Thursday 26 July 2012

Kadını suçlamanın formülü

(Sendika.org, 26/07/2012)

ile içi şiddetten tecavüz olaylarına kadar kadına yönelik saldırılarda “sen de kışkırtmasaydın” diyerek suçu, saldırgandan alıp kurbanın üzerine atma uygulamalarını, erkek egemen toplumun iktidar ilişkilerinin bir sonucu olarak görmek olanaklı. Ama, arkasındaki mantığa ve kültüre daha yakından bakmak da ilginç olabilir. Bakarken, her durumda erkeği aklamayı, kadını suçlamayı çok kolaylaştıran bir formüle rastladığımızı düşünüyorum.

Tuhaf bir “düalizm”
“Ulemaya soralım” anlayışının bir yansıması olarak Zaman gazetesi, Doç. Dr. Mustafa Varol'la ramazan iklimini konuşmuş. Bu konuşmanın bir aşamasında Varol şöyle diyor: "Oruçlu iken ağzımızı, dilimizi, gözümüzü, kalbimizi tutmak zorundayız. Dil kötü söz söylemeyecek, el harama uzanmayacak, göz harama bakmayacak. Kısaca, orucun sevabını alabilmek için bütün organlar kendini tutacak" sonra “medyanın yaptığı işlerle başkalarının gözüne, kulağına ve gönlüne yasak ve haram fiilleri sunarak, günaha da sebep" (sol.org’dan aktarıyorum) olabileceğini eklemiş.

Doç.Dr. Varol’un saptamalarında, bireyle organlarını birbirinden ayıran, her ikisine de iradi kapasite yükleyen bir “düalizm” görülüyor. Hem birey “bütün organlarını” bu arada “kalbini” tutacak. Hem de “bütün organlar kendini tutacak”.
Bu ayrım bir açıdan “ruh/akıl/bilinç/vicdan ve beden” ayrımına uygun gibi görünürken, her ikisinin de bütünlüklerini bozan, hem bedeni hem de “ruhu” parçalayan bir bölünmeye dayanıyor. Bir taraftan beden organlar üzerindeki kontrolünü, bütünlüğünü kaybetmiş bir biyolojik nesneler yığını olarak karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan, ruh/akıl/bilinç/vicdan, organların iradesinde bir başka “ruh/akıl/bilinç/vicdan” la karşılaşıyor.

Bu bölünmelerden sonra geride “eylemlerinden sorumlu tutulacak bir bedenin ve bireyin kalıp kalmayacağı tartışma konusu olur mu?” diye düşünürken, Varol’un bu kısa paragraftaki saptamaları karşımıza bir sorun daha çıkarıyor.

Varol’un aktardığım saptamasına göre bireyin organları onun denetiminin hem içindedir hem de dışında. Bireyin “ruhu”, organın “ruhu”yla karşı karşıyadır. Dolayısıyla bir eylemi bireyin mi, yoksa ondan bağımsız olarak organın mı yaptığı, bu eylemin sonuçlarından kimin ve neyin sorumlu olduğunu saptama işi içinden çıkılmaz bir karışıklığa dönüşüyor.

Eylemden organları tutmakla sorumlu ruh/akıl/bilinç/vicdan mı sorumludur, yoksa organın kendisini tutmakla sorumlu ruhu/akılı/bilinci/vicdanı mı? Bu sorumluluk bedenin sorumluluğu olarak görülebilir mi? Görülürse, söz konusu eylemin sonuçları, bedenin mi sorumluluk alanına girer yoksa ilgili organın mı?

Ama merak etmeyin, kaygılanmayın, bu içinden çıkılmaz sorular, Varol’un “medyanın yaptığı işlerle başkalarının gözüne, kulağına ve gönlüne yasak ve haram fiilleri sunarak, günaha da sebep" olabileceğini ilişkin saptamasıyla bir anda ortadan kalkıyor, sorumlu olanı saptamak çok kolaylaşıyor.

Çünkü organlarını tutmakla sorumlu birey, kendini tutmakla sorumlu organlar, bir “yasak ve haramla karşılaştıklarında”, bu sorumluluk hemen, haramı, yasağı sunan bireyin veya kurumun üzerine transfer oluyor. “Günaha sebep olan şey” olarak karşımıza, yasak ve haram fiili sunan birey veya kurum çıkıyor. Böylece, “sunan” suçlu oluyor, alan, ya da sunulduğu yanılsamasına kapılarak, almaya kalkan verilmeyince de düş kırıklığı ile şiddete başvuracak olan değil.

