Thursday 29 March 2012

Sol.org. 22 Mart 2012 - 07:30

Totalitarizm’in bugünü ve yarını
Türkçe’de “Totalitarizm” diye bir kavram var mı emin değilim. Aslında bu yazının başlığı da“Ahlaksızlık, Kaygı, Korku eşittir Kapitalizm” olacaktı. Ancak yazıya hazırlanırken, gözümün önünde, başlangıçta varsaydığımdan çok daha karanlık bir toplum görüntüsü oluşmaya başlayınca, aklıma da “Totalitarianism” kavramı geldi. “Totalitarizm” kavramını da buradan türettim.
Bu yazının temel savı çok basit: “Yaşam Dünya”mızın hemen her köşesi, hatta hücresi metalaştırılarak piyasa ilişkilerinin, azami kâr ilkesinin (ve ahlakının) egemenliği altına girerken,totaliter bir siyasi model sermaye egemenliğini koruyabilmek için tek ve kaçınılmaz yol oluyor. Bu açıdan bakınca bu yazının başlığı “komünizmin güncelliği”, ya da “tek yol komünizm”, hatta“tek umut komünizmde” de olabilirdi...
“Peygamberin ikinci gelişi”
İlk bakışta, “bugünün tarihi”nin başlangıç noktasını 1979-1980 aralığına, Reagan-Volcker-Thatcher “restorasyonu”nun başladığı noktaya koyabilirsek de, bence 1989-91 aralığını, SSCB’nin çöküşü “olayı”nı esas başlangıç noktası olarak almak daha doğru olacaktır.
Bu “olay”ın, anlamı üzerine tartışmalar komünist hareket içinde sürmeye devam ediyor. Hala bu bağlamda Alain Badiou’nun deyimiyle, karşımızda aydınlatılmayı bekleyen bir “karanlık felaket”var. Bizim tarafta durum böyleyken, kapitalist sınıflar ve entelektüelleri açısından “olay” neredeyse“peygamberin ikinci gelişi” gelişi olarak büyük bir sevinçle karşılandı.
Üstelik “peygamberin ikinci gelişi” adeta anlamını kesinleştirmek istercesine aynı anda iki kez gerçekleşiyordu. Birincisi peygamber, ilk çarmıha gerildiği yere geri geliyor, komünizm yerini kapitalizme bırakıyordu. İkincisi, bu geri geliş kapitalizmin tek rakipsiz ekonomik model olduğunu “kanıtlamanın” ötesinde, “tüm yaşam dünyasını” tüm dünyada sermayenin, dolayısıyla kapitalist sınıfın sınırsız kullanımına açan bir ideolojik egemenliği de yerleştiriyordu. Bu egemenlik de, finans oligarşisine, kapitalist orta sınıfın desteğini, bu sınıfa bağlı olarak entelektüellerin ve işçi aristokrasisinin sadakatini de beraberinde getiriyordu. Kapitalizm, artık adeta “vaat edilmiş topraklara” gelmiş “Yeni Kudüs”ü kurmaya başlamıştı. Tarih son durağındaydık...
Peygamberden söz açılınca şeytanı da anımsamamak elde mi? Özellikle “ne arzu ettiğine dikkat et bakarsın gerçekleşiverir” uyarısını? Gerçekten de kapitalizmin, serbest piyasa, refah ve özgürlük (tabii ki kapitalist özgürlükler), demokrasi (tabii ki liberal demokrasi) barış (demokrasiler savaşmaz) dünyası vaadi, her fantezi gibi “gerçekleşmeye” başlayınca hızla tiksindirici, hatta müstehcen bir görüntü sergilemeye başladı.
Her şey satılık, bedenler, organlar ve çocuklar dahil...
Reagan ve Thatcher, piyasa mekanizmasına inançlarını, kapitalizme yönelik eleştirilere, “toplumsal çıkar” kavramına olan nefretlerini her fırsatta vurguladılar. Piyasa’nın insan yaşamını düzenlemenin, kıt kaynakları dağıtmanın tek yolu, bencil rekabetin gelişmenin tek motoru olduğunu savundular. Post modern “yararlı salaklar” kapitalizme yönelik eleştirileri “toplumsal mühendislik”, “totaliter eğilimler” olarak mahkum ederken, Thatcher “insanların anlayışlarını değiştirmekten, adeta Jdanov’cu “ruh mühendisliğinden” söz ediyordu. Ama piyasanın sınırsız egemenliği “esas ruh mühendisliği”, hem de Jidanov’un hayal bile edemeyeceği ölçekte ve derinlikte SSCB çöktükten, Batı Soğuk Savaşı “kazandıktan” sonra başladı. Artık her şey metalaşabilir, alınıp satılabilirdi.
Piyasa ilişkileri “yaşam dünyasının”, geleneksel olarak insanlar arası dayanışma ve güvenlik ilişkileri, toplumsal çıkar alanları, olarak bilinen katmanlarına nüfuz etmeye, buraları metalaştırarak atomize etmeye başladı. Hızla, sağlık, eğitim, kamu güvenliği, sosyal güvenlik, ulusal güvenlik, disiplin ve cezalandırma alanları, kurumları, çevre güvenliği, emeklilik, türün üretilmesi, ve diğer toplumsal alanlar artık piyasa ilişkilerine içine çekilecekti.
İnsan türünün, Platon ve Aristotales’ten bu yana cevap aradığı “iyi yaşam nasıl olmalıdır” sorusu da kaçınılmaz olarak bir kenara itildi. Toplumsal çıkar yoksa, bu konuyu düşünmeye de gerek yoktu. Ne toplumu ne de insanı daha da iyileştirmek için “yeniden yapmak” da söz konusu olamazdı.
Ahlakın ve vicdanın temel ilkelerine ulaşmaya olanak veren bu kavramlar ortadan kalkınca, en “iyi düzenleyici piyasaysa” her şeyin piyasa kurallarına tabi olması, “insanı ve toplumu yeniden yapma” hedefinin yerini “kar yapma” ilkesine bırakması kaçınılmazdı. Ahlak ve vicdan insani olmayan bir şeye tabi kılınırsa ortadan kaldırılmış olmayacak mıydı? Tabi ki olacaktı.
Artık paranın satın alamayacağı bir şey yoktu, daha doğrusu parası olan artık her istediğini satın alabilirdi. Sağlık bakımını, çocuğunun eğitimini, kişisel güvenliğini, hapse düşerse, artık özelleştirilmeye başlanan tutuk evlerinde kalacağı hücreyi, sahip olmak ama karnında taşımak istediği çocuğunu dokuz ay taşıyacak anneyi... İlaç şirketleri, artık ilaçları üzerinde deneyecekleri insanları, deney yapacakları embriyoları, devletler savaşlarını, istihbarat hizmetlerini...
Her yer piyasa olunca parası olan ekonomik ve siyasi olarak güçlenirken, yaşamını uzatırken, parası olmayan sürekli güçsüzleşmek, yok olmaya bırakılmak durumuyla karşı karşıya kalıyordu. Parası olan da haklı olarak (piyasa ahlakı ve vicdanı kapsamında) sahip olduklarını paylaşmıyor, sonuçlarına aldırmadan daha da arttırmaya çabalıyordu.
Bu koşullarda, mali kriz patlak verip de “piyasa en iyi düzenleyicidir” fantezisini tuzla buz edince, artık ahlaksızlardan, aç gözlülerden, yakınmanın ne anlamı olabilirdi. Geçenlerde bir Goldman Sachs müdürünün, New York Times’da da yayımladıktan sonra ortalığı karıştıran istifa mektubunda, Sachs dealerlerinin, müşterilerinden “muppet” diye söz etmesine, kurtulmak istedikleri varlıkları müşterilerine kakalama çabasını “fil avı” olarak nitelemesine, kendi çıkardığı enstrümanları satarken, bunlar nasılsa “patlayacak” diye “heç etmesine” şaşırmanın, kızmanın bir anlamı var mıydı? Hangi ahlak ilkesine dayanarak bu insanlara kızılacaktı? Kapitalizmin ahlakı da kuralı da buydu! Goldman Sachs da bu kurala uymaktan başka ne yapmıştı ki...
