Thursday 28 June 2012

Kriz, kadın ve AKP dönemi

(28 Haziran 2012- Sendika.org)

“İstanbul Sarıyer’de 21 Mart gecesi tecavüze uğrayan kadın,
tecavüzcüsünü ısırdı diye 2.5 yılla yargılanıyor”

AKP döneminin ilk yedi yılında kadın cinayetleri yüzde 1400 artmış. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in açıkladığı verilere göre 2002’de 66 olan kadın cinayeti sayısı, 2009’un ilk yedi ayında 953 yükselmiş.

İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’nin gerçekleştirdiği daha güncel bir araştırmada, durumun daha da ağırlaştığı, 2005-2011 yılları arasında 4190 kadının erkekler tarafından öldürüldüğü ve 3074 kadının tecavüze uğradığı, 2011 yılının ilk 8 ayında ise 143 kadın öldürülürken 76 kadının cana kastedilen saldırılarda yaralandığı, bunun dışında 2011’in ilk 8 ayında 82 tecavüz vakasının mahkemelere intikal ettiği saptanıyor. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün ‘Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’ kadınların yüzde 42’sinin fiziksel ve cinsel şiddete uğradığını, bu şiddet olaylarının yüzde 49.9’unun yoksul kesim kadınlarında yoğunlaştığını gösteriyor.

Kadını hedef alan bir genel saldırı panoramasına içinde, hatta merkezinde Başbakanın “Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”, “en az üç çocuk istiyorum” açıklamaları, "Sorunun odağında kim var? Kadın var. Kardeşim sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır. Tahrik ettikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değildir” mantığı, bu mantığa bağlı olarak “Tecavüze uğrayan kadın tecavüzcüsüyle evlensin, yargının iş yükü hafiflesin” yüzsüzlüğü, kürtaj hakkını hedef alan saldırılar sezaryen tartışmaları, hamilelik testlerini kayda geçirme çabaları, üretken olmayan cinsel ilişki biçimlerini yasaklayan kararlar var.

Tüm bu açıklamalar ve kararlar, bedenin kontrolünü, kamusal alana özgürce katılma hakkını kadının elinden almayı amaçlarken, artan şiddetin kadını terörize ederek, yıldırarak direniş kapasitesini kırarak eve kapatmayı hedeflediği kolayca söylenebilir. Ancak kadına yönelik bu saldırıların AKP döneminde hızlanmasına yol açan dinamiklerin de açıklanması gerekiyor.

En kolay ve kestirme açıklama, AKP kadrolarının ideolojik yapılarına, dinci geleneklerine göndermeyle yapılabilir. Ancak bu açıklama “Ama nüfusunun yüzde 99 Müslüman olan bir ülke Türkiye, neden böyle bir artış daha önce görülmedi de şimdi ortaya çıkıyor?” sorusu karşısında daha ilk elde zorlanmaya başlar.

Bence bu açıklamada, belirleyici dinamiği genel olarak kapitalizmin krizinin, ama özel olarak Türkiye kapitalizminin 1990’ların sonunda patlak veren mali krizinin içinde aramak gerekiyor. AKP bu ikinci krizin bir ürünü olarak ama, birinci krizi yönetmek amacıyla geliştirilen neo-liberal politikaları uygulamaya devam etmek üzere iktidara gelmedi mi? Bu dinamiklere, AKP ile birlikte AKP yönetimindeki devlete dayanarak yükselen yeni bir kapitalist sınıf kesiminin gereksinimlerini de eklemeye başladık mı bence kadına yönelik bu saldırı dalgasını açıklayacak zemine ulaşabiliriz.

Ancak bunu yapabilmek için, bir kaç adım geri çekilerek, kapitalizmin ortaya çıkışıyla kadına yönelik baskının aldığı biçimler arasındaki ilişkiyi anımsamamız, bu arada kapitalizme ilişkin kimi fantezileri de yıkmayı göze almamız gerekiyor.

Tam da bu konular üzerinde düşünmeye başladığım sırada (aslında bu mücadeleye yeni katılmaya başlayan genç bir kadının, kızımın getirip önüme koymasıyla) elime geçen bir çalışma [1 ], bana çok yardımcı oldu. Yazının bundan sonraki bölümünde, AKP döneminde, kadına yönelik şiddetteki ani artış üzerinde düşünmeye, bu çalışmanın bulguları ve savları eşliğinde devam edeceğim.

Bir karşı devrim olarak kapitalizm
Silvia Federici’nin çalışmasının en çarpıcı yanını, kapitalizmin kadınları ve emeği özgürleştiren bir üretim tarzı değil, aksine çoktan başlamış olan bir isyanın özgürleşme sürecini bastıran bir gelişme olduğuna ilişkin sav, bu savı desteklemek için sunulan tarihsel malzeme oluşturuyor.

Federici’nin çalışması öncelikle feodalizmin uzun krizi sırasında, sertleşen sınıf mücadelelerine, çoğuna kadınların liderlik ettiği, ya da geniş bir biçimde katıldığı “komünist”, “proto-komünist”, din karşıtı halkçı köylü/proleter hareketlerin ortaya çıktığı döneme odaklanıyor. Federici’nın savına, bulgularına göre, kilise, aristokrasi ve tüccar sınıflarının, bu isyanları bastırmak, serveti, ayrıcalıkları korumak, birikimini yeniden düzenlemek için başlattıkları atılımlar içinden, kapitalizm, bu isyanları bastıran, üretimi ve servet birikimini yeni bir biçimde örgütleyen bir karşı devrim olarak doğuyor. Bu anlamda kapitalizm ve burjuva toplumu, belki feodal üretim tarzına, siyasi yapısına ve egemen ideolojisine göre bir “ilerleme”yi temsil ediyor ama, şekillenme süreci feodalizme, mülkiyete karşı yükselen kitlesel isyanları, kadın özgürlüğü, cinsel özgürlük dalgasını, ortaklaşmacı, eşitlikçi ve sömürüsüz bir yaşam kurma çabalarını bastıran bir “karşı devrim” işlevi görüyor.

Kilise, aristokrasi ve tüccar sınıfları bu devrimci dalgaya, Marx’ın ilkel birikim olarak tanımladığı süreci başlatarak cevap veriyorlar. Bir tarafta servet birikiyor, öbür taraftan işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan proleter kitleleri... Servet üretim araçlarını sağlayacak ve bunları ücret ilişkisi içinde emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan üreticilerle birleştirecek... Bu süreçte, kapitalizm Marx’ın deyimiyle, başından ayağına her tarafından her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak ortaya çıkacak.