İşte bu mantık kolaylıkla tecavüze uğrayan, şiddete maruz kalan kadını suçlamaya yol açabiliyor. Birincisi organlar, bedenin dış dünyadan aldığı elektrik, optik kimyasal uyarıcıların taşıyıcıları değil, beden karşısında bir bağımsızlığa sahip parçalardır. Bu taşınan uyarıcılar, ruh/akıl/bilinç/vicdan yoluyla, bir simgesel sistem içinde bir araya konarak (örneğin bir arzu nesnesi, fantezi vb... olarak) anlamlandırılmıyorlar, organda anlamlarını kazanıyorlar. Burada da ruh/akıl/bilinç/vicdan organ karşısında bir bağımsızlığa (sorumsuzluğa) kavuşuyor.

Hakkı verilmeyen bir sadakat sorunu
Tüm bu bölünmelerin, getirdikleri sorunların yanı sıra, üstelik sanırım bunlardan çok daha önemli bir korkudan ve anksiyeteden kaynaklanan başka bir sorunla karşı karşıyayız. Bu inancının hakkını verememekten kaynaklanan anksiyetedir, inancına tümüyle sadık olamamakla yüzleşme korkusudur.

“Haram”ın ve “yasak”ın ne olduğunu bilen birey, inancına gerçekten sadık ise, bu bireyin ruhu/aklı/bilinci/vicdanı, bedenine, hiçbir bölünmeye izin vermeden tümüyle hakim olacak, zaaflarına bahane bulmayacak çünkü bu zaafı göstermeyecektir; kim hangi yasağı ve haramı sunarsa sunsun etkilenmeyecektir.

Örneğin, inancından kuşkusu olmayan kişi, ramazan günü oruçluyken, önüne dünyanın en kışkırtıcı yemekleri ve bedenleri konsa bile, o bu kışkırtmaları dingin bir ilgisizlikle, iç huzuruyla karşılayacaktır. Bu dingin ilgisizlik ve iç huzuru, kışkırtanlara öfkeyle değil, bir gün cehennemde yanacaklarını bilmeyen zavallılar oldukları için acımayla, hatta kurtarılmaları gereken ruhlar olarak, pedagojik bir şefkatle yaklaşacaktır.

Ama belli ki ortada, yasak ve günah karşısına geldiğinde vereceği tepkiden emin olmayan, inancına sadakatine kuşku duyan ruhlar var. Dahası bunlar, ne inanç eksikliğinin sonuçlarına ne de eylemlerinin sonuçlarına, inandıkların iddia ettikleri tanrının öteki kullarına verdikleri zararın, neden oldukları acıların sonuçlarına katlanmak istemiyorlar. Bunlar inanç görüntüsünü zulüm için bahane olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Bunu “durumu” aklamak kolay bir iş olmadığından da ortaya karmakarışık mantıklar, felsefe bilmeceleri çıkıyor.
İlginçtir bu formül her zaman kadını kurban etmek için kullanılıyor. Ben bugüne kadar bir erkeğin kadınları kışkırtmakla suçlandığını duymadım. Evlilik dışında ilişki kuran bir kadının, “ama organlarım”... “bu adam da beni tahrik etti”. “Ben öyle kendi halimde yaşayıp gidiyordum, geldi bana haram ve yasak sundu, organım da kendisine yüklenen görev gereği kendini tutamadı, suç onda. O beni tahrik etmeseydi bunlar da olmazdı” diyerek kurtulmaya çalıştığını da.

Thursday 5 July 2012

Birlik, “Birleşik Merkez”, Direnmek, “Üçüncü fırsat”

(Perşembe, 5 Temmuz 2012- Sol.org)

Geçen ay ÖDP, TKP ve Halkevleri kongreleri, içinde bulunduğumuz ülke ve dünya koşullarını kapsayan zengin tartışmalara sahne olarak başarıyla gerçekleşti. Türkiye Komünist hareketinin geleneğinin Mao Zedung düşüncesinden etkilenmiş olanların dışında kalan kesimine damgasını vuran vurmaya da devam eden bu akımların konferansları öncesinde ve sonrasında, yayımlanan, birlik, birlikte mücadele, direnmenin, yeni bir “kendiliğinden kabarma dönemine” hazırlanmanın önemi üzerine yorumlar, gündemin en can alıcı konusunda ortak bir duyarlılığa işaret ediyordu. Pazartesi günü Kartal’da yapılan miting bu duyarlılığın pratikteki ifadesi oldu. Bunlar bence, geleceğe ilişkin önemli, umut verici gelişmeler.

