Saturday 28 January 2012

Latin Amerika deneyimi üzerine notlar -Ergin Yıldızoğlu (soL)

(26 Ocak 2012)
Üç Latin Amerika ülkesinde, Venezüella, Bolivya ve Ekvator’da emperyalizmin ve egemen kapitalizmin tepkisini, başka ülkelerdeki komünistlerin ilgisini çeken bir ekonomik toplumsal deneyim yaşanıyor.

Venezüella’da Chavez, Bolivya’da Morales, Ekvator’da Correa, hem egemen liberal demokratik ve neo-liberal ekonomik modelden, hem de geçmişin, “sosyal demokrat”, SSCB (“sosyalist,” “Gerçekten var olan sosyalizm”, “devlet sosyalizmi”, “devlet kapitalizmi” vb...), klasik “halkçı” modellerden farklı bir yol izlediklerini söylüyorlar. Dahası bu üç lider birbirinden oldukça farklı, karmaşık koşullara sahip ülkelerde çalışmakla birlikte ortak deneyimlerini ülke içinde kapitalizm karşıtı, ülke dışında ulusalcı bir söylemle, “21. Yüzyılın Sosyalizmi”, “Latin Amerika koşullarına uygun sosyalizm” gibi kavramlarla tanımlıyorlar.

SSCB ve Troçkizm geleneklerinden gelen komünistler, hem bu tanımlamaları, hem de bu liderlerin ülkelerindeki uygulamalarını, işçi sınıfının merkezi konumunu, örgütlü bir işçi sınıfı partisinin önderlik işlevini görmezden gelmekle, en azından azımsamakla, kapitalist sınıflara ve uluslararası sermayeye çok fazla taviz vermekle eleştiriyorlar. Bu komünistlere göre, halk sınıflarının bu kadar güçlü ve uzun süreli desteğine sahip ve kendini sosyalist olarak tanımlayan bir yönetimin, kapitalist mülkiyeti, kapitalist üretim ilişkilerini tasfiye etme yönünde daha hızlı davranması gerekiyor.

Tüm bu gözlemler, Latin Amerika’da komünistler açısından ilginç, üzerinde durmaya değer, mümkün olduğunca yararlanmaya çalışılması gereken bir toplumsal sürecin yaşanmakta olduğunu gösteriyor.

Bu bağlamda, Venezüella’nın Universidad de Orient üniversitesitesinde 1977’den bu yana çalışmalarını sürdüren Prof. Steve Ellner’in Latin American Perpective, Cilt 28, Sayı 1, Ocak 2012 (sf 96-114)[1]’de yayımlanan “Latin Amerika’nın Yeni Sol’unun iktidarlarının ayırt edici özellikleri – Hugo Chavez, Evo Morales ve Rafael Corea Hükümetleri” başlıklı çalışması çok yararlı bir katkı oluşturuyor.

Ben aşağıda bu çalışmayı, eleştirilerimi bu aşamada gündeme getirmeden, elimden geldiğince Ellner’in metnine sadık kalarak, ama doğrudan alıntı yapmadan, kısaca özetlemeye çalışacağım. Kısacası okuyacaklarınız benim görüşlerim olmayacak. Size, çalışmanın tamamını, eleştirel bir gözle okumanızı öneriyorum.

Yukarda adı geçen hükümetlerin üçü de iktidara genel seçimlerde oyların çoğunluğunu alarak, mecliste mutlak çoğunluğu elde ederek geldiler. Bu hükümetler amaçladıkları uzun erimli dönüşümleri meclislerindeki çoğunluğu kullanarak “demokratik yollardan” gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

Bu yönetimlerin, ekonomik verimlilik ilkesinden daha çok en geniş kitlelerin esas olarak, halk sınıflarının toplumsal ekonomik siyasi süreçlere katılımına öncelik verdiği görülüyor. Siyasi alanda da “radikal demokrasi” olarak adlandırdıkları bir modeli, liberal demokrasinin karşısına koyuyor onun yerine geçirmeye çalışıyorlar. Küba’yla çok yakın, dostça ilişkiler içinde olmalarına karşın, bu ülkelerin, Küba modelini örnek almaya çalışmadıkları görülüyor.

“Radikal Demokrasi Modeli”
Bu üç hükümetin deneyimine bakınca, tarihteki sosyalizm deneylerinden farklı olarak, sık sık gerçekleştirilen genel seçimler, partilerde seçimlerden önce aday adayı seçimleri, erken seçimler ve ulusal referandumlar yoluyla iktidarda kalmakta olduklarını görüyoruz. Bu genel seçimler ve referandumlarda, sık sık yapılmalarına karşın katılma oranları olağanüstü yüksek düzeylerde, yüzde 65-88 arasında gerçekleşiyor.