Gerçekten de, bu ilkel birikimin bir yanında sömürgeciliğin, köleciliğin, soykırımın, ırkçılığın, öbür yanında da kadınlara yönelik son derecede vahşi bir saldırıyla eril toplumun, kapitalizmin gereksinimlerine göre restorasyonunun, yeniden örgütlenmesinin yer aldığı görülüyor. Bizi bu yazıda daha çok ikincisi ilgilendiriyor.

Proleterleşme, cinsel disiplin, kadın düşmanlığı
Feodalizme karşı giderek yoğunlaşan isyanlara dönersek, bunlardan yaklaşık bir yüz yıl önce vebanın nüfusun üçte birini yok eden etkisini de göz önüne alarak, Federici, feodal egemen sınıfların ve tüccarların emek kıtlığı, yükselen ücretler, düşen fiyatlar gibi sorunlarla karşı karşıya kaldıklarını, o zamanlar “heretic” (“halk bu kadar yoksul ve açken kilise neden bu kadar zengin” sorusuyla kiliseyi hedef alarak başlayan hareketler) olarak nitelenen isyanlarla boğuşmakta olduğuna dikkat çekiyor.

Egemen sınıflar bir taraftan bu isyanları bastırmaya çalışıyorlar, diğer taraftan ücretleri düşürmenin, aynı anda da nüfusu arttırmanın yollarını arıyorlar. Kamusal mülk olan toprakların çevrilerek özelleştirilmesi, nüfusu gittikçe artan bir mülksüzler tabakası yaratıyor. Ama mülksüz kalanların çalışma koşullarını kabul etmek yerine işi isyana, serseriliğe, eşkıyalığa vurmaları beklenen sonuçları vermiyor.

Bu aşamada giderek devreye bir taraftan proletarya sınıfına karşı aşırı bir şiddet, diğer taraftan yeni nüfus ve beden denetleme politikaları giriyor. Her ikisi de öncelikle kadını hedef alıyor, hem proletarya sınıfını bölmek hem de emekçi sınıfların biyolojik üretimini garanti altına almak için... Birincisi, egemen sınıfların temsilcileri, zaten tarihsel, dini kökleri olan kadın düşmanlığını körüklüyor, erkeğin sisteme olan tepkisini egemen sınıflara yönelik öfkesini kadına yönlendiriyor, kadına yönelik şiddeti, hatta tecavüzü, özellikle halk sınıflarının kadınları söz konusu olduğunda meşrulaştırmaya, hoş görmeye, zaman zaman da bizzat savaşlarda, pogromlarda, zorunlu evliliklerde örgütlemeye başlıyor. Böylece sermaye birikirken proletarya içindeki bölünmüşlükler de artmaya başlıyor.

İkincisi, kadının cinselliği, buna bağlı özgürlükleri, bedeni, hızla disiplin altına alınmaya çalışılıyor; konuşan, itiraz eden, küfür eden, çocuk doğurmayı reddeden, bir araya gelerek dedikodu yapan kadın, sorgulamada ağlamayan kadın, işkenceden idama kadar uzanan cezalarla sonuçlanan cadı mahkemelerinde yargılanıyor. Cezalandırılanlar, halkın izlemeye zorlandığı gösterilerde uzun uzun işkenceye tabi tutuluyor, işkencede ölmediyse çoğu kez yakılarak, öldürülüyor. Bu süreçte kadınlar terörize ediliyor, birbirlerine ihanet etmeye teşvik ediliyor, kadınlar eve kapatılarak toplu davranışları, ortak kültür üretim süreçleri bastırılıyor, kocalar karılarını yargıçlara kendi elleriyle teslim ediyor. Özellikle ilginç olan şu ki, bu “cadılar” esas olarak dinci değil seküler mahkemelerde yargılanıyorlar. Federici, engizisyon geleneğinin yaygın olduğu ülkelerde dinci mahkemelerin de devreye girdiğini, burası önemli, ancak bu mahkemelerden, seküler burjuva mahkemelerine göre daha az idam ve işkence kararı çıktığına işaret ediyor.

Kadınların cinselliğinin hedef alınmasının, proleter erkekler arasında kadın düşmanlığının körüklenmesinin arkasında, sınıfı bölmek, erkeğin gazını almak, emeğin yeniden üretimini, bir ücret ödemeden kadının üzerine yıkmak gibi beklentilerin yanı sıra, kadın cinselliğinin erkek üzerinde bir iktidar aracı olmasından kaynaklanan bir korku ve bir çaresizlik de var.

Yeni kapitalist sınıf her şeyi üretebiliyor ama bir şeyi, yeni işçiler kuşağını üretemiyor. Bunun için kadının bedeni ve rızası, ücreti ödenmeyen ev emeği gerekiyor. Bu korku ve gereksinimlerden hareketle de bize hiç yabancı gelmeyen yasalar gündeme gelmeye başlıyor.

Yeni kapitalist egemen sınıfın organik entelektüelleri, bir taraftan ulusun gücünü nüfus artışına bağlarken, diğer taraftan, akıl/beden ayrımını canlandırarak, açlık, cinsel arzu gibi duyguları bedenin denetlenmesi gereken sorunları olarak tanımlayan söylemleri geliştirmeye başlıyorlar. Bu süreçte, kadının, çocuğun ve sömürge halkının cinselliğine, gizemli, müstehcen hayvani özellikler atfeden bir söylem de gelişiyor.

Bir taraftan tecavüze yaklaşım yumuşatılır, erkeğin kadının bedenine ulaşması kolaylaştırılırken, diğer taraftan kadınların kürtaj yapması, doğum kontrolü, evlilik dışı cinsel ilişki ölümle cezalandırılabilecek suçlar arasına katılıyor. Çocuk yapmaya yönelik olmayan hazları yaratan cinsel ilişkileri, anal/oral seksi, eşcinselliği, evlilik dışı cinsel ilişkiyi, hatta içki içmeyi, çıplaklığı şiddetle cezalandıran yasalar çıkarılıyor. Kapitalist sınıf bu dönemde, meyhaneleri, eğlence yerlerini, panayırları, kısacası halkın bir araya geldiği mekanları kapatmaya, etkinlikleri de yasaklamaya çalışıyor.