İş alıp-satmakla bitse...
Her şey özelleştiriliyor, her şey metalaştırılıyor. Liberal salakların yıllardır çiğnedikleri kokuşmuş sakızın aksine, bu süreç demokrasiye özgürlüklere değil kaçınılmaz olarak köleliğe, ekonomik baskı da siyasi baskıya “totalitarizme” gidiyor. Harvard Üniversitesi’nden Prof. Sandel geçenlerde bir yazısında, zamanında köleciliğe neden karşı çıkıldığını anımsatıyordu. İnsanların bir mal gibi alınıp satılması ahlaken kabul edilemez bulunuyordu bir zamanlar. Çünkü onu şeyleştiriyor, onurundan soyutluyor bir kazanç nesnesine dönüştürüyordu. Sandel aynı kuralın başka şeyler için de geçeli olduğunu vurguluyor: Örneğin Çocuklar alınıp satılamaz, vatandaşlar oylarını satamazlar. Neden çünkü bunlar kamusal/toplumsal çıkarlara uygun değildir. Biz buna devleti yönetenlerin bundan ekonomik kazanç elde etmeyeceği ilkesini ekleyebiliriz.
Ama bu kamusal çıkar, bir kez ahlakın ve vicdanın denkleminden, “iyi yaşam nasıl olur?” sorusunun cevapları arasından, çıkarıldığında, geriye yalnızca kar yapma ilkesi kaldığında, insanlar da alınıp satılır, çocuklar da (evlat edinme piyasasına bakabilirsiniz) organlar da...
Bu madalyonun öbür yüzünde de, İngiltere’de koalisyon hükümeti döneminde ortaya çıkmaya başlayan başka bir gerçek var. Sol Sosyal Demokrat “Charter 88” hareketinin kurucularından Stuart Weir’in geçen hafta Open Democracy sitesindeki yorumunda sergilediği gibi, özelleştirme programı çoktan özelleştirmenin ötesine geçerek 16 Yüzyılda, “ilkel birikim” sürecinin parçası olarak yaşanan “çevreleme” (enclosure) hareketine benzemeye başladı. “Çevreleme” hareketi, “kamusal toprakların” etrafını çitlerle çeviriyor, köylülerin kullanımına kapatıyor ve sermayenin kullanımına veriyordu.
Çevreleme hareketinin en önemli sonucu, köylüyü topraktan kopararak büyük bir “potansiyel proletarya” nüfusu yaratmış olmasıydı. O zaman bu “potansiyel proletaryayı”, mala mülke tehdit oluşturan bir kalabalık olmaktan çıkarıp çalışmaya zorlamak, sermaye ile buluşmasını sağlamak için, devletin devreye girmesi ve olağan üstü acımasız yasalar yapması (disiplin), şiddet (cezalandırma) uygulaması, bunu da çalışma ahlakı bağlamında doğallaştırması gerekmişti.
Bugün özelleştirme, metalaştırma süreci, kamusal alanları, kamusal hizmetleri, hatta yaşam dünyasının biyolojik süreçlerini, “çevreleyip” insanlardan aldıkça sermayenin kullanımına verdikçe yine büyük bir yoksul ve işsiz nüfus oluşturmaya başlamış durumdadır.
Ama, bu kez farklı. Kapitalizm yola yeni çıkmıyor. Bu kez kapitalizm bu işsizleri, iş sürecine çekerek kullanacak kapasiteden de yoksun, bu kez kapitalizmin bu gittikçe büyüyen nüfusa gereksinimi yok. Ama bunları denetim altında tutmaya, bunlardan kendini korumaya, bunun için de toplumun geri kalanını, orta sınıfları, işçi sınıfının iş sahibi olan kesimini harekete geçirmeye gereksinimi var. Bu da bizi günümüzün ve geleceğin “totalitariz”mine getiriyor.
Kaygı, Korku, “Sürekli Savaş”, biteviye hazırlık
Galiba ayırdında değiliz ama, “yavaş yavaş ısıtılan suyun içindeki kurbağaya” benzemeye başladık. Adeta, ne “adeta”sı, aslında, “1984” romanında betimlenen dünyada yaşıyoruz, ama bir türlü bunu kendimize itiraf edemiyoruz. Günlük yaşamımız, ruhsal süreçlerimiz (arzularımız, hazlarımız, zevklerimiz) yakından denetleniyor şekillendiriliyor, siyasi tercihlerimiz bizim dışımızda saptanıyor ve önümüze konuyor, her itirazımız, “terörizm”, “darbecilik, ruhsal bozukluk suçlamasıyla bize geri dönüyor.
Bu denetleme ve şekillendirme, günümüzün toplumlarında, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde iki aşamada gerçekleşiyor (bu konuda Prof. Mark Neocleous’un çalışmalarından yararlanıyorum). Birinci aşamada toplumu oluşturan bireylerde yaşam koşullarının güvenliğine ve geleceklerine ilişkin bir kaygı (anksiyete) ortamı yaratılıyor. Bu bir taraftan sürekli yeni doğal (felaketler)biyolojik (salgın hastalık, virüsler, sağlığa zararlı gıdalar), ekonomik (işsizlik, yoksulluk, emeklilik kaynaklarını kaybetme), siyasi (terörist saldırı, ayaklanma, savaş gibi) tehditler üretilerek, bu tehditlerden kaynaklanan kaygıları (anksiyete) güçlendirerek, gittikçe artan oranda“hastalık” kategorisine alarak, tıbbı tedavi, ilaç sanayiinin kar süreçlerine bağlayarak gerçekleştiriliyor.
Bu kategoride en önemli örnek ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği belli olmayan ama, gerçekleşmesi kaçınılmaz, olağan üstü zarar yaratmaya aday bir terörist saldırı tehdidi. Buna bağlı olarak asla bitmeyecek olan bir terörizmle savaş sürecine bağlı bir olağan üstü haldurumu.
İkinci aşama. Topluma sürekli bu tehlikeleri anımsatan, vurgulayan, toplumu bunlara karşı “dirençli”, “kolay toparlanmaya yatkın” olmaya “hazırlayan” bir söylem ve önlemler geliştirme süreci.
Bu iki süreci, kültür endüstrisinin, medyanın, yeni iletişim ve izleme teknolojilerinin günlük yaşama nüfuz etme düzeyiyle birlikte düşününce karşımıza, yaşamın her alanını gittikçe artan yaygınlıkta ve derinlikte denetlemeyi düzenlemeyi, öznellikleri şekillendirmeyi hedefleyen bir kapitalist toplum projesi çıkıyor.
Bu projenin içinde, seçimlerin, düzen partilerinin ve sivil toplum örgütü denen yapıların, burjuva liberal anlamda özgür bireylerin tercihleri üzerinde yükselen bir demokratik yönetim pratiği, rejim ya da devlet biçimi üretmesinin artık olanaksız olduğunu, bugün (1989’dan bu yana) yaşanantotaliterlerleşme sürecinin güçlenerek yayılarak ilerleyeceğini, ilerleyebilmek için yeni tehditler, savaşlar daha yakın daha sıkı daha derin denetim biçimleri üremeye devam edeceğini var saymak gerekiyor.
İnsanlığı bu kabustan, bu distopya gelecekten kurtarmak için, “komünist hipotezi” yaşama geçirmeyi bir kez daha denemekten başka bir yol kalmadığını görmek, göstermek gerekiyor. “İyi yaşam nasıl olmalıdır?” sorusunun cevabı da, bugün, işte bu “hakikati” benimseyerek, tüm insanlığın kurtuluşunun sorumluluğunu üstlenmeyi kabul etmekten geçiyor.