Bu demokrasi modeli, iktidara son derecede düşman bir muhalefetin, özgür basının var olmasına izin veriyor, muhalefet üzerinde şiddet uygulamıyor. Bu bağlamda geçmişteki “sosyalist” yönetimlerden farklı olarak bu ülkelerde çok keskin, canlı bir siyasi partiler arası rekabet ortamı gözleniyor. Bu “radikal demokrasi”de mecliste yüzde 51 çoğunluğu oluşturan grup (Chavez, Morales, Correa blokları) istedikleri kararları, muhalefetle bir mutabakat aramaya çalışmadan, hatta danışmadan, onlardan bir katkı beklemeden çıkartıyorlar. Bu “radikal demokrasi”, liberal demokratik gelenekten değil Jean Jacques Rousseau geleneğinden etkileniyor, yoksulların köylülerin, etnik grupların toplumsal süreçlere doğrudan katılımına dayanmaya çalışıyor.

Yaygın bir kitlesel hareketlilik, katılım, destek bu “radikal demokrasi”nin ayırt edici özelliği olarak öne çıkıyor. Bu “radikal demokrasi”de, güçlü karizmatik liderliklerin egemenliğine karşılık, siyasi parti yapılanmalarının zayıf olduğu görülüyor. Bolivya Başkan Yardımcısı Alvaro Garcia Linera’nın deyimiyle, Lenin’in öncü parti modeli yerine daha esnek ve akışkan bir parti modeli tercih ediliyor. Bu “demokrasi”de güçlü bir yürütme mekanizmasına dayanılıyor, güçler ayrılığı, toplumsal mutabakat, denetimler ve dengelemeler gibi liberal demokrasinin bileşenlerine çok fazla önem verilmiyor. Buna karşın, halkın yerel örgütlenmelerinin, meclislerinin oluşması teşvik ediliyor, bu örgütler siyasi ve mali olarak destekleniyor. Bu “radikal demokrasi”, bu destekler için gerekli mali kaynakları, kamu işletmelerinin gelirlerinden sağlamaya, her fırsatta ülkenin doğal kaynaklarını kamulaştırmaya, çok uluslu şirketlerin denetiminden çıkartmaya çalışıyor.

Radikalleşme süreci
Chaves, Morales ve Correa’nın seçilme ve hükümet kurma süreçlerine bakınca, geleneksel sosyalist partilerinkinden farklı bir tarz dikkat çekiyor. Geleneksel sosyalist partiler hemen her zaman seçimlere radikal bir programla giriyor, iktidara geldikten sonra bu programı sulandırmaya başlıyorlardı.

Chavez, Morales ve Correa’nın deneyimine bakınca, bu liderlerin ilk kez seçimlere giderken, uzun dönemli, radikal reformlara ilişkin bir söylemi arka plana çektikleri, daha ılımlı, güncel sorunlara vurgu yapan bir kampanya sürdürdükleri görülüyor. Andığımız liderlerin en temel projeleri yeni bir anayasa yapmak için kurucu meclis toplamaktı. Her üç başkanın da iktidara geldikten sonra, sürekli bir radikalleşme sürecine girdikleri, bir taraftan sistemle uzlaşırken, pazarlık yaparken, mücadele ederken, öbür taraftan, kamulaştırma, doğrudan katılım, alt sınıflara kaynak aktarımı gibi kendi ekonomik reformlarını uygulamaya giriştikleri / çalıştıkları görülüyor. Bu çabalar ve uygulamalar toplumsal desteklerini arttırdıkça halk içindeki tabanları ve halkın örgütlenme düzeyinin yükseldikçe reformları da genişletmeye çalışıyorlar. Bu yüzden her üç lider de geniş tabanlı, çok çeşitli tabakaları ve etnik grupları içeren hareketler inşa etmeye çalışıyor, hareket içinde birliğin korunmasına, dikey olduğu kadar yatay karar mekanizmalarının güçlendirilmesine önem veriyorlar.

Dış ilişkiler
Söz konusu üç Latin Amerika hükümetinin dış politikada, esas olarak Amerikan hegemonyasını hedef alan “çok kutupluluk” ilkesini savunduğu görülüyor. Bu açıdan bu üç liderin dış politikaları, 20. Yüzyıl’ın sosyalist hükümetlerinin dış politika uygulamalarına bazı alanlarda benziyor bazı alanlarda onlarla çelişiyor. Bu bağlamda bu üç liderin dünya dengelerine yaklaşımı, Tito, Nehru, Nasır, Nkrumah gibi liderlerin 1960’ların başındaki “bağlantısızlar” hareketini andırıyor.