Sonuç yerine
AKP dönemi uygulamalarıyla, feodalizmin krizi içinde yükselmeye başlayan yeni kapitalist sınıfın gündeme getirmeye başladığı uygulamalar arasındaki benzerlikleri vurgulayabildiğimi umuyorum.

Bu benzerliklere bir de şuradan yaklaşabilirim sanıyorum: 1960’lerin sonu, 1970’ler kapitalizmin yeni başlamakta olan uzun yapısal krizi içinde yalnızca sınıf mücadelelerinin keskinleştiği değil, kadınların haklar ve özgürlükler mücadelesinin, feminist hareketin ve teorilerin canlandığı yıllar oldu. Komünist hareket bu mücadeleyle ikircikli de olsa bir ilişki geliştirmeye, toplumda erkekler tavırlarını çok yavaş, çok sınırlı da olsa değiştirmeye başladı. Kadınların özgürleşme mücadelelerinde uzun bir süreden sonra yeniden tarihsel kazanımlar gündeme gelmeye başladı. Daha sonra 1980’lerde sendikal harekete olduğu kadar feminist harekete karşı da bir saldırı gelişmeye başladı. Bu karşı saldırı, bir taraftan, hazlara dayalı bir beden estetiği, tüketim tarzının belirleyici unsuru olarak, finansallaşmayla birlikte gelişirken, diğer taraftan postmodernizmin, kültür endüstrisinin katkılarıyla, yükselen yeni muhafazakarlığın, neo-liberalizmin aile değerlerine dönüş propagandasının da öncülüğünde ilerledi.

Türkiye, 1980’lerden sonra, kadın bedenine ulaşmayı kolaylaştıran eril bir cinselliğin, tüketimi teşvik eden bir haz ekonomisinin, “tüketim tarzının” etkisi altına girdi. 1990’ların başında ve sonunda yaşanan mali krizler egemen sermayenin yönetim kapasitesini, temsilcileriyle ve entelektüelleriyle birlikte adeta çökertti. Bu kriz içinde hem bir yeni kapitalist sınıf fraksiyonu hem de yeni bir entelijansiya, hegemonya kurmaya ilişkin yeni bir tarihsel blok inşa etmeye başladılar.

AKP ve hem onu destekleyen, hem de onun sunduğu olanaklar sayesinde yükselmeye başlayan “yeni” kapitalist fraksiyon da krizin etkilerinden, finansal dinamiklerinden bağımsız bir kesim değildi. Birikim yapabilmek, ayakta kalabilmek için dünya pazarında rekabet etmek zorunda olduğunu biliyordu. Bu rekabette gücünü arttırabilmek için bu kesimin, devlet kaynaklarını kullanmaya ilişkin yeni bir kaynak dağılımı sistemine, düşük ücret düzeyine, beden denetim rejimine gereksinimi vardı. Bu kesimin gereksinimlerinin bu bağlamda feodalizmin krizi sırasında yükselmeye başlayan sınıfınkilere benzemesi bir rastlantı değil: Bir üretim tarzı krizi, servet birikimini hızlandırma, bunun içinde emekçi sınıfları denetim altına alma gereksinimi [2 ]. Kapitalizm gelişirken nasıl proleterleşme aynı anda, eril toplumun iktidar ve baskı ilişkilerinin yeniden güçlendirilmesi kadının baskı altına alınmasını, eve kapatılmasını getirmişse, yine bir kriz ve yükselen sınıf aynı dinamikleri harekete geçiriyor.

Bu bağlamda “kadın sorunu” ve kurtuluş mücadelesi ister istemez sınıf mücadelesinin bir tarzı, bir alanı (alt kümesi değil, tarzı ve alanı) olarak karşımıza çıkıyor.

Notlar:
(1) Silvia Federici, Caliban and the Witch – Women The Body and Primitive Accumulation, Autunomedia, 2004/2009 New York

(2) Depreme dayanıklı evler bağlamında hazırlanan imar yasasına, yeni rant alanları yaratmaya ilişkin bir “çevirme” projesi olarak bakılabilir mi acaba?

Thursday 21 June 2012

Kürt “Sorunu” ve mağaranın duvarındaki gölgeler

(21 Haziran 2012- Sol.org.tr)

Yine bir çatışma, yine çok sayıda ölü. Adeta kıyma makinesine atılmış bir genç kuşağın bir türlü sonu gelmeyen trajedisini izliyoruz. Bu da yetmiyormuş gibi, adeta yaraya tuz basar gibi, durumu açıklamak için ortaya atılan saçmalıklara katlanmak durumundayız. Bu trajedinin her dönemecinde havayı kirleten bu metan gazı kokulu saçmalıklarla bu trajedinin bir türlü sonunun gelememesi arasında yakın bir nedensellik ilişkisi var.

Alper Birdal, 19 Haziran yazısında, bu saçmalıkları çok güzel özetledi. Okurken aklıma Platon’un mağara allegorisi geldi. Bu, açıklama olarak karşımıza gelen saçmalıklar mağaranın duvarındaki gölgelere benziyor. Ama mağaradakilerin sırtı mağaranın ağzına, ışığa dönük olduğu için bunların neyin gölgeleri olduğu, bir türlü belli olmuyor. Arada sırada birileri kendilerini bu durumda kalmaya zorlayan zincirleri kırıp da dışarı çıktıklarında, ilk anda gözleri kamaşsa da gölgelerin gerçek kaynağı hakkında bir bilgiye sahip oluyorlar. Geri dönüp de öğrendiklerini mağaradakilere anlatmaya çalıştıklarındaysa, başlarına gelmedik kalmıyor…

Gölgelere dönersek, Alper’in verdiği örneklere bir tane de ben eklemek istiyorum.

Ali Bayramoğlu Yeni Şafak’ta ağlaşıyor, tam yeniden “az da olsa çözüm umudu belirmişken” karakol saldırısı ve 8 can. Birincisi, 30’a yakın insan öldüğüne göre, geri kalanlar “can” değil mi? Taraflardan birine, “can” nitelemesini çok gören, onları insan dışı bir şeymiş gibi algılayan kafanın “çözüm umudu” kavramını kullanmasının ne anlamı olabilir acaba? İkincisi, ne anlama geldiği belirsiz “çözüm umuduna” yol açan gelişmelere bakar mısınız: CHP'nin çıkışı, AK Parti'nin yumuşayan yaklaşımı, Talabani'nin girişimleri, Leyla Zana'nın açıklamaları, Kandil'in yeni vurgularıyla…

Bunlardan en ilginci “Kandil’in yeni vurguları” olabilirdi ama aktarıldığı kadarıyla burada, “bu işi ben de anlamadım, kontrol edemedim” türünden bir şey var. İktidar, irade, çözüm kapasitesi değil bize aktarılan, aktarılmak istenen. Bir iktidarsızlık ve şaşkınlık görüntüsü yansıyor mağaranın duvarına…

Diğer umut kaynaklarına gelince, gölgelerden de bir şey anlamak olanaklı değil. Kim ne zaman yumuşadı? Zana, Erdoğan çözer darken ne kast ediyor? Talabani, hangi beklentiyle bu işin içinde?