Tuesday 20 March 2012


'Normalleşme' - 'Arınma'

15 Mart 2012 -
Şener ve Şık serbest bırakıldılar. Bu iki gazeteci, yazar beraat etmediler, yargılanmaya devam edecekler. Tutuklanmalarına, haklarında dava açılmasına neden olan suçlamalar ortada duruyor.

Büyüklere Masallar
Ama birilerine göre, bu iki gazeteci, yazar serbest bırakıldığı için “normalleşiyoruz”, “otoriterleşme dalgasının bir ayağı kırılıyor”, zaten “hükümet de bu [cemaat’in-E.Y] ısrara karşı koyamadı” da bu arkadaşlar ondan tutuklandı. “Hükümetin çabaları diğer gazetecileri de özgürlüklerine kavuşturacak”. Kısacası sorun hükümetin dışından bir yerden kaynaklandı. Bu yer “otonom”, “cemaat” olarak tanımlanıyor, iktidara ortak olmaya, hatta ele geçirmeye çalışmasından (darbe mi ne?) söz ediliyor. Ama artık, bu “şey” dışarı itiliyor, etkisi kırılıyor. “Arınma sürecinin tıkanıklığı” açılıyor. Önemli olan “temizliğin, temiz meşru bir zemine oturtulmasıdır”.

Şimdi bu “normalleşme” manzarasının, Sivas Katliamı davasının zaman aşımından düşmesi, bunun milletimize için hayırlı olması dilekleri, dinci, gençler yetiştirme projeleri, kişiye özel çıkarılan yasaları, bürokrasiden işine gelmeyenlerin, hem de sayıları 100’lerle ifade edilecek çapta adeta “böyle buyurdu sultanım” diyerek bir el hareketiyle tasfiye edilmelerini, Suriye’ye müdahale projelerini. CIA, NSA şeflerinin, istihbarat alanındaki gelişmeleri inceleme ziyaretlerini, KCK tutuklamalarını, seçilmiş millet vekillerinin, “atanmışlar” tarafından içerde tutulmaya devam edilmesi, vb., gibi ufak tefek aksaklıkları içeriyor olması o kadar önemli değil. Önemli olan “arınma sürecinin” tıkanıklığının aşılması, “meşru bir zemine oturtulması”...

Tüm bunların “büyüklere masallar” olmaktan öte bir başka anlamı daha var. Bu anlamlara ulaşmaya çalışmak açısından bence önce, ilk aşamada şu üç saptamanın anlamını çözümlemek gerekiyor. “Normalleşiyoruz”, “arınma süreci”, “temizliğin, temiz meşru zemine oturtulması”, zaman aşımının “milletimize hayırlı olması”: Normalleşme, arınma, meşruiyet.