Venezüella, Bolivya ve Ekvator esas olarak iki boyutlu bir dış politika izlemeye çalışıyor. Bir taraftan “Latin Amerika’mızın Halklarının Bolivarcı Birliği” adlı örgüt (ALBA) yoluyla kendi aralarında daha yakın bir birlik oluşturmaya çalışırken, tüm kıta çapında daha geniş bir işbirliğini inşa etmeye çalışıyorlar. Bu üç ülke kendilerini anti-kapitalist olarak tanımlıyor, zaman zaman ABD’ye karşıt tutumlarda birleşiyorlar, diğer taraftan, Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Paraguay gibi daha ılımlı hükümetlerle de birlikte davranmaya çalışıyorlar. Bu bağlamda 12 Latin Amerika ülkesi arasında kurulan UNASUR örgütünün imzaladığı Moneda Deklarasyonu, 2008 yılında Morales Hükümetini devirmeye yönelik planlar üzerinde caydırıcı bir etki yapıyor, böylece bu ülkelere dış müdahaleyi, darbe olasılıklarını zayıflattığı görülüyor.

Aynı zamanda bu üç ülke, uluslararası ilişkilerde dünya ekonomisiyle bağlarını kopartmıyor, dış borçlarını düzenli ödüyor, ABD ve diğer Batı ülkeleriyle dış ticaretlerini geliştirmeye devam ediyorlar.

Söylem ve siyasi vizyon
Bu üç lider, kapitalizme karşı, 2005’den bu yana, “21. Yüzyıl için sosyalizm” kavramı içinde kapsanabilecek bir alternatifi desteklemeyi benimsediklerini ilan etmişler. Batıda konvansiyonel akıl sosyalizmin öldüğünü iddia ederken, Morales, Chavez, Correa, Latin Amerika’nın somut gerçekliğine uyumlu bir sosyalizm geliştirmeyi amaçladıklarını söylüyorlar.

Ancak bu ülkelerde, siyasi süreç, hala kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olmaya devam ettiği bir burjuva demokratik toplumun parametreleri içinde gelişiyor. Bu ülkelerde devlet işlemelerinin yanında, canlı bir özel sektör, bazı kritik sektörlerde de olmak üzere varlığını sürdürüyor. Bu üç ülkenin ekonomilerinin büyük ölçüde, madenlerin, minerallerin ve petrol-gaz ihracatına dayandığı, ABD piyasasına bağımlı olmaya devam ettikleri görülüyor. Aynı şekilde, kültürel yaşamın radikal siyasi değişikliklere ayak uydurmadığı, örneğin Venezeula’da hala esas olarak gösterişçi bir tüketim alışkanlığının, bireyciliğin ve özel mülkiyete önem veren bir kültürün egemen olduğu görülüyor.

21. Yüzyıl Sosyalizmi, geçmişteki sosyalist stratejilerin, deneylerin, başarısızlıkların yeniden değerlendirilmesine dayanıyor. Bu değerlendirme sonunda ortaya çıkan yeni perspektif, “öncü parti” anlayışını, Latin Amerika gerçekliğine uymayan bir teorinin dogmatik uygulamalarını reddediyor. Bu yeni perspektif, işçi sınıfına belirleyici rol atfetmenin, toplumun büyük kesimini, özellikle kent yoksullarını, enformel sektörü, dini cemaatleri, Afrika kökenlileri ve kadınları kapsamayı engellediğini savunuyor.

Bu yaklaşıma göre işçi sınıfına öncülük atfeden yaklaşımın reddedilmesi, değişimden yana olan başka gruplarla birlikte çalışmaya olanak veren bir siyasi alan açmış.

Bolivya’da bu yaklaşımın merkezi öğesi, Başkan Yardımcısı Garcia’ya göre “toplumsal hareketlerin plep özellikte bir toplumda kendilerini ifade etmesi projesiymiş.

Correa’ya göre, 21. Yüzyıl Sosyalizmine ateistler kadar Katolikler de katılabilirmiş. Çünkü, diyor Carrea “ben Katolik’im. Sosyalizm benim inancımla çelişmiyor aksine toplumsal adalet arayışımı güçlendiriyor.” Bireye vurgu yapan kapitalizmin aksine, 21. Yüzyıl Sosyalizmi, toplumsal refahı, dayanışmayı ve kardeşliği teşvik eden güçlü bir etik bileşen içeriyormuş.