Mağaranın dışına çıkarak, gözlerin kamaşmasını, hatta kör olmayı göze alarak ışığa bakmakta yarar var. Ortada dolaşan şeylerin üzerine yansıyan bu ışık bu gölgeleri oluşturuyor çünkü. Işık olmasa bu gölgeler de olmayacak değil mi?

Peki nasıl çıkacağız diye soracak olursak, çıkışın yolunu Alper’in yazısının son paragrafında bulabiliriz.

“Yoksa bu noktaya oluk oluk kan akmaya devam ederken, akılları, meselenin aslında ne kadar basit, ne kadar sınıfsal olduğundan uzaklara taşıyarak kör dehlizlerde kaybetmeye niyetli bir zevatın ayak oyunları nedeniyle mi geldik?” (abç)

Burada, Platon’un, duvara yansıyan şeylerin, asılları olduğunu düşündüğü “form”lar, “idealar” ya da realiteyi anlığımızda tutabilmemize olanak veren evrensel kategoriler kavramını, materyalist bir okumaya tabi tutarsak, “Peki bu kavramlar, bu realite içinde nasıl ortaya çıkıyor?” Sorusunu sorarak “düzeltirsek”, bu kavramların bu realite içinde ortaya çıkmasına olanak veren “ışığı” da, Alper’in tartışmanın içine katmaya davet ettiği “sınıf mücadelesinin” enerjisi olarak düşünebiliriz. Bu gölgelerin ve kategorileri, bu ışığın (varlığın-maddenin) titreşim ve devinimleri yaratıyor. Öyleyse, biz de bu tuhaf “açıklamaları”, Kürt sorununda karşımıza gelmeye başlayan olguları, sınıf mücadelesinin dinamikleri (titreşimleri ve devinimleri) üretiyor diyebiliriz pekala.

Bu devimim ve titreşimlere daha yakından bakmadan önce, mağaranın duvarındaki gölgelerin, sunulan saçmalıklar karmaşasını oluşturan resimlerin arasındaki boşluklarda, şekillendiğini düşünmeye başladığım bir söyleme, anlatıya, öyküye, senaryoya (artık neyse) dikkat çekmek istiyorum.

Bu öykü, ya da kıvrımları açılmakta olan anlatı, her aşamada, doğru yanlış, iktidarın ortağı olduğu varsayılan “Cemaat” denen bir şeye işaret ediyor. Bu olgunun ayrıntılarına girmeyeceğim, MİT başkanının hedef alınmasından bu yana gelişen, Başbakan-Cemaat tartışması olarak aktarılan şeyin içinde karşımıza gelenleri hem kronolojik sırayla, hem de kurulan nedensellikler zincirini izleyerek düşünmek yeterli.

Bu Cemaat bazen açıktan suçlanıyor, bazen de dolaylı, bazen de onun yerine konan temsili şeylere (polis, yargıçlar) göndermeyle, bazen de kurgulanan anlatının dışında bırakılarak, anılması gereken yerde anılmayarak, “zımnen” suçlanıyor.

Örneğin Yeni Şafak yazarı, az da olsa çözüm umudunun oluşmasına yol açan ortamın unsurlarını sayarken, “iktidarın ortağı” olduğu varsayılan, defalarca iddia edilen, polis ve yargı içindeki gücünden söz edilen “Cemaat” denen şeyi resmin dışında bırakıyor. Böylece, bu suskunluk yoluyla aslında ona, “umuda yol aşan şeyin dışında, onun karşıtı olarak” işaret etmiş oluyor, adını ağzına almadan.

Daha önce de Fehmi Koru, “MİT tartışmasıyla başlayan ve değiştirilmek istenen iki yasa maddesiyle yeniden tırmanan süreçte o‘çevre’nin takındığı tavrı fazla uzağında durmadığım ‘Hizmet’in bugüne kadar izlediği yöntemle bağdaştıramıyorum...”... “Şimdilerde yürütülen kampanyayı ‘Cemaat’ sahneye koymuş olamayacağına göre, bunu yapan ‘çevre’hangi‘ çevre’dir acaba?” diye soruyordu. Böylece Cemaati yakından tanıyan bir “bilen”, hükümetle Cemaat arasında yaşandığı sorunlara, Kürt sorununda çözümün önüne konulduğu varsayılan taşlara ilişkin bunlar benim bildiğim cemaatin işi olamaz diyor, “cemaati kayırır gibi görünürken, adeta “cemaat içinde cemaat” var, bu bünye içinde yabancı bir yapılanma var imasında bulunuyor. Böylece de, “Siyasal İslam” içinde, Cemaat’e ve duruşuna olan güvene (görüş ayrılıklarından öte) bir gölge düşürüyor. “İpler kimin elinde?” demeye getiriyor. Bu Cemaat’e, “diyalogcular” gibi isimler de takan bu çevrede, “ip” söz konusu olunca, akla Yahudiler, Hristiyanlar, CİA gibi canavarlar geldiğinden, mesaj da yerine doğru yola çıkmış oluyor.

Şimdi, gözlerimizi, mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin aralarındaki boşluklardan, karanlıktan uzaklaştırarak, dışarıya, aydınlığa, sınıf mücadelesinin devinim ve titreşimlerine çevirelim. Burada da kesin bir şeyler görmek pek olanaklı değil ama, daha anlamlı bilgiler bulacağız gibi geliyor bana.
AKP döneminde, devlet fonları, nüfuz ilişkiler yoluyla, yerel yönetimlerin de katkısıyla, savaşın yarattığı ucuz işgücü deposundan, taşeronlaşma gibi süper sömürü yöntemlerinden de yararlanan, bir metalaşma, yerel pazarların derinleşerek dış pazarlara bağlanma sürecinin hızlandığını, uluslararası sermayenin de bölgeye yerli ortaklar edinerek, en azından kredi vererek, mülk edinme yoluyla girmekte olduğunu biliyoruz. Irak Kürdistanı’nda yaşanan hızlı kapitalistleşme süreci de buna eklenince, Kürt bölgelerinde çok katmanlı bir kapitalist sınıf şekillenmesinin, feodal ağaları da kapitalist ilişkilere bağlayarak, dönüştürerek yaşandığını kolaylıkla söyleyebiliriz.

