist olmadığını özenle vurgulamaya dikkat eden) bir grubun adeta meydanın ruhunu belirler konuma yükseltilmeye kalkılmasının gösterdiği gibi, sosyalist sol, daha doğrusu komünist hareket, “marjinal sıfatı bile yetersiz kalabilir” ifadelerine karşın, giderek büyüyen bir tehlike olarak algılanmaktadır. Bu saldırılarla, bu hareketin kendi gücünün, potansiyellerinin ayırdına varması, anılarına, tarihine yeniden kavuşması engellenmek istenmektedir. Bu unutturma, engelleme başarılı olamadığı için de Halil Berktay’ın hezeyanlarına, Belge’nin sergilediği “düşüncenin sefaletine” benzer saçmalıklar daha sık ortaya dökülmektedir.