Bu üç ülkenin liderlerinin savunduğu 21. Yüzyıl sosyalizmi, tarihten, Latin Amerika’nın siyasi kültürel deneyimlerinden esinleniyor. 20. Yüzyılın radikal halkçı hareketlerinde olduğu gibi, bu 21. Yüzyıl Sosyalizmi de tarihsel simgelerde kişileştirilen halk iradesini yüceltiyor. Örneğin Chavezciler 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıl başındaki askeri liderlerin (Codillo) çelişkilerini görmezden gelerek ulusalcı davranışlarını vurgulamayı tercih ediyorlar.

Bu bağlamda bu üç ülkede liderler, çok eskiden beri benimsenen varsayımları, kültürün, tarihin, ırk ve cinsiyetin önceki temsil edilme biçimlerini hedef alan yeni bir ulus kimliği söylemi yaratmaya başlamışlar. Bu yeni söylem içinde de geçmişteki ulusal bağımsızlık mücadeleleri, bunlar içinde yerel etnik toplulukların, kadın liderlerin rollerinin özellikle vurgulandığı görülüyor.

Sosyoekonomik boyut
21. Yüzyıl Sosyalizmi teorisyenlerinin “Ortodoks Marksizm” olarak tanımladıkları yaklaşıma güçlü bir biçimde karşı oldukları görülüyor. Bunlar Ortodoks Marksizm’in, diğer işçileri, (enformel sektördekileri de olmak üzere), üretken olmayan işçileri, hatta lumpen proletaryayı önemsizleştiren bir “proletarya kültünü” kesin bir biçimde reddediyorlarmış.

Bu bağlamda, bu üç ülkenin hükümetlerinin, marjinal ya da yarı marjinal sektörlerde çalışanları karar süreçlerinde, ulusun kültürel yaşamında daha çok kapsamaya özellikle önem verdikleri, Chavez’in yerel topluluk meclislerine, işçi kooperatiflerine, daha önce kapsanmayan halk kesimlerini içeren programlara bunlar ekonomik olarak verimli olmasa da büyük paralar transfer ettiği görülüyor.

Dipnot:
[1] Bu çalışmaya şuradan da ulaşabilirsiniz: http://www.socialistproject.ca/bullet/589.php

Friday 13 January 2012


Kapitalist devlet üzerine kısa notlar

Ergin Yıldızoğlu

(Sol.org - Perşembe, 12 Ocak 2012 )