Bu “normalleşmenin” hedeflediği “normal”in normları nelerdir? Bu “normal”e giderken yaşanacak olan “arınmanın” hedefi nedir? Bu “arınma” hangi zeminde, ne gibi ilkelere dayanılarak meşrulaştırılacaktır? Bir katliamın sorumlularının bulunmayacak olması, ne bakımdan “hayırlı” olacaktır.

Kısaca devlet, AKP
Ne yazık ki bazı ön tartışmaları yapmadan bu sorulara cevap vermeyi denemek olanaklı değil. Bu da bizi yeniden devlet ve “güç” (iktidar) konularına gönderiyor ister istemez. Bu noktada devam etmeden önce, düşünme sürecimin nereden geldiğini ve ne yöne doğru gitmeye çalıştığını göstermek için bir not düşmek istiyorum:
Daha önceki bir yazımdan özetleyerek aktarırsam, AKP döneminde devlette, toplumla devlet ilişkisinde, yaşanan dönüşümün (kimilerine göre temizliğin- normalleşmenin) ana başlıklarını bana göre şunlar oluşturuyordu:

A) AKP döneminde, devleti oluşturan, ordu, polis, MİT, yargı, yürütme, diyanet gibi alt kümelerin arasındaki ilişkileri (dolayısıyla devletin biçimimi) “tanımlayan” görelilikler denkleminde ihmal edilemez değişikliler yaşanıyor. Devletle,ideolojik aygıtları arasındaki göreli bağımsızlık azalıyor, böylece devletin “sivil topluma” nüfuz etme derecesi artıyor.

B) Devletin girdileri açısından da önemli bir değişim söz konusu: Yeni kadroların ideolojik, kültürel hatta örgütsel/sınıfsal özellikleri, mali kaynakların geliş coğrafyalarındaki değişiklikler, güvenlik ve bilgi işlem teknolojilerinde, devleti oluşturan kristalleşmiş iktidar düğümlerini birleştiren, ağı yaşatan teknolojideki değişim, derinleşme ve yayılmada, yine bu yolla devletin sivil topluma nüfuz etme derecesindeki artış bu değişimin en önemli unsurlarını oluşturuyor.

C) Devletin, devletler arası hegemonya, “sistemiyle” ilişkisinde, buradan aldığı, teknolojik, finansal, siyasi girdilerde de “Büyük Ortadoğu Projesi”, devletin yüzünü “Doğuya dönmesi”, küresel hegemonya yaslanarak güç yansıtma stratejisi bağlamında önemli değişiklikler yaşanıyor.

D) Tüm bu değişikliklere paralel ve onlarla, çift yönlü nedensellik ilişkileri içinde, devlete erişmeye, nüfuz etmeye (son dönemde de birbiriyle rekabet etmeye) başlayan, devleti değişime zorlayan iki yeni güç odağı söz konusu. Birincisi genel olarak, bütün fraksiyonlarıyla birlikte bir siyasal İslam ve uluslararası Müslüman Kardeşler eksenidir. İkincisi de “cemaat” olarak adlandırılan yaygın, disiplinli, emir komuta zincirine, "komiteler” ağına, ideolojik ve pratik önderliklere ve özgün uluslararası bağlara sahip olduğu ileri sürülen bir örgütün (yapıntının) varlığıdır.

E) Bu değişimlerin yaşandığı zemini oluşturan “sınıflar matrisi”nde de bazı önemli yenilikler gözlemlenebilir. TUSİAD ve askeri ticari kompleks olarak tanımlayacağımız iktidar bloku unsurlarının ağırlığı, “blok”un içine giren yeni unsurların etkisi ile azalmış görünmektedir. “Devletten sorumlu sınıflar” içinde olduğu kadar, “organik entelektüeller” denen kesimde de kimi ihmal edilemez dönüşümler gözlemlenebilir.

Bu özette sunulan gözlemlerin, oldukça şematik, hatta en azından iki alanda yüzeysel kaldığı söylenebilir. Birincisi, AKP hükümetinin üzerinde durduğu, bu hükümeti gerekli kılan, yeniden üreten sınıf ilişkileri matrisi, bu matrisin ekonomi politiği (üretim, bölüşüm ilişkileri, “sermaye birikim rejimi” gibi alanlar), Mustafa Sönmez dostumuzun sürekli ortaya çıkardığı verilere karşın, hala büyük ölçüde özellikle kuramsal olarak doldurulmayı beklemektedir. İkincisi, toplumun dokusunda siyasal İslam’ın yükselmesiyle başlayan, AKP hükümeti döneminde, devletin topluma ve gündelik yaşama nüfuz etmesindeki derinleşmeye paralel olarak hızlanan dönüşümün kapitalizme ve emperyalizme karşı muhalefet direnişin dinamikleri açısından anlamı ve sonuçları henüz yeterince ortaya konamamıştır.

Bunlar bana göre de haklı bir uyarılar olacaktır. Ancak, bu gözlemlerin eksikliklerine karşın, AKP döneminde devlette ve toplumda yaşanan dönüşümü, “yeni normali” tartışmaya yardımcı olacak özelliklere sahip olduğunu düşünüyorum.

Türkiyeli (Türk, Kürt ve diğerleri) sol ve komünist hareket, devlet tartışmalarının da ortaya koyduğu gibi, şimdilik daha çok devletin “kurumlarına”, bu kurumlarla toplumu “kucaklama” sürecine, şiddet uygulama kapasitesine, ekonomi politiğine ilişkin konular üzerine kafa yormaktadır gibi geliyor bana. Bu siyasetin acil sorunları bağlamında çok yerinde bir tutumdur.

Uzun erimli dönüşümlere de dikkat
Ancak, daha yavaş ilerleyen ama, uzun erimli, bir kere yerleştikten sonra kalıcı olma kapasiteleri (yapışkanlığı) yüksek, siyasetin doğasını çok derinden etkileyecek dönüşümler de söz konusudur, bunları üzerinde düşünmeyi de ihmal etmemek gerekir.