Bu çok katmanlı sınıf şekillenmesinin bir yüzünde AKP bürokrasisi ve seçkinleriyle arasında adeta bir bağımlılık ilişkisi de oluşturan sermaye sınıfları öbür yanında emekçi sınıflar var. Kürt toplumu içinde hızlanan, seçimlerde ve referandumda farklı siyasi tavırlarda da kendini açığa vuran bu sınıf ayrışmasının Kürt siyasi hareketine yansıyarak ayrışmalara yol açmaya başlaması kaçınılmaz.

Bu ayrışmada kapitalist sınıflar ve temsilcileri, AKP- Barzani eksenine yanaşarak, sorunun kendi talepleri, projeleri çerçevesinde kalarak çözülmesini, ya da ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Kabaca söylemek gerekirse, Kürt halkı üzerindeki “hegemonya” ilişkilerini, uluslararası sermaye ile, Türkiye içindeki, bölgedeki ilişkilerini, bölge jeopolitiğinin efendileriyle bağlarını sağlama alan bir çözüm bu.
Siyasetin içindeki egemenlik ve bağımlılık sınırlarını, “konuşulabilen ve anlamlandırılabilenlerin” sınırı oluşturur. Aristotales’in vurguladığı gibi “köle efendisinin dilini konuşabilir ama asla ona sahip olamaz”. Bu yüzden “hegemonya” sorunsalı bağlamında, dil sorununun, toprak mülkiyeti (ulusal sorun her zaman öncelikle toprak sorunudur), bireysel özgürlükler, emekçilerin (eğitim, sağlık, konut, barınma vb.) hakları gibi hak taleplerinin üzerinden aşarak hızla öne çıkması da doğaldır. Ancak bu öne çıkış, belli bir sınıf tercihinin de ifadesidir.

Diğer taraftan, Kürt sorunu içinde Kürt emekçilerinin, yoksul ve topraksız köylülerinin, kentli küçük burjuvazinin, Türkiye proletaryasının özgürlük sorunlarıyla da bir çok noktada kesişen ama onu aşan, bir dil sorununa indirgenemeyecek, kapitalist sınıfların hak talepleriyle sınırlandırılamayacak talepler vardır. Bunlar kimilerinin “doğuştan gelen haklar” dediği (burjuva bireyin üzerinden tanımlanan insan hakları) şeylerle de sınırlanamaz, onlara indirgenemez.

Bu sınıf çıkarları, farklılıkları, hızla Kürt siyasi hareketini basınç altına alıyor, liderliğini seçim yapmaya, ayrışmaya zorluyor. Kısacası, Kürt siyasi hareketi de, her “ulusal talepli” hareketin bir aşamada kaçınılmaz olarak gelip dayanacağı “patrici - pleb”, (varsıllar ve yoksullar; sömürenler sömürülenler, konuşanlar ve konuşmak isteyenler, siyaseti yapanlar ve yapmak isteyenler, uzlaşmaz sınıflar) çelişkisine gelip dayanmıştır.

Bu, ne yazık ki, yönetilmesi, özellikle “kuruluş”, “çözüm” aşamalarında yönetilmesi son derecede zor, ölümcül bir çelişkidir. Çünkü bu çelişki, “hangi sınıf kazanacak?”- “hangi sınıf yönetecek?” sorularına cevap arayan hareketin arkasındaki çelişkidir.

Bugün, kapitalist sınıf şekillenmesinin gündeminde, BDP’nin bu hegemonya projesi bağlamında araçsallaştırılması, silahlı iradenin/aparatın tasfiyesi ve artık bölgede düzenin kurulması vardır.
Zana’nın çıkışıyla, BDP’nin bu bağlamda yaşamakta olduğu sancılar daha da ağırlaşmıştır. Belki de dağdakiler bu süreci en azından sezmeye başlamış, belki de bu yüzden, dağda olmanın tüm psikolojik ağırlığıyla da kendi başlarına davranmaya başlamışlardır.

Ben bu spekülatif düşüncelerden ve mantıksal denklemlerden sonra, bu sancıların daha da ağırlaşacağını, “beklenmedik” olayların sayısının artacağını, “bilenlerin”, ya olanları gerçekten anlayamadıkları için, ya da, bu ayrışma sürecinin bilinçlere çıkmasını engellemeye yönelik bir sınıf içgüdüsüyle saçmalamaya, parazit yapmaya, suyu bulandırmaya devam edeceklerini düşünüyorum

Saturday 16 June 2012

Tarih olarak bugün

(14 Haziran 2012 -Sendika.org)
Çarşamba akşamı, haberleri izlemek için televizyonu açtığımda karşıma yaz sıcağında kar başlığı giymiş, el yapımı olduğu çok belli bazuka benzeri bir şeylerle, polise rokete benzer bir şeyler atarak savaşan kalabalık bir grup insan çıkınca çok şaşırdım. “Ne oluyor, Irak mı, Suriye mi?” diye dikkat kesilince durumu kavradım. İspanyol maden işçileri, neoliberal kemer sıkma programlarını, toplumsal yardımlarda planlanan kesintileri, işten çıkartmaları protesto ederken müdahale eden polise cevap veriyorlardı. Gerçekten de, “ilginç zamanlarda” yaşıyoruz. Adeta zaman kırıldı, tarih yapılmayı bekliyor diye düşündüm. 

Bu düşünceden hareketle şu sonuca ulaştım: Sosyalist/komünist hareket strateji ve taktiklerini planlarken, her şeyden öncebugün tarihsel olarak çok özel bir dönüm noktasında olduğumuzun ayırtına varılması gerekiyor. 

Sosyalist/komünist hareket deyinde de ister istemez, tek bir ülkeyi değil dünya tarihsel hareketin parçası olarak ulusal coğrafyalarda mücadele eden grup, örgüt ve partileri düşünüyorum. 