Çok uzun bir aradan sonra, Türkiye komünist hareketi yeniden devlet ve rejim konularını tartışıyor. Aydemir Güler’in Komünist’in 6 Ocak sayısında yayımlanan “İkinci Cumhuriyet’e Geçiş: Öznel bir saptama mı?” başlıklı yazısı bu alanda önemli bir katkı oluşturuyor. Bu gerçekten sevindirici.
“Devlet” kavramı etrafındaki teorik tartışmaların ortadan çekilmiş olması, AKP’nin yükseliş sürecinde içine düşülen vahim hataların, boş beklentilerin oluşmasında, önemli bir role sahip.
Örneğin, kimi “solcular”, modern komünizmin tarihinin devlet üzerine zengin teorik birikiminden yararlanmak yerine, kültür endüstrisinde üretilen kanaatlerle hareket etmeyi seçmeselerdi, AKP Hükümeti’nden, (devlet olarak nitelenen “şey”in özelliklerini düşünmeye zahmet etmeden) haklar ve özgürlüklerin geliştirilmesi anlamında bir “demokratikleşme”, “Kürt sorunu” konusunda bir “çözüm” beklemez, “Evet ama yetmez” saçmalığıyla ortalığa atlamaz, bu beklentilerle bizzat AKP hükümetinin, onu taşıyan siyasi hareketin yükselmesine katkıda bulunan “yararlı salaklar” konumuna düşmezlerdi.
Bu tür saçmalıkların yeniden sol içinde ortay çıkmasını engellemek, daha çıkarken tanıyarak, yerli yerine (kapitalist sınıfın yanına) koyabilmek için devlet kavramıyla ilgili teorik tartışmaları canlandırmak ve hızlandırmak gerekiyor.
II
Genel olarak kapitalist devletin özellikleri, Marksist devlet teorisi, özel olarak da Türkiye’deki devletin “Tipi”, “Biçimi”, “Rejimin niteliği”, Türkiye komünist hareketinin (tüm akımlarıyla birlikte) en kitlesel, en umutlu, en örgütlü, yaygın ilişkilere ve toplumda en geniş etkiye sahip olduğu 1970’lerde, en çok tartışılan, üzerinde en çok deneme yazılan alanlardan biriydi.
Dahası bu tartışmalar, komünist hareketin kadrolarının teorik merakından, salt Marksizm’i geliştirme kaygılarından kaynaklanmıyordu. Bu hareket, neredeyse bütünüyle, siyasi (iktidara talip olma anlamında) faaliyetini inşa ederken, devlet üzerine yaptığı saptamalardan çok büyük ölçüde yararlanıyor, hatta, bu faaliyetinin en önemli özelliklerini, hedefini, bu saptamalardan çıkarsıyordu. Bu öyle ciddi, önemli, kararlı bir ilgiydi ki, “devlet”in niteliğiyle ilgili olarak geliştirilen, “oligarşik diktatörlük”, “tırmanan faşizm”, “açık/gizli faşizm”, “faşist diktatörlük, “siyasi gericilik” türünden çeşitli analizlerden hareketle ulaşılan kimi siyasi sonuçlar kimi zaman trajik durumlara yol açabiliyordu.
O zaman komünist hareketin hemen tüm akımları, devletin doğasını esas olarak kavramış, eski bir deyişle devletle, iktidarla, gerçekten karşı karşıya gelindiğinde, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” uyarısındaki ikilemle de karşı karşıya kalınacağı gerçeğini daha baştan kabul etmişlerdi. Bu konuda ne kadar haklı ve gerçekçi olduklarını, 12 Mart Darbesi’nde, “1977 1 Mayısı”nda, sonra Maraş katliamında, nihayet 12 Eylül askeri darbesinde gördüler. Tüm bunlara karşın “devlet” tartışması 1980’lerde giderek devreden çıktı ve yerini, son derecede yüzeysel bir “post modern” sivil toplum- devlet ikilemi, salt kaba kanaatlerden kaynaklanan demokratikleşme umudu aldı. Liberal demokrasinin tarihiyle, demokrasiyle diktatörlük arasındaki akrabalıkla çok az kimse ilgileniyordu, devletler arası ilişkiler alanında, emperyalizm kavramı ortadan kaybolmuş, demokrasi ve devlet kavramları sorgulandığında imkansızlığı hemen kendini göstermeye başlayan bir “Demokratik devletler birbiriyle savaşmaz” savına dayanan bir fantezi dünyasında yaşamaya başlamıştık.
Geride bıraktığımız 10 yıl içinde, yaşamın pratiği bu teori taklidi yapan fantezinin mistiğini ortadan kaldırdı, onu tüm çıplaklığıyla “bir fantezi olarak” gözler önüne serdi. Mali krizle birlikte “sağ” devletin önemini yeniden keşfeder (var olan biçimler artık istenen sonuçları vermediğinden) liberal demokrasiye alternatifler arar, aslında çoktan şekillenmeye başlamış biçimlerin teorisini yapmaya, geliştirmeye çalışırken, komünistlerin de devlet konusuna, 1970’lerdeki ciddiyetle dönmeye başlaması giderek büyük bir önem kazanıyor.
Aydemir Güler’in yazısı işte bu açıdan bence önemli; üzerinde durmak, Aydemir’e yaklaşımını daha da geliştirmesine olanak verecek soruları sormak, eleştirileri yöneltmek, bu sırada paralel ya da varsa karşıt çalışmaları da hızlandırmak gerekiyor.
III
Aydemir Güler’in “Birinci Cumhuriyetin yıkılışı, ve İkinci Cumhuriyetin kuruluşu” değerlendirmesiyle gündeme getirdiği, devlete ilişkin önemli bir “değişikliğe” işaret eden saptamasına katılıyorum. Bence Aydemir’in bir önceki Cumhuriyet'e geri dönmenin olanaksızlığına, bunu ayakta tutan sınıfların ve sınıflar koalisyonunun (iktidar bloku?) dağılmış olmasına yaptığı vurgu da çok yerinde. Aydemir “Birinci ile İkinci Cumhuriyet arasındaki farkın en önemli boyutu, komünist hareketin strateji güncellemelerinde ve somut açılımlarında ortaya konabilir” derken de devlet tartışmalarının en önemli özelliğine “radikal siyasi çekirdeğine” işaret etmiş oluyor. Tüm bu saptamalarımdan sonra ben de “tartışma sürmelidir” çağrısına katılıyor, bu anlamda “etik bir sorumluluk” olarak cevap vermek (diyaloga girmek anlamında) gerektiğini düşünüyorum.
IV