Devletle toplum arasındaki bağların, siyasi-ekonomik iktidar noktalarını oluştura ağın, devletin kadro stokunun, uygun iktidar ve muhalefet söylemlerinin istikrarını ve yeniden üretimini, dolayısıyla da kapitalist üretim tarzının bu ülkedeki varlığını, onun sınıflar matrisini, tüm kriz eğilimlerine, krizde yeniden yapılanma çabalarının getireceği sarsıntılara karşın güvence altına alacak olanlar da bu dönüşümlerdir.

Geride bıraktığımız 30 yıl içinde kapitalist üretimin, malların hizmetlerin üretimine ek olarak, kültürün, arzuların ve inançların üretimi süreçlerini de gittikçe artan hızlarda metalaştırarak, birikim ve kar süreçlerini katmaya başladığını göz önüne alırsak, siyasal İslam’ın yükselmesiyle başlayan, AKP hükümeti döneminde, devletin topluma ve gündelik yaşama nüfuz etmesindeki derinleşmeye paralel olarak hızlanan dönüşümlerin kültürel boyutunu, çok kısaca yeni bireyi/öznellikleri üretme süreçlerini anlamaya çalışmak daha bir önem kazanıyor.

Feodalizmden (kapitalizm öncesi emek kontrol sistemlerinden) kapitalizme geçerken, emekçi mülksüzleşir, toprağa bağımlı olmaktan kurtulurken, ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Yeni özgürleşen emekçi, manifaktürün, sermaye disiplininin altına girmekte isteksiz davranıyor. Dönemin İngiltere’sinde, bir dilenciler, serseriler, hırsızlar, soyguncular nüfusu, “mülkiyete karşı suç işlemeye eğilimli” büyük bir tabaka oluşuyor.

Bildiğiniz gibi, sermaye, servet (birikmiş cansız emek) olmaktan ancak canlı emekle karşılaştığında çıkabilir. Diğer bir değişle kapitalist üretim tarzının oluşabilmesi için, işçiyle sermayenin buluşması, bu buluşmanın stabilize edilmesi ve yeniden üretilmesi gerekir.

İşte bu nedenledir ki, devlet, prekapitalist “devlet tipinden” kapitalist devlete dönüşürken, bu süreci, aynı anda emekçilerin bedenlerinin (yaşamlarının) denetimini, bu bedenleri sermaye için kullanılabilir duruma getirmeyi de, yeni yasalarla, disiplin-cezalandırma yöntemleriyle, onları işçileşmeye zorlama görevini üstlenerek yaşamak durumunda kalmıştır.

Kapitalist devlet kapitalist üretim tarzının ürünüdür ama, kapitalist üretim tarzı da ancak devletin ebeliğiyle doğabilmiştir. Buradan, beden denetimi, “biyopolitik” rejimlerinin, kapitalist üretim tarzında devletin konusu, iktidarın dayanağı olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

Siyasal İslam’ın ve AKP döneminin, Türkiye kapitalizminde 1950’lerden bu yana egemen olan biyopolitik rejimini değiştirmeye başladığını düşünüyorum. Sermaye birikiminin ve kapitalist düzenin istikrarı için, kendi yaşamını piyasa koşulları ve devletin gözetimi bağlamında denetleyen ve düzenleyen “özgür” bireylerin biyopolitik rejiminin, içine belli bir prekapitalist dönemin beden denetim rejiminden alınmış öğelerin katılmaya başlanmasıyla değişmeye zorlandığını düşünüyorum: Bu yeni öğeler, egemen biyopolitik rejiminin içine, beden estetiği (giysi, saç sakal tıraşı vb., kuralları), günün belli zamanlarında belli mekanlarda olma ve ritüellere katılma pratikleri, bunun için devreye giren “mahalle baskısı”, devletin kadro seçim kriterleri, cinsellikle ilgili, hazlara ve mekan kullanımlarına ilişkin kurallar üzerinden girerek onu çözmeye başlıyor.

Bu yeni biyopolitik rejimi, bireyin bedenini, zamanını, cinsel pratiğini sermayenin gereksinimlerini de göz ününe alarak yeniden, doğrudan denetim süreçleriyle düzenlemeyi hedefliyor. Bu denetleme süreçlerinin yeni denetim ve gözleme teknolojileriyle birleşmeye başlaması halinde de ortaya son derecede korkutucu, “devlet-sivil toplum- özel alan”ayrımlarını ortadan kaldırmaya eğilimli totaliter bir siyasi yapının çıkacağını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu siyasi yapıda artık, farklı siyasi partilerin varlığı, seçimlerin yapılıyor olması ya da olmaması bir fark yaratmayacaktır. Ama bir koşulun daha gerçekleşmiş olması koşuluyla...

Bu koşulu da konuşmaya başlayabilmek için yine kapitalizmin doğuş noktasına gitmemiz gerekiyor. Kapitalist sınıf, krala/sultana ve kiliseye karşı bir ekonomik ve siyasi özgürlük mücadelesi içinde doğdu, “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” den “sanat sanat içindir”e, “insanlar özgür doğar” savına, “nihayet her şey aklın eleştirisine tabi olacaktır”, bu eleştiriyle “insan dünyasını kendisi yeniden yapabilir” iddiasına kadar tüm önermeler, bildiğiniz gibi yeni bir “anlayışın” doğmakta olduğuna “Aydınlanma” olayına işaret ediyordu.

Bu süreçte yükselmekte olan sınıf, hazır bulduğu, başka bir sınıfa (kral ve papaz) ait olan değerler ve anlamlar sistemini, bu anlamlara ulaşma tekniklerini ve uygun süreçleri, neyin doğru neyin yanlışı oluğunu gösteren anlamlandırıcıları, bu anlamlar sistemi içinde konuşulabilecek olanların sınırlarını hedef aldı, onun yerine kendi yaşam koşullarına “hakikatine” uygun bir rejimi koymaya başladı.