Bu açıdan bakınca da, karşıma, bu grup, örgüt ve partilerin önündeki en önemli görev (taktik adım) “otuz yıldır izlenenörgüt inşa etme çabalarına hız vermek mi, yoksa, momentin özelliklerine uygun, yeni, hatta belki de daha önce denenmemiş mücadele biçimleri geliştirmeye çalışmak mı olmalıdır?” sorusu geliyor. 

“... sürdürülemez bir gelecek bekliyor...” 
Önce bu “çok özel bir dönüm noktası” olarak nitelediğim momentin üzerinde kısaca duracağım. Bu konuda geçmişte, “küreselleşmeden sonra”, “restorasyon dönemi bitiyor”, “kriz yönetme rejimi tükendi” gibi kavramlar bağlamında epey konuştuğum için bu kez sözü düzenin organik entelektüellerine bırakmak, bu momenti onların ağzından anlatmak istiyorum. 

IMF başkanı Christine Lagarde’a göre bizi “sürdürülemez bir gelecek” bekliyor. Çünkü, Lagarde, dünyanın “aynı anda üç krizle karşı karşıya olduğuna” inanıyor. Lagarde bu üç krizi şöyle sıralıyor: İnsanların gelirleri düşüyor. Çevre koşullarına verilen zarar artmaya devam ediyor. Toplumsal karışıklıklar artmaya devam ediyor (The Guardian, 12/06/2012). 

Dünyada halen 200 milyondan fazla insan işsiz, 75 milyon genç emek piyasasına girmeye çalışıyor. ABD hane halkının gelir düzeyi hızla düşerek 40 yıl öncesine geri dönmüş. Dünya ekonomisi dört yıldır, 1930’lardan bu yana, en sert mali krizini yaşıyor, çıkacak gibi de görünmüyor. Avrupa ekonomileri, negatif ekonomik büyüme, iki haneli işsizlik oranları, batık devlet bütçeleri, yıkılmak üzere banka sistemiyle derin bir depresyonda. Bu sırada Avrupa işçi sınıfı, giderek artan oranda orta sınıflar, mali sermaye adına krizi yönetmeye çalışan Avrupa Merkez Bankası, IMF ve Brüksel Troika’sının dayattığı neoliberal kemer sıkma önlemlerine itiraz ediyorlar, işgal hareketiyle, grevlerle, protesto eylemleriyle, seçimlerde verdikleri oylarla bu itirazlarını birçok biçimde dile getiriyorlar. 

Bu sürdürülemez geleceğin önemli bir boyutu daha var. O da uluslararası siyasi dengelerle, daha doğrusu gittikçe belirginleşen kutuplaşmalarla ilgili. Bu konuda lafı daha fazla uzatmadan, Suriye-İran bağlamında gündeme gelen senaryolara, bakmak yeterli. Askeri müdahaleyi çabuklaştırmak, ya da muhalefetin daha fazla gelişmesini önlemek için karşılıklı tezgahlanan katliamlar devam ediyor. Arap Emirlikleri isyancılara silah yardımı yapıyor. Rusya rejime saldırı helikopterleri veriyor. İran bir müdahale olursa ben de misilleme yaparım diyor. 

Rusya, Çin, İran- Hizbullah bir yanda, ABD-Arap Emirlikleri- Siyasal İslam- Türkiye ekseni öbür yanda, dişinden tırnağına kadar silahlı, silahlanmaya devam eden, nükleer silahlara da sahip kamplar karşı karşıya siyasi diplomatik manevralar yapıyorlar. 

“Bu kez Avrupa gerçekten bir eşikte” 
Bu iklim ister istemez bir başka karanlık dönemi anımsatıyor. Düzenin iki önde gelen entelektüeli, tarihçi Nial Fergusan ve ekonomist Nouriel Rubini’ye göre, “Avrupa Birliği 1930’larınkine benzer bir felaketin tekrarlanmasını önlemek için yaratılmıştı, ancak şimdi, öncelikle Almanya gereken dersi almamış görünüyor” (Der Spiegel 12/06/2012). 

Bu iki yazara göre 1931’e kadar Büyük Bunalım’ın, ABD kaynaklı birinci raundu yaşanmıştı. Ondan sonra 1931’de Avrupa banka kriziyle birlikte Büyük Bunalım’ın ikinci raundu başladı, 1933 yılında da demokrasi öldü, altı yıl sonra başlayan savaşta da, 6 milyonu Yahudi soykırımında olmak üzere 60 milyondan fazla insan öldü. 

Ferguson ve Rubini, hadi bankerler 1931 tarihini anımsamıyorlar, 1939’da ne olduğunu da mı anımsamıyorlar diyorlar. 

Yazarlar, bugünkü banka kriziyle, 1931’de başlayan banka kriz arasındaki çarpıcı benzerlikleri aktararak devam ediyor, banka mevduatlarına Avrupa çapında garanti vermek, borçları bir merkezde toplamak, mali işlemlere vergi koymak gibi bir seri, neo-liberal paketlerle uyuşmayan, önlem öneriyorlar. 

Buna karşılık bankaların en büyük korkusu, tam da bu tür önlemlerle karşı karşıya kalmak. Otuz yıldır, “serbest piyasadan başka yol yok” varsayımıyla yetişmiş bir kuşak, mali sermayeden başka bir kesiminin çıkarını anlayamıyor. 

Düzenin entelektüelleriyse, gereken önlemler alınamazsa daha da artacak olan ekonomik ve siyasi gerginliklerin geçmişte nelere yol açtığını anımsıyor, benzer tehlikelerin ufukta olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. En çok korku yaratan gelişmeler de Yunanistan’da SYRİZA’nın ve tüm Avrupa'da genel olarak solun yükselmesiyle canlanan anti kapitalist muhalefet. 

Council on Foreign Relations’un (malum CFR) yayın organı Foreign Affaires’de yayımlanan Stathis N. Kalyvas imzalı “Greece Votes Himsel in the Foot” (Yunanistan kendini oyla ayağından vurdu) başlıklı yazıda bu korkuyu tüm boyutlarıyla görmek olanaklı. Yazara göre 17 Haziran seçimleri yalnızca Yunanistan’ın değil tüm II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa projesinin kaderini belirleyecek. 

Yazar “nasıl oldu da bir grup deneyimsiz, şaşkın radikal ve neo-komünist entelektüel, 37 yaşında ve öğrenci eylemcisi eskisi Çipras’ın liderliğinde, kendilerini Yunanistan’ın siyasi güç yapısının en üstüne çıkarabildiler?” diye soruyor. 