Bu çağrıya cevap verirken, kendime “nereden başlamalı” diye sorunca “başından başlamalı” diye düşündüm. Şöyle: Önce genel olarak Kapitalist devlet üzerine, Komünist/Anarşist hareketin geleneği, “eleştirel teori” denen daha geniş bir alanın ürünleri içinden kazandığımı düşündüğüm saptamalarımı aktaracağım. Aşağıda, özetleyeceğim yaklaşımı ve değerlendirmeyi kolaylaştırmak için, alıntı yapmak yerine, bana kritik noktalarda esin kaynağı olan kimi yazarların adlarını anmak istiyorum.
Benim açımdan, devlet üzerine düşünme sürecimin başlangıcında, Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Marx’ın Kapital, Cilt III’de XLVII. bölüm, II. Alt bölümdeki “egemenliğin ve bağımlılığın dolayısıyla devletin özgün biçimi” üzerine olan paragraf, Lenin’in Devlet ve Devrim, (ama benim için) daha da önemli olan Devlet Defteri (Mavi defter) oluşturuyor. Ondan sonra Antonio Gramsci, 1970’lerde devlet tartışmalarının en canlı döneminde, kapitalist devlet tipini, sermaye ilişkisinden türetmeyi deneyen “Alman Okulu” nun katkıları, tabii Poulantzas geliyor.
Bundan sonra benim de konuyla ilgili okumalarımda (SSCB’deki devlet tipi üzerine tartışmalar bir yana) 1990’ların sonuna kadar uzanan bir boşluk oluştu, ta David Harvey’in Kapitalist üretim tarzı altında mekanın üretimi üzerine yazdıklarını, özellikle 1985 tarihli “Kapitalizmin jeopolitiği” makalesini okuyana kadar. O makaleyi okuyunca, sermaye birikim rejimleri, düzenleme sistemleriüzerine Fransız “Düzenleme okulu”ndan öğrendiklerim, Foucault’un, iktidarla ilgili, nüfus kontrolü, disiplin ve cezalandırma üzerine tarihsel gözlemleri, “hakikat rejimi” gibi kavramları yeniden anlam kazanarak bir araya gelmeye başladı. Deleuze ve Guattari’nin, “kapitalist makine”, Lacan’ın “Reel” kavramları da devleti düşünme çabalarıma yardımcı oldu, olmaya da devam ediyorlar.
Bu teorik haritayı daha fazla uzatmadan, belki son olarak Bob Jessop’un çalışmalarını da andıktan sonra devleti düşünme modelimi kısaca özetlemeye geçebilirim.
V
Hemen vurgulamak isterim ki ben kapitalist devleti ne bir araç ne de bir kurum olarak düşünmekten yana değilim. “Araç” bir pasiflik, eline geçirenin istediği gibi kullanabileceği birnötrlük ima ediyor. “Kurum” ise başı sonu, sınırları belli, saptanmış bir yapıntıya işaret ediyor. Ben devleti özellikle, belli sınıfsal nitelikleri olan siyasi güç odakları, daha doğrusu, sınıf iktidarının kristalleştiği düğüm noktaları arasında oluşmuş bir örüntü (network) olarak düşünmekten yanayım: Bu bağlamda, devlet deyince aklımda, sürekli hareket halinde, adeta macun gibi belli bir plastikliğe sahip, sınıf mücadelesinin basıncı altında, sınırları daralan genişleyen ama her zaman sınırlarında bir belirsizliği koruyan, girdilerle beslenen çıktılar üreten bir “organizma” şekilleniyor.
Daha açılmış haliyle şöyle özetlemeyi deneyebilirim: Ben Kapitalist toplumda devletin, sermayenin mekan ve zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini kolaylaştıran, kar oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen (düzenlemeye çabalayan), ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal değişiklikleri gündeme getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte uygulayan, uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları yaşatan, ya da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri oluşturan kültürel süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen, bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma” olarak düşünülmesinden yanayım.
Bu bağlamda, devletin politikalarıyla, reflekslerini, (a) bu organizmanın kendi ideolojik/kültürelyapılanmasının, personel kaynağının sınıfsal özelliklerinin, yönetim teknolojisinin, güç noktalarını birbirine bağlayan ağın fiziksel özelliklerinin oluşturduğu iç yapılanması, diğer bir deyişle, onu toplumun geri kalanından ayrı bir organizma olarak tanımlamamıza izin veren belirleyici karakteri olduğu kadar, (b) bu organizmanın yaşaması için gerekli girdilerin özellikleri de belirleyecektir.
Bu girdileri, esas olarak, ideoloji/ kültür, personel, mali kaynaklar, yönetim ve iletişim bilgi işlem, disiplin, cezalandırma ve kontrol teknolojileri oluşturur. Bu girdiler devletin organizması içinde metabolize edilerek (işlenir-tüketilir)siyasi karar ve reflekslere dönüşür.
Girdiler - organizma (metabolize etme süreci) - siyasi çıktılar, bir sınıflar matrisinden, başka devletlerden, dolayısıyla bir egemenlik bağımlılık ilişkileri zincirinden oluşan bir “ekosistem”de gerçekleşir. Bu ekosistem bu girdilerin özelliklerini, organizmanın metabolize etme hızını, girdilerin tedarikinin, çıktıların üretiminin, toplumda işleme süreçlerinin kalıcı olup olmayacağını belirler. Buna karşılık, bu organizmanın refleksleri, genişleme daralma halleri, çıktıları bu ekosistemi sürekli değişmeye, yeniden şekillenmeye zorlar.
VI