Burjuvazi, tebaa, cemaat, yerine bireyi, kral ve papazın yerine halk iradesini, siyasi partileri, genel oy hakkını, kilisenin özel hayata günlük yaşama burnunu sokma hakkının yerine kişi özelini, “evin içi” kavramını, dini varsayımların yerineaklın eleştirisini, bilimi, anlamlandırıcı olarak ulemanın yerine sanatçıyı, filozofu, bilim insanını, kanıtlamasorumluluğunu koyan yeni bir “hakikat rejimini”, buna uygun söylemi geliştirdi ve koydu. Öyle ki kilise bile artık, inancın özgünlüğünü ve öznelliğini unutup, savlarını (tanrının varlığını) kanıtlamaya, bilimin kurallarına uymaya çalışır bir konuma itildi. Bu yeni “hakikat rejiminin” ürettiği, bireysel özgürlükler, kişinin kendi bedeninin sahibi olması (cinsel özgürlükler), sınıflar, halk iradesi, kamu çıkarı, demokrasi, düşünce özgürlüğü, etnik ve dini kimliklerin üzerinde vatandaşlık kurumu, devletle kilisenin ayrılması, devleti yönetenlerin siyasi bürokratik pratiklerinin, bireysel (aileleri ve yakınları da dahil) ekonomik kazanç elde etme pratiklerinden yalıtılması, her bireyin hukuk düzeni karşısında eşit sayılması, gibi bir seri yeni kavram kapitalist sınıfın, düşünce sisteminin, egemenlik söyleminin temeli, yeni “Aydınlanma geleneğinin” “hakikat rejiminin” bileşenlerini oluşturdular.

Modern işçi sınıfı siyaseti, sendikalar ve komünizm, bu zeminde ortaya çıktılar ve kendi söylemlerini, kapitalizmin eleştirisini geliştirerek Aydınlanma geleneğini bir adım iler götürdüler, Paris Komünü, Alman, Rus Devrimleri, emperyalizme karşı mücadele pratiklerini oluşturmaya “komünist hipotezi” yeniden gerçekleştirme çabalarına başladılar.

Kısacası Aydınlanma “olayı” ve onun “hakikat rejimi” olmasaydı, özgürlükler mücadelesi, modern komünizm olmazdı diyebiliriz. Çünkü insanlık kültürü kapitalist baskı ve sömürüyü konuşabileceği kavramlara, burjuvazinin mücadelesi, Aydınlanma geleneği olmasaydı sahip olmayacaktı. Burjuvazinin doğuşu, sınıf şekillenmesi tarihsel olarak Aydınlanma geleneğinin de doğuşu anlamına geliyordu.

Siyasal İslamin yükselişi ve AKP hükümetleri döneminde, Aydınlanma “olayı”nın “hakikat rejimi” güçlü bir saldırıyla karşılaştı. Siyasal İslam’ın ve onun partisi AKP’nin bir başka “hakikat rejimini” topluma dayatmaya başladığını düşünüyorum. Liberal-post modern entelijansiyanın bu saldırıda oynadıkları “yararlı salaklar” rolünü ve ahlaki ve düşünsel açıdan nihai iflaslarını ve intihalarını ise artık ayrıca konuşmaya gerek yok.

Siyasal İslam’ın, AKP’nin devlet üzerindeki etkisiyle topluma dayatmaya başladığı “hakikat rejimi”, esas olarak dini unsurlardan oluşuyor. Başbakanın “ulemaya soralım” anlayışından, Evrim Teorisi’ne açılan savaştan, “kişi özelinin kolaylıkla iğfal edilebilmesinden”, hukuksal süreçlerde, mevzuata uygun yargılamanın (due process) yerini keyfi uygulamalara bırakmaya başlamasından, bireysel özgürlüklerin yerini cemaatlerin haklarının almaya başlamasından, siyasette dini ahlakın ve geleneklerin söyleminin giderek güçlenmesinden, “ben kadın erkek eşitliğine inanamam” dan, din eğitime verilen büyük önemden, diyanet kadrolarının ve kaynaklarındaki artıştan, Kürt kimliğini dinci söylem altında eritme çabalarından, Sivas Katliamı davasının düşmesi üzerine “milletimize hayırlı olsun” saptamasına kadar, bir çok noktada bu yeni “hakikat rejiminin” izlerini görmek olanaklı diye düşünüyorum.

Bu yeni “biyopolitik” ve “yeni hakikat rejimi” süreçleri bence “yeni normali”, “normalleşme” denen süreci tanımlıyor. “Ayıklanma” da bir önceki “hakikat rejiminin” ve “biyopolitiğin unsurlarının” (kavram, pratik ve kadrolarının) ayıklanması anlamına geliyor.

Bu sürecin esas hedefinin, kapitalizmi ve emperyalizmi, ulusal baskıyı, komünizm açısından, bireysel özgürlükleri, insan haklarını, ulusal bağımsızlığı, liberal burjuva açıdan, işçi haklarını sendikal açıdan, cinsiyetler sorununu, kadınlar ve “gay”ler açısından konuşmanın ve savunmanın, olanaksız kılınması olduğunu düşünüyorum.

Eğer bu kaygılarımda biraz olsun doğruluk payı varsa sol, sosyalist, komünist, bırakın hareketleri, söylemlerin olanaksız kılınacağı, çünkü gerekli kavramların egemen anlamlar sistemi dışına itilmiş olacağı bir yere doğru gittiğimizi söyleyebiliriz. 

Friday 9 March 2012

Kapitalist Emperyalizm ve Devlet

(Sol.org - 07.03.2012)
Devlet konusunda düşünürken, devletler arası ilişkiler alanından, dolayısıyla “emperyalizm” kavramından geçmek kaçınılmaz oluyor. Devletler arası ilişkilerin her zaman, işbirliği dahi içerse, egemenlik ve bağımlılık ilişkileri olduğunu anımsayarak devam edersek üç uğrak saptayabiliriz sanırım.
Kapitalist emperyalizm kapitalizm öncesi imparatorluklardan farkını tanımlamak. Emperyalizmi bir devlet politikası (çıktı) olarak düşünmek. Emperyalizmi, bir sosyal formasyonun ekonomisinde, toplumunda, kültüründe ve devletinde içselleştirilen, dolayısıyla siyasi sonuçlar (çıktılar) yaratan bir dış etken (girdi) olarak düşünmek. Bu yazımda bu üç konuya ilişkin düşüncelerimi paylaşmaya[[i]] çalışacağım.