Yazara göre "Çipras hükümeti kurarsa Yunanistan’ın ekonomik, toplumsal yapısı, kamu düzeni alt üst olacak, hükümet maaşları verecek para bulamayacak" falan filan... Kısacası, yazar açıkça söylemiyor ama, şu noktaya ulaşmaya olanak verecek mantıksal senaryoyu çiziyor: Bu olağan üstü duruma uygun olağan üstü önlemler gerekebilir. Yani, bu ekonomi, toplum, devlet, bu ne idüğü belirsiz kaçıkların eline bırakılır mı? 

Bir “tarihsel blok” dağılırken... 
Lenin “yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek istemediği” bir durum olarak tanımlayabilirdi yukarda, kabaca özetlediğim görüntüyü. Bu görüntüye bir başka yaklaşımı da Gramsci’nin “tarihsel blok” kavramından yararlanarak geliştirebiliriz. 

Yaklaşık 30 yıl önce, dünya ekonomisinde, sermayenin etkinliklerini sınırlayan her türlü toplumsal denetim ve mutabakat kurallarını, kurumlarını kaldırmayı amaçlayan, yaşamın düzenlenmesinde tek seçeneğin serbest piyasa modeli olduğuna ilişkin, 19. yüzyılın vahşi kapitalizmini özleyen bir yaklaşımı egemen kılacak bir “restorasyon” projesi başladı. Kapitalizmin uluslararası kurumları, üniversiteleri (epistemik toplulukları) bu projeyi gerçekleştirmeye, buna uygun olmayan her türlü varsayımı toplumsal söylemden silmeye giriştiler. Orta sınıflar, sendika bürokrasisi kısa sürede bu projeye teslim oldu, işçi sınıfı da önceki dönemin anılarını, bu restorasyona direnme araçlarını, kurumlarını giderek kaybetti. 

Böylece, neoliberal bir hegemonya ve sermaye sınıfı söz konusu olduğunda, mali sermaye- medya kompleksi liderliğinde, serbest piyasa pratiği, organik entelektüellerin işlevi, orta sınıfların da katılımıyla bir “tarihsel blok” oluştu. Bu tarihsel blok gerek küreselleşme düzeyinde, gerekse de ülkeler düzeyinde “reformlar” süreci bağlamında egemen oldu. 

Bu “tarihsel blok”un 2007 mali kriziyle iç istikrarını kaybetmeye, 2011’den bu yana da AB mali krizinin, derinleşirken tüm dünya mali mimarisini tehdit etmeye başlamasıyla, dağılma sürecine girdiğini görüyoruz. Bu dağılma süreci, farklı ekonomik siyasi coğrafyalarda farklı hızlarda ilerliyor ama, ilerlediği kesin. 

Birincisi, mali sermaye, bankacılar üzerinden adeta krizin günah keçisi olmuş durumda. Neo-liberal hegemonya (kriz yönetim modeli ve ideolojisi) artık toplumsal muhalefet karşısında kendini koruyamıyor, artık bu hegemonya, tarihsel bloku oluşturan kesimler tarafından da sorgulanıyor. Sermayenin diğer kesimleri, muhalefetin şiddetini kendi üzerlerinden mali sermayeye yansıtarak, korunma refleksi geliştirmeye başlıyorlar. Buna bağlı olarak organik entelektüeller, krizi sermayenin yalnızca bir kesimini muhalefetin hedefine koyacak, genelini kayıracak söylemleri arıyorlar. Bu tarihsel blokun toplumsal desteğini oluşturan orta sınıflar, ülkelere göre değişen hızlarda neoliberal modele karşı tutum almaya başlıyorlar. Daha önce de vurguladığım gibi bu tarihsel bloku restore edebilmek açısından, bu orta sınıfların yeniden kazanılması sermaye için büyük önem kazanıyor. Burada çok sert, özellikle sağ- popülist (anti finans kapital, yabancı düşmanı, ırkçı, milliyetçi otoriter) seçenekler devreye girmeye başlıyor. 

Ben bu gözlemlerden şu sonuçları çıkıyorum: Hem verili hegemonya düzeni sarsılırken, hem de tarihsel blok iç uyumunu ve destek sınıflarını kaybederek dağılmaya başlarken, emekçi sınıflarda uzun yıllardır görülmeyen bir siyasallaşma (henüz büyük ölçüde reformist de olsa), hareketlilik, örgütlenme eğilimi ortaya çıkıyor. Böylece sosyalist/komünist hareket açısından, bir karşıt hegemonya oluşturmak, bir “tarihsel blok” kurma projesine başlamak için bir “fırsat penceresi” açılıyor. 

Bu tarihsel blok kurma projesi bence emekçi sınıflarla, kapitalizmin verili halinden (serbest piyasa modelinden) hoşnutsuz kesimleri buluşturmayı amaçlamalı. Bunu başarabilmek için de, bu buluşmayı kuracak söylemi, işbirliği, örgütlenme biçimlerini geliştirmek, bir anlamda kapitalizme karşı nefreti, bu nefreti ifade edecek kolektif eylemi taşıyacak toplumsal hareketi inşa etmeyi amaçlamak gerekiyor. 

Bu tarihsel blok projesinin, bu bağlamda hemen her zaman başlangıçta, ilk aşamasında ortaya çıkacak olan, emperyalizme ve kapitalizme karşı (ırkçılığı ve milliyetçiliği kesinlikle dışlaması koşuluyla) sol popülist, reformist reflekslerden korkmamak bunların potansiyellerini değerlendirmeyi amaçlamak gerekiyor. Ya da şöyle koyabiliriz sorunu: Eğer popülizmi kuran ana söylem ulusalcılık, din, ırkçılık değil de kapitalizm karşıtlığıysa, bir anti kapitalist tarihsel blok ve proletarya hegemonyası bağlamında bunun potansiyellerinden yararlanmadan, içinden siyasi bir süreç olarak geçmeden, üzerinden atlayarak ilerlemeye çalışmak yalnızca boş bir çaba olmayacak, aynı zamanda büyük bir olanağı ziyan etmek anlamına gelecektir. 

Örgüt ve iktidar 
“Tarihsel blok” her zaman siyasi ve ekonomik iktidara ilişkin bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. 

Bunun kurulmasındaysa sosyalist/komünist hareket açısından en önemli yapıntının örgüt/parti olduğu kuşku götürmez. 