Son olarak devletin “varoluş” koşulları üzerine düşünür ve çalışırken ulaştığım kimi sonuçları paylaşmak istiyorum. Bu bölüme, “Devlet nedir?” gibi ilk anda çok garip gelen bir soruya ilişkin bir anekdotla başlayacağım. Birkaç yıl önceydi ODTÜ’de bir uluslararası sempozyumdan sonra, misafirlerden bir kısmıyla, daha dar bir toplantı, fikir alış verişi yapmak için bir araya geldik, Alex Callinicos, Kees Van der Pjil, Galip Yalman birkaç başka akademisyenin yanı sıra bir grup doktora öğrencisi de vardı. Emperyalizm, kriz, küreselleşme derken konu devlet kavramına doğru geldi, ben yıllardır beni rahatsız eden bir soruyu ortaya attım: Devlet nedir? Ne zaman devlete baksam ancak bir parçasını görüyorum. Tamamını neden göremiyorum? Tamam, polis devlettir, ama devlet polis değildir. Asker devlettir, mahkeme devlettir ama devlet ne mahkeme ne askerdir gibi... Bu bağlamda tamamını bir türlü görmediğim, deney alanım içine alamadığım, ama her zaman karşımda duran “şey” nedir? Bu soruyla, tam bir cevap bulamadan bir süre oyalandık. Son anda Kees, bana göre çok anlamlı, kafamı açan bir ifade kullandı. Kant’ın III. Kritik’te geliştirdiği “yüce” (sublime) kavramına atıfla, “state is a sublime object” (devlet yüce bir nesnedir) dedi.
Gerçekten de, devletin parçalarını kavrarız, bunların bir bütünselliğe ait oluğunu hayal ederiz, hissederiz, ama bütününü “kavrayamayız”. Bu da bizde devlete karşı korku, saygı, huşu, şaşkınlık, hayranlık gibi özel bir grup duyguyu, onu ve politikalarını kabullenme eğilimini oluşturur.
Gerçekten de devlet yukarıda değindiğim parçalar değildir ama bu parçalar devlettir. Bence devlet bu parçaların birlikte bir “bütün” oluşturmasına olanak verdiği varsayılan örüntü (ilişkiler ağı) var olduğu müddetçe, hatta o örüntü olarak var olur.
Bu varsayım (toplumun devleti algılayışı) zayıflamaya başladığında örüntü zayıflamaya başlar, devlet krizi ortaya çıkar. Bu varsayım kaybolmaya başladığında da örüntü çözülmeye, devrim olmaya başlar. Bu varsayım sınıflar mücadelesinin basıncıyla, ya da bir dış travmayla (işgal gibi) tümüyle dağılabilir.
Devlet bu parçaların arasındaki örüntünün var ettiği bir şeyse, buradan, varlıkvaroluş vegörüntü kategorilerinden hareketle düşünmeye devam edebiliriz.
Bu noktada Platon’un “mağara” metaforunun materyalist bir okuması bize yardımcı olabilir. Bu “metaforda” üç unsur ve düzey var, biri mağaranın dışında var olan ve içindekilerce bilgisine doğrudan ulaşılamayan “şey” (Formlar). İkincisi, içerde mağaranın duvarına yansıyan, içerdekilerin yaşam dünyasına, deney alanına giren gölgeler. Üçüncüsü, bu gölgelerin, içerdekilerin bu gölgeleri kavramasına olanak veren görüntüleri (şekilleri).
Devleti oluşturan, tüm parçaları birleştiren örüntüyü, mağaranın dışındaki (bütünlüklü olarak kavranamayan şey) “varlık” kavramıyla betimler, mağaranın dışındakini, devletin tümüyle var olma halini, ontolojik düzey olarak kabul edebiliriz.
Devletin bu varlığının, günlük yaşamımıza, burada, şimdi (zaman ve mekan içinde),deney alanımıza giren parçalarını (mağaranın duvarındaki gölgeler) “varlığın” (ontolojik düzeyde devletin), “yaşam dünyamızdaki hali” varoluşu (existence) olarak düşünebiliriz. Son olarak, bu “varoluşun” bizim tarafımızdan algılanan halini ifade etmek için de görüntü kavramından yaralanabiliriz.
“Varoluş” durumunda bu varoluşun içeriğindeki bileşenlerin arasındaki göreli ilişkilerin denklemi bize, bir görüntü verecek, bu unsurların arasındaki ilişkiler değişince, “varoluş”un içeriği aynı kalmakla birlikte bu görüntü değişecektir.
Bu felsefi modeli devlete uygularsak, Marx’ın Kapital Cilt III’de vurguladığı “egemenliğin ve bağımlılığın... özgün biçimi” saptamasını, devletin varlık, ontolojik düzeyine ilişkin bir tanımlama olarak düşünebiliriz. Bunun “varoluş” haline gelince, kapitalist devletin, monarşist, “demokratik”, Faşist, oligarşik gibi biçimlerini konuşabiliriz. Bu “varoluş”u oluşturan bileşenlerin arasındaki düzen (birbirileri karşısındaki ve bütün içindeki göreli “varlık yoğunluklarını”, etki güçlerini ifade eden denklem) değiştikçe, devletin biçimi sabit kalmak koşuluyla “rejimi”, bu biçimin bize kendini gösteriş, bizi etkileyiş hali değişmeye başlayacaktır...
Buna karşılık devletin biçimindeki değişiklik, “egemenliğin ve bağımlılığın özgün biçimi”, varlığının tanımlayıcı ilişkisi, sabit kalmakla birlikte, devleti oluşturan ilişkiler ağına, örüntünün içine giren unsurların, kapsanan iktidar noktalarının değişmesinin, var oluş düzeyinde yaratacağı sonuçlara ilişkin olmalıdır.
Özetle, devleti düşünürken, farklı soyutlama düzeylerini (varlık, varoluş- görüntü /kapitalist devlet, farklı biçimler ve rejimler gibi) göz önüne alarak düşünmek gerekecektir.
VII
Bu düşünceler üzerinden devam edersem, I. Cumhuriyet'ten, II. Cumhuriyet'e geçişin, hangi anlamda bir değişikliğe karşılık olduğu sorusu kaçınılmaz olarak gündeme geliyor. Devletin kapitalist devlet olmaya devam ettiği konusunda bir kuşkumuz sanırım olamaz. Geriye, bir biçimden öbürüne geçiş mi, yoksa biçim (varoluş özellikleri) aynı kalmak koşuluyla, görüntüde yaşanan (rejime ilişkin) bir değişiklik midir söz konusu olan?
Aydemir Güler’in çözümlemeleri bana, eğer doğru okuyabildiysem, salt bir rejim değişikliğinden öte bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Bu konuda Aydemir’e katılıyorum. Ama bu “öte”nin de derinleştirilmesi, tanımlanması, sonunda devlet biçimine (kapitalist sınıf iktidarının, yaşam dünyamızdaki özeliklerine) ilişkin bir yargıya dönüşmesi gerektiğini de düşünüyorum.