Diğer taraftan bu süreci izlerken bende, birlik, birlikte davranma, direniş sorununa ilişkin, üç yapının temsilcilerinin konuşmalarında, yazılarında öne çıkan vurgular arasında ilginç bir farklılaşma çekti dikkatimi. İlginç, çünkü bu farklı vurguların birbirini dışlamadığını aksine, tamamladığını, bu farklılıkları ortak bir “paradigma” altında birleştirmenin olanaklı olduğunu düşündüm. Bu ortak “paradigma” bence “karşıt hegemonya-tarihsel blok” oluşturma paradigmasıdır.

Birbirini tamamlayan yaklaşımlar,
ÖDP 7. Kongresi’nde konuşan Genel Başkan Alper Taş, "Türkiye'yi yeniden kurmak için birleşik bir mücadele, devrimci merkez ve devrimci bir harekete ihtiyaç var" diyor. Taş’a göre "En geniş kesimleri antiemperyalist, antikapitalist bir eksende kapsayabilecek bir politik tutuma, birleşik mücadeleye ihtiyacımız vardır. Birleşik bir merkez, birleşik bir hareket yaratmaya ihtiyacımız vardır. Bu hareket mevcut devrimci özneler kadar, değişik toplumsal inisiyatifleri ve işte 1 Mayıs'larda açığa çıkan gidişattan rahatsız herhangi bir devrimci özneye kendisini ait hissetmeyen bir yığın örgütsüz insanı da kapsamalı”.

Metin Çulhaoğlu konuyla ilgili yorumunda, TKP’yi yaygınlaştırma ve yerelleştirme hedeflerine ek olarak “Helvayı birlikte karmak yakın diyalog, dayanışma, kimi kritik dönemeçlerde ortak davranma, güç birliği ve ortak eylem ise, elbette…” saptamasını yapıyordu.

Ferda Koç, “Bugünden yarına bir 'birleşme' gündemimiz olmadığına göre, bunu sonra da yapabiliriz. Ama solun tüm kesimlerinin üzerinde durduğu ‘ortak bir hareket merkezi oluşturarak birlikte hareket etme’ konusu üzerinde durmakta yarar var.” Dedikten sonra “Birlik arayışlarını ‘hareketin birleştirici baskısı’ndan çok, ‘düşmanın birleştirici baskısı’nın harekete geçirdiğine” dikkat çekti. Ferda Koç, “AKP’ye karşı 'direnilebileceğinin' görülmesi ve gösterilmesi muhalefetin genel kitlesi için özel bir anlam taşıyor” saptamasından hareketle, birlik tartışmasını direnme sürecindeki başarılara bağlıyordu.

Aynı gün yayımlanan yorumunda Çulhaoğlu, Korkut Hoca'nın bir çözümlemesinden hareketle, “Şimdi, önümüzdeki soru şu: Türkiye’de sosyalist hareketin daha ileri hedeflere odaklanması açısından elverişli ortam ve koşulları sağlayacak, bu kez sola doğru bir 'eksen kayması' beklenebilir mi?” diye sorduktan sonra evet: “Beklenebilir değil, beklenmelidir” cevabını veriyordu. Ardında Çulhaoğlu çok önemli bir noktaya dikkat çekiyordu: “Ne var ki, bugün Türkiye’de mevcut sol-sosyalist öznelerin kendi çabaları ne kadar vazgeçilmez, saygın ve değerli olursa olsun kendi başına yeterli olmayacaktır. Bu çabaların, şöyle veya böyle, öznel çabalarla ilişkisi doğrudan veya dolaylı bir kitlesel muhalefetle ve sınıf hareketlenmesiyle eşleşmesi gerekmektedir. Evet, doğrudur; bugün ‘kendiliğinden’ hareketlenmeler bile öznel etmenle önceki dönemlere göre daha fazla ilişki ve etkileşim içinde olacaktır. Ancak, bu olgunun tespiti ve gereğinin yapılması bile ‘eksen kaydırmak’ için gerekli ortamı kendi başına yaratamayacaktır. Uzun sözün kısası, Türkiye siyasetinde eksenin sola kayması, yeni bir kitlesel-sınıfsal hareketlenmeyi gerektirmektedir.”