Kapitalizm (Kapitalist Üretim Tarzı) ve devlet

Emperyalizm konusuna devletin Kapitalist Üretim Tarzı’yla  ilişkisini iki yönlü düşünerek girmeyi deneyebiliriz.

Birincisi: Devlet, kapitalizmin oluşması sürecinde feodalizmden kurtulan emekçilerin sermayenin disiplini altına girmesi için gereken baskıyı sağlar (Bkz: Serserilik yasaları, zorunlu çalışma vb.,) ve bu baskıyı doğallaştırır. Diğer bir deyişle devlet bizzat Kapitalist Üretim Tarzı’nın doğum sürecine ebelik eder, ederken, kapitalist devlete dönüşür.

İkincisi: Her üretim tarzı zamanı ve mekanı kendi varoluş ve yeniden üretim özelliklerine göre düzenler. Bu bağlamda devletin bir diğer işlevi de, karşımıza, “pre-kapitalist” zamanı ve mekanı, kapitalist üretim tarzının oluşmasına, yeniden üretimine göre dönüştürmek, yeniden düzenlemek olarak çıkar. Bu noktada Deleuze ve Guattari’nin Anti- Oedipus yapıtından bir kavramı ödünç alırsak, devlet karşımıza salt bir disiplin ve cezalandırma “aracı” olarak değil bir zaman ve mekan düzenleme “makinesi” olarak da çıkar.

 Bu iki saptamadan hareketle, devletin kapitalist üretim tarzının organik, olmazsa olmaz bir parçası olduğunu söyleyebiliriz: Kapitalist devlet kapitalist üretim tarzının ebesi ve organik bir parçasıdır!
Kapitalist üretim tarzının devleti karşımıza ulus devlet olarak çıkar. Bu ulus devlet, ya etnik temelli, ya da etnik aidiyetleri aşan bir vatandaşlık iddiası temelinde şekillenir. Sonuç olarak, kapitalizm altında ulus devlet, küreselleşmeci söylemde iddia edildiği gibi önemini yitiremez, ima edildiği gibi ortadan kalkamaz. Ya yıkılır (savaş, işgal, devrim), ya da yeni ulus devletler doğurmak üzere bölünür. “Küreselleşme” tartışmaları bağlamında ortaya atılan “piyasa devleti” kavramı, bu gerçeği değiştirmez, sermayenin iktidar biçimindeki değişikliği hem ifade eder hem de meşrulaştırmayı amaçlar. Tüm ulus devletlerin üzerindeki “İmparatorluk” (Hardt ve Negri) kavramı bir ulus devletin, diğerlerini bir “imparatorluk projesi” bağlamında disiplin altına alma, zayıflatma (geçirgenleştirme) ya da yıkarak, bölerek yeniden şekillendirme sürecini gizler.

Devletin Kapitalist Üretim Tarzı’yla bu iki yönlü ilişkisinden hareketle, Daha önceki yazılarımda “Kapitalist toplumda devletin, sermayenin mekan ve zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini kolaylaştıran, kar oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen (düzenlemeye çabalayan), ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal değişiklikleri gündeme getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte uygulayan, uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları yaşatan, ya da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri oluşturan kültürel süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen, bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma” olarak düşünülmesinden” yana olduğumu vurgulamıştım.

Bu bağlamda, devletin Kapitalist Üretim Tarzı’yla  ilişkisinin, yukarda değindiğim iki boyutu, kapitalist üretim tarzının yeni alanlara yayılma süreçlerini, dolayısıyla kapitalist emperyalizmi düşünme süreçlerimize de yardımcı olacaktır.

Kapitalist devlet ve Kapitalist emperyalizm

Kapitalist emperyalizmin, kapitalizm öncesi imparatorluklardan en önemli farkı, iradesini esas olarak ekonomik ve kültürel yollarla dayatabilmek, siyasi baskıya daha az, ilhak ve savaşa (açık şiddete) en son çare olarak baş vurmaktır diyebiliriz. Lenin’in vurguladığı ilhak eğiliminin, her zaman var olmakla birlikte,  ekonomik ve kültürel yollar, siyasi baskı tükenmeden gündeme gelmediğini düşünüyorum. Bu, ilk anda bir totoloji gibi görünebilir ama kapitalizm öncesi imparatorluklarda, ilhak eğiliminin ve şiddetin, her zaman yayılmanın  en temel aracı, kaçınılmaz durağı olduğunu görüyoruz. Roma, siyasi koruması altına aldığı halkları, devletleri, bir adım  sonra  mutlaka ilhak ederdi.

Bir adım daha ilerleyebilmek için biraz gerileyerek, Karl Marx’ın Kapital III. cildinin 3. Bölümü’nün 2. Kısmı’na, kar oranları düşme  eğilimi yasası ve karşıt eğilimlerine bakmak gerekiyor. Burada kar oranları düşme eğilimini tartışmayacağım, yalnızca bu eğilimin, artı değer üretiminin düşmeye başlaması temelinde sermaye birikim sürecinin yeniden üretim ve genişleme olanaklarını ortadan kaldıran bir dinamiğe dolayısıyla, sermaye devresinin kırılması olasılığına, diğer bir değişle kriz eğilimlerine işaret ettiğini saptamakla yetineceğim.

Kapital’in III. cildinin bu bölümünde beni ilgilendiren, bu kriz eğilimlerini bastıran karşıt eğilimler, diğer bir deyişle, sermayenin kriz eğilimlerini öteleme refleksleri. Bunun da bizi doğrudan devletin stratejik “çıktılarına”oradan da emperyalizm konusuna götüreceğini düşünüyorum.

Kriz, kar oranları düşme eğiliminin egemen olmaya başlamasıyla ortaya çıkıyor ve  kendini aşırı üretim / birikim (eksik tüketim ve yatırım) ve sermaye birikim süreci içine katılamayan fazla nüfus olarak gösteriyor.