Monday 9 January 2012

Gerçek bir sanatçı tavrı...


"Along with the positive reviews and success Beckett received from Godot, he received a growing mass of fan letters, which he never relented from answering. Beckett often wrote his most profound and candid letters to strangers:
My dear Prisoner: I read and re-read your letter. Godot is from 48 or 49, I can’t remember. My last work from 50. Since then, nothing. That tells you how long I have been without words. I have never regretted it so much as now, when I need them from you. For a long time now, more or less aware of this extraordinary Luttringhausen affair, I’ve thought of the man who, in his cage, read, translated, put on my play. In all my life as man and writer, nothing like this has ever happened to me. To someone moved as I am phrases come easily, but from a sloppy way of talking not at all your style, given that I am no longer the same, and will never again be able to be the same, after what you have done, all of you. In the place where I have always found myself, where I will always find myself, turning round and round, falling over, getting up again, it is no longer wholly dark nor wholly silent. That you should have brought me such comfort is all that I can offer you as comfort. I, who am what is called free to come and go, to gorge myself, to make love, I shall not be fatuous enough to dispense to you words of wisdom. To whatever my play may have brought you, I can add this only: the huge gift you have made me by accepting it. 
Yazının tamamı için: http://thenewinquiry.com/post/14686862782/literary-tantalus