Bu “farklı” yaklaşımları bir araya koyduğumuzda, kısaca şu sonuçları kapsayan bir bütünlüğe ulaşmak olanaklı: Sosyalist mücadelenin örgütlü güçlerini birleştirerek etkisini arttırmak gerekiyor. Bu etkinin dönüştürücü sonuçlar yaratabilmesi için olmazsa olmaz koşul, “kendiliğinden kitle hareketinin”, kabardığında, sol müdahaleye olanak verecek bir “olay alanı” yaratmasına yol açacak koşulları “zorlamak”tır. Bu kendiliğinden hareketin oluşma sürecinde, bunu geciktiren, engelleyen, hegemonyaya karşı gündelik direnişi, bir anlamda “mevzi savaşını” duraksamadan, kararlılıkla sürdürmek gerekir.

Bir başka deyişle var olan yapılar kendi örgütlenmelerini, teorik hazırlıklarını derinleştirirken bir taraftan AKP’de ifadesini bulan hegemonyaya karşı direnmek, güçlerini bu direnme zemininde somut hareketlerde birleştirmenin yollarını aramak durumundadırlar.

Ancak dikkatle bakıldığında bu betimlemenin direnişe (ki önemli, değerlidir, olmazsa olmaz koşuldur), dolayısıyla da çoğu kez tepkiye ilişkin bir dinamiğe işaret ettiği görülecektir. Halbuki, gelen saldırıya karşı grupları birleştirmeye çalışmanın ötesinde, emekçi sınıfların farklı kesimlerindeki tepkileri, huzursuzlukları, sınıfın bölünmüşlüğünü derinleştiren uygulamalara karşın birleştirecek mücadele eksenleri kurmak, geniş tabanlı kampanyalar oluşturmak, bir anlamda salt tepkisel değil, kendi taleplerini dayatmaya çalışan bir mücadele eksenini düşünmeye çalışmakta önemlidir.

Bu hem direnen hem de kendi özgün talepleriyle ortaya çıkan siyasi mücadele, “gruplar arasında” birlik sorununu bir üst ve çözülmesi olanaklı düzeye, emekçi sınıflar arası yakınlaşma, kapitalist sınıf hegemonyasına karşı, ahlaki ve toplumsal bir söylem oluşturma zeminine çıkarabilecektir.
Bu, bir “karşıt hegemonya” inşa etmeye çabalarken aynı anda bunun maddesini oluşturacak “tarihsel blok”u kurmak için birlikte davranmaya çalışmak anlamına geliyor. Burada birincil sorun, grupların yapılarını birleştirmek değil, grupların çalışmalarını “tarihsel blok”, “karşıt hegemonya” kuracak biçimde birleştirmeye çalışmaktır. “Tarihsel Blok”’un ve onu kurma sürecinin önemi, esas olarak direnmenin ötesinde, iktidarı hedefliyor olmasıdır.

“Tarihsel blok” süreci, birçok örgüt ve grubu, bunların aralarındaki tartışmaları, blokun oluşması için gerekli kültürel liderliği sunma çabalarını da içerir. Bu nedenle “blok”u oluşturmak için çabalayanların, birbirlerine karşı, rencide edici, suçlayıcı sıfat ve tanımlamalarla yaklaşmaktan özellikle kaçınmaları, birleştirici, kapsayıcı ve birbirini destekleyici söylemleri seçmeleri son derecede önemlidir. ÖDP, Halkevleri ve TKP arasındaki ilişkilerin bu kurallara kolaylıkla uyabiliyor olması gerçekten umut vericidir.

“Karşıt hegemonya” ve “tarihsel blok”
“Karşıt hegemonya” olasılığı üzerinde düşünürken, öncelikle “hegemonya”nın kimi özelliklerini anımsamakta yarar.

Hegemonyanın en önemli özelliği, kabule ve liderliğe dayanması, dolayısıyla hegemonyacı açısından kimi özverileri, uzlaşmaları gerektirmesidir. Hegemonyacı kendi çıkarları ile toplumun bir kesiminin çıkarları arasında ortaklıklar kurar, bunu yapabilmek için de kendi taleplerinin bazılarından, bir süre için vaz geçer[1].