Siyasal iktidar öncelikle devlette, onun ideolojik aygıtlarında ifadesini buluyor. Ekonomik iktidar ise, üretim, bölüşüm ilişkilerinin (mülkiyetin) özgün biçimlerine dayanıyor. 

Bu açıdan bakınca, tarihsel blok kurma sürecini yönetmeye çalışan sosyalist/komünist hareketin devletin organlarına ve devletin ideolojik aygıtlarına ulaşmaya başlaması, yürütme, yasama organlarına el atacak düzeye gelmesi, tarihsel blok oluşturma sürecini hızlandıracak yönde yasa yapıcı, bu yasaları uygulamaya koyucu olanaklar elde etmesi büyük önem kazanıyor. 

Bu açıdan bir noktada eğer gündeme gelmişse, seçimleri kazanmak, hükümeti kurmak sosyalist/komünist hareket açısından, tarihsel blok’un inşası sürecinde, türlü olanakları gündeme getirebilecek bir fırsat olarak karşımıza çıkıyor. 

Kapitalist devleti az çok bilen birisi, hükümeti kurmanın, bu tarihsel bloku oluşturmaya yetmeyeceğini kolaylıkla görebilir. Ama bu hükümetin, siyasi gücün dağılımı alanlarında, ekonomik iktidar alanında uygulamaya koyacağı dönüştürücü yasalar, alacağı önlemler, bunları destekleyen, bunlar sayesinde güçlenerek büyüyen kitle hareketi ilerledikçe, ilerlerken kendi yönetim organlarını, alternatif yaşam alanlarını ve biçimlerini oluşturdukça tarihsel blok’un oluşumu süreci de ilerlemeye devam edecek. 

Burada tarihsel blok inşa etmeyi, ilerleyen, gelişen ve giderek dönüşecek olan bir süreç olarak düşündüğümü vurgulamak isterim. Bu süreç, sürekli bir ideolojik, siyasi mücadeleyi, sınıflar arası ittifakları, enternasyonal dayanışmayı, kendini koruma ve yönetme organlarını, kapitalizme paralel yaşam ve yönetim kurumlarını bulmayı, kurmayı, bu bağlamda sık sık deneme yanılma yoluna da başvurmayı, en çok da kendiliğinden kitle hareketinin yaratıcılığına, inisiyatifinegüvenmeyi gerektirecektir diye düşünüyorum. 

Kendiliğinden kitle hareketinin yaratıcılığına ve inisiyatifine güvenmek, bundan yararlanabilmek içinse en önemli, olmazsa olmaz koşul, bu yararlanma olgusuna açık, hazır ve uygun yapılara sahip sosyalist/komünist hareketlerin varlığıdır. 

Bu noktada, “otuz yıldır izlenen örgüt inşa etme çabalarına hız vermek mi, yoksa, momentin özelliklerine uygun, yeni, hatta belki de daha önce denenmemiş mücadele biçimleri geliştirmeye çalışmak mı olmalıdır?” sorusuna geri dönebilirim sanıyorum. 

Öncelikle, bu sorunun kesin, dogmatik bir cevabı olamayacağını vurgulamak isterim. Bugün Yunanistan’da, gelişkin örgütlere sahip bir solun hükümete gelme olasılığının gündemde olduğu bir momentte, belki de özellikle ve öncelikle “tarihsel blok” oluşturma projesine odaklanmak gerekiyor olabilir. 

Buna karşılık, böyle bir hükümete ulaşma olasılığının gündemde olmadığı ülkelerde, tarihsel blok inşa etme - örgüt/parti inşa etme süreçlerini, diyalektik bir biçimde, kimi ara düzeylerin yardımıyla ilerleyecek bir süreç olarak düşünmek gerekli olabilir. 

Blok inşa etme süreci işçi hareketini birleştirmeye ve orta sınıf muhalefetiyle (destek sınıflarıyla) buluşturmaya ilişkin bir süreç iken örgütlenme, tek tek üye kazanarak büyümekle değil işçi sınıfının (bir kesiminin) siyasi temsilcisi, onunla arasında temsil ilişkisini bir iddia olarak değil, fiziki (mücadele aracı) ve kültürel olarak kurmakla ilgili olmak durumundadır. Öyle ya örgüt sınıfın içinde inşa edilmiyorsa nerede, hangi tabakalar içinde inşa ediliyor olacaktır acaba? 

Diğer taraftan, örgüt kurma sürecinde, yalnızca siyasi geleneğin değil, işçi sınıfının da parçalı olmasından kaynaklanan bir çok merkezlilik durumu söz konusudur. Bu gerçeklik göz önüne alınmadan, “yönetilecek bir sorun” olarak üzerinde düşünülmeden, örgüt inşa etme süreciyle “tarihsel blok” oluşturma süreci arasındaki ilişkiyi kurmak mümkün olabilir mi? 

Bu da bizi, çok merkezli örgüt inşa süreçlerinin, hem sınıfı birleştirme hem de sınıfla “orta sınıflar” arasındaki bağı kurma amacının birleştirilmesi sorununa getiriyor ister istemez: Kendi örgüt inşa projelerini terk etmeden, örgüt inşa etmekte olan diğer yapılarla birlikte davranmanın, tarihsel blok kurma amacına uygun eşgüdümü oluşturmaya uygun, cephe, kampanya, koordinasyon komitesi, sendikal platformlar ve daha önce hiç düşünülememiş başka ara biçimleri yaratmanın yollarını bulmak gerekiyor. 

Kapitalizmin tarihi içinde 80-100 yılda bir gelen çok özel bir momentte bulunuyoruz. Kapitalizm, yeni bir yapılanmaya geçmeye başlamadan önceki dağılma sürecini yaşıyor. Bu kapitalizmin en kırılgan, egemen sınıfların öz güveninin, ideolojik hegemonyalarının en zayıf, iktidarlarının en istikrarsız olduğu dönemdir. Aynı zamanda yeni şekillenme başlamadan önce, müdahale ederek tarihin okunu başka bir yöne çevirme olanaklarının da oluşmaya başladığı bir dönem. Karşı hegemonya atılımlarının, kapitalist sınıfların dışında bir “tarihsel blok” kurmanın yollarını aramanın zamanıdır. Bu sınırlı bir zamandır, açılan olanaklar penceresi, savaşlar, darbeler, faşist, sağ popülist, dinci hareketlerle kısa sürede, 80-100 yıl için bir siyasi, ekolojik kabusa yol açarak kapanabilir.