Her hegemonya, mutlaka kalıcı bir “tarihsel blok”a dayanmak durumundadır. Bu blok sürdüğü müddetçe devletin temel özelliği, “biçimi” sabit kalmak koşuluyla rejimler, hükümetler, yönetici kadrolar değişebilir. “Blok” evrimci bir biçimde yavaş yavaş değişebilir, bu süreçte hegemonyacı da ya fedakarlığının alanını genişletir, ya da daraltarak kendi çıkarlarını daha başat hale getirebilir.[2]

Bu bağlamda, yükselmekte olan bir “kendiliğinden hareket”, toplumsal muhalefet dalgası, üzerinde kurulmaya başlayan bir tarihsel blok ve karşıt-hegemonya ilişkisi içinde, hegemonik konumda olacak proletarya sınıfının, ya da küçük burjuvazinin, “yeni orta sınıf proletaryanın” vb... kimi özverileri, uzlaşmaları kabul edecek olması doğaldır.

Komünist hareket (gruplarıyla birlikte) bu fedakarlıkların sınırlarının, proletaryanın sınıf çıkarlarına göre ve iktidara yakınlaşmayı kolaylaştıracak biçimde oluşmasını sağlamaya çalışacaktır.
Burjuva toplumda siyasi iktidarın yeri yalnızca devlet (toplumsal ilişki olarak) düzeyi değildir. Kapitalist sınıfı iktidarda tutan hegemonyanın, “tarihsel blok”un kökleri öncelikle devletle aile arasında kalan “sivil toplum” olarak da nitelenen alanda, Gramsci’nin deyimiyle “ideolojinin maddi yapıntılarında” (medya, edebiyat, müzeler, tiyatrolar, sanat galerileri, okullar, mimari tarz ve alanlar, hatta sokak isimleri, dayanışma kurumları, spor kulüpleri, dini mekanlar- bunlara reklam endüstrisinin ürettiği imajları da ekleyebiliriz) tutunur. Hegemonya ve “tarihsel blok” kalıcılığını bu mekanlardaki köklerinin gücünden alır.

Bu anımsamalardan ben, gelen saldırılara karşı direnmenin ötesinde, bu “ideolojinin maddi yapıntılarının” egemen olduğu alanda, “karşıt-hegemonyanın” köklerini salabileceği, noktalar, mekanlar, estetik değerler, sanat kültür akımları, dayanışma kurumları, çeşitli medya kaynakları oluşturmak gerektiği sonucunu çıkarıyorum.

Kimi arkadaşlar AKP hegemonyasını abartmamak gerekir derken, onun temsil ettiği “tarihsel blok”un ve siyasal İslam hareketinin, bugünkü konumuna, nasıl köklerini “ideolojinin maddi yapıntıları” içinde adım adım inşa ederek gelmiş, ideolojisini maddi bir güce dönüştürmüş olduğunu unutuyorlar, ya da bunu göremiyorlar.

Bu nedenle, “birlikten, direnişin öneminden, yeni bir fırsatı yakalamak” tan söz ederken, sosyalist grupların, bu amaçları doğrultusunda ilerlemek istiyorlarsa, “sivil toplum” içinde, “ideolojinin maddi yapıntıları” üzerinde, kendi yaratacakları biçimleri de devreye sokarak adeta bir mevzi/siper savaşı vermekten kaçınmalarının olanağı yoktur. Egemen sınıfların “tarihsel blokuna” karşı, bir “tarihsel blok” oluşturmanın, “karşıt-hegemonya” inşa etmenin de yolu sanırım buradan geçmektedir.

“Düğüm noktaları”
“İdeolojinin maddi yapıntıları” çok çeşitli, katmanlı ve karmaşık bir alan oluşturuyorlar. Direnişe konu olacak saldırılar, hemen her alanda ara vermeksizin geliyor. “Sivil toplum” çok farklı mekanları ve ideolojileri, ekonomik, cinsel iktidar ilişkilerini de kapsıyor. Böyle şekillenmiş bir alanların bütününde, “karşıt hegemonya” ve “tarihsel-blok” projesi bağlamında çabalarken “güçleri nerede toplamak, çalışmayı nereye odaklandırmak gerekir?” sorusu, etkili olmakla, iğneyle kuyu kazmak arasındaki farka işaret ediyor.

Bu soruya cevap verirken belki ideolojik alanın, egemen ideolojinin şekillenmesinin dinamiklerinden, analoji yoluyla yararlanabiliriz.

Şöyle: ideolojik alan neredeyse sonsuz sayıda, imajdan ve göstergeden oluşuyor. Bunlar adeta havada, günlük yaşamı bir balon köpüğü gibi saran simgesel evrenin içinde, rüzgara kapılmış yapraklar gibi uçuşurlarken, bir noktada aralarından bir gösterge diğerlerini disiplin altına almaya, onları anlamlı bir bütün izlenimi verecek biçimde bir araya koymaya başlıyor, böylece bir ideolojik “yapıntı” şekilleniyor. Bu disiplin getiren, simgesel karmaşaya anlam veren gösterge, bu anlamlar sistemini sabitleyen bir “düğüm noktası” oluşturuyor.

Türkiye’ye baktığımızda, bir sürü, adeta sonsuz sayıda, mücadele ve müdahale konusu ile karşı karşıya kalıyoruz. Bunları, gelen saldırıların hedefleri olarak da düşünebiliriz. Yukardaki paragrafı bir analoji kaynağı olarak kullanırsak, bu sonsuz sayıda mücadele alanı içinde, sürmekte olan mücadelelere bugünlerde bütünsel bir anlam kazandırabilecek iki düğüm noktası görebiliriz diye düşünüyorum. Bunlardan biri “kadın hakları” diğeri de “Kürt sorunu”.

Kürt sorunu kendi siyasi temsilcileri, yerleşik mücadele ve çalışma tarzı biçimleri olan bir alana işaret ediyor. Devlet, bu alandaki saldırısını, KESK olayında görüldüğü gibi işçi hareketine yönelik bir saldırıyla dolaylı olarak birleştirmeye çalışıyor.

Buna karşılık “kadın hakları” cepheden bir saldırı altında. Bu saldırı, “Kriz, Kadın ve AKP dönemi” (sendika.org) yazımda işaret ettiğim gibi aslında işçi sınıfına yönelik saldırının birçok alanını birleştiren, bu alanları toplumun kentli orta sınıflarının, “yaşam tarzı özgürlüğü” alanlarına bağlayan bir düğüm noktası oluşturuyor.

Bu iki saptamadan hareketle “tarihsel blok” kurma süreci bağlamında, ben, Kürt sorununda, uygun tutumun, taktik, çalışma tarzı ve örgütleriyle zaten uzun bir süredir var ve sürmekte olan bir mücadeleyle, Türk ve Kürt halk sınıflarının kesişen çıkarlarına öncelik verecek biçimde ilişkilenmek olduğunu düşünüyorum. Buna karşılık, “kadın haklarına” yönelik saldırının, acilen göğüslenmesi, bunun ötesinde yaygın, toplumsal tabanı geniş ve çeşitli bir karşıt harekete, dönüştürülmesi gerektiği sonucuna ulaşıyorum.

Bu iki “düğüm noktası” dışında hızla öne çıkmaya başlayan bir savaş olasılığını göz önüne almak gerekiyor. Olası bir savaş, ülke içindeki zaten hıza daralmakta olan haklar ve özgürlükler alanını daha da daraltacak, kadınların, proletaryanın ve Kürt hareketinin üzerine ek ve çok büyük bir basınç getirecektir. Ama aynı zamanda “savaş karşıtı” bir tepki “birlikte davranma”, safları sıklaştırma, önceki paragrafta vurguladığım iki “düğüm noktası”na ilişkin tutumları güçlendirmek açısından yeni olasılıkları da beraberinde getirecektir.

[1] Bu bağlamda Lenin’in “Proletaryanın toplumdaki tüm diğer ezilen sınıf ve kesimlerin çıkarlarını savunması gerektiğine” ilişkin saptamasını anımsayabiliriz.
[2] Lenin’in Rus devrimi sürecini anlatırken, “önce bütün köylülükle birlikte Çarlığa karşı, sonra yoksul köylülükle birlikte burjuvaziye karşı” betimlemesi de kurulmuş olan “tarihsel blok” un evrimine ilişkin bir örnek olarak okunabilir. AKP’nin liberal entelijensiyayı, kent orta sınıf duyarlılıklarını dışlamaya başlaması da...