Sermayenin [[ii] ] ilk tepkisi sömürü oranlarını arttırmaya çalışmak oluyor. Bu ücretlerin düşürülmesi, makineleşme, çalışma saatlerinin uzatılması, hızlandırılması, işten çıkartma vb., “sınıfa karşı sınıf” dinamiğini içerdiğinden hemen iki sonuç doğurmaya başlıyor. Birincisi, bu önlemler işçi sınıfının (açık yada dolaylı) direnişine çarparak siyasi sonuçlara yol açıyor. İkincisi, uygulanabildiği oranda da, yoksulluk  ve fazla nüfus üretiyor, karların gerçekleşebilmesi için gerekli toplam talebi azaltarak, aşırı üretim  sorununu ağırlaştırıyor.

Bu koşullarda, sermaye sorunlarını, mal ve sermaye (hatta nüfus) ihracatı yoluyla bölge dışına kaçarak çözmeyi denemeye başlıyor. Böylece sermaye, yeni alım gücüyle, tasarruflarla, ucuz doğal kaynaklarla, iş gücüyle karşılaşma olasılığı buluyor. Ancak bu olasılığın gerçekleşebilmesi için hem sermayenin bu bölgeye girebilmesi, hem de girdiği yerde, kendi özelliklerine uygun koşullarla karşılaşması gerekiyor.

Kapitalist emperyalizmin jeopolitiği

Çoğu kez sermaye, bu yeni coğrafyaya girme konusunda engellerle, geldiği coğrafyadan farklı, ekonomik, yasal, kültürel koşullarla karşılaşıyor. Kapitalist devlet ve emperyalizm konuları tam da bu noktada kesişmeye başlıyor.

Kapitalist (emperyalist) devlet hem sermayenin girişini zorlaştıran engelleri kaldırmak hem de, hedef coğrafyadaki mekânsal ve kültürel yeniden yapılanmayı gerçekleştirmek, kısacası bu coğrafyayı gelmekte olan sermayenin kullanılabileceği biçimde “açmak” üzere devreye giriyor.

 Burada kabaca iki olasılık söz konusu. Biri klasik imparatorluk ya da sömürgecilik politikalarıyla hedef coğrafyanın devletinin zorla yıkılması, toplumsal dokusunun çözülmesiyle ilgili.

Her ne kadar bu gün benzer süreçleri, Afganistan, Irak, Libya’da gördüysek, Suriye de bu yöne doğru itilmekteyse de beni daha çok ikinci  olasılık ilgilendiriyor. Zaten ilk olasılık da bu gün, baştan hesaplandığı biçimde gerçekleşemiyor, devlet yıkılsa ve toplumsal doku çözülse de coğrafya ilk başta amaçlanan düzeyde kullanıma açılamıyor.

İkinci olasılık, hedef coğrafyanın kapitalist emperyalizme uygun biçimlerde, devleti yıkılmadan, toplumsal dokusu çözülmeden açılmasıyla ilgili. Bu olasılıkta, bölge dışına çıkarak kendine yeni avlanma alanları arayan sermayenin korunması ve yeniden üretimiyle ilgili ulus (emperyalist) devlet, hedef coğrafyayı, bu coğrafyanın içindeki dinamiklerle eklemlenerek, onları yönlendirerek, onların desteğini alarak açıyor.

Burada, birincisi, gelen sermayenin kapitalist sınıflarıyla, hedef coğrafyanın egemen sınıfları arasında, ikincisi, gelen sermayenin devletiyle, hedef coğrafyanın devletinin “devletten sorumlu sınıfları” arasında, üçüncüsü de gelen sermayenin “organik entelektüelleriyle” hedef coğrafyanın “organik entelektüelleri” arasında gerçekleşen, üç boyutlu bir eklemlenmenin, hatta ittifakın gerçekleştiğini görüyoruz.

Bu bağlamda, hedef coğrafyanın ekonomi yönetme ve bunu dış dünyaya bağlama biçimleri, emek kontrol rejimleri (haklar ve özgürlükler, işçi sınıfı örgütlenmeleri) siyasi temsil sistemleri (siyasi parti yapıları, yasama, yürütme, yargı ilişkileri, yerel yönetimler) değişiyor. Bu süreçte emperyalist etki, finans, teknoloji, devlet yönetme kültürü üzerinden gerçekleştirdiği girdilerle devletin rejimini, hatta “biçimini” değişmeye zorluyor, değişmesini sağlıyor.  Bu sürecin ve  oluşmaya başlayan devlet çıktılarının meşrulaştırılması, topluma anlatılması, egemen sınıfların “devletten sorumlu” sınıflarının, emperyalizmin kendilerine sunduğu ittifakları kabul etmesi için gerekli kültürün üretilmesi de organik entelektüellerin çabalarıyla gerçekleşiyor.

Kimi zaman Türkiye’de izlediğimiz gibi, bu değişiklikleri başlatan ve destekleyen ittifaklarda da zaman içinde önemli dönüşümler gerçekleşebiliyor. Örneğin devletten sorumlu sınıflar olarak, bu açılmaya gereken hıza uyum sağlayamayan “Kemalist” kadrolar (teknokrat/bürokrat entelijensiya), yerini Siyasal İslam’ın  bu açılımı kendi projesine uygun bulan teknokrat/bürokrat entelijansiyasına bırakıyor. Bu dönüşümde de kapitalizmin organik entelektüelleri, (liberal entelijensiya) çok kritik bir aracı (Lacan’dan alırsak, “kaybolan aracı” -işi bittikten sonra yok olan etken) rolü oynuyor.

Kısacası bu ikinci yolda emperyalizm karşımıza, toplumu ve devleti salt dışarıdan kuşatan bir basınç/irade değil, artık ülkedeki egemen sınıflar ittifakının (iktidar blokunun), devletin bileşenlerinin, toplumda egemen popüler kültürün, dahası eğitim sistemlerinin, “epistemik toplulukların” bir parçası olarak çıkıyor.  Bu koşullarda da, emperyalizme karşı mücadele kapitalizmin ekonomik, siyasi ve kültürel tüm boyutlarını içermediği (Kapitalist Üretim tarzını hedef almadığı) koşullarda, hele salt bir “bağımsızlık” fantezisi üzerine dayandırılmaya çalışıldığı durumlarda başarısızlığa mahkum oluyor. Dahası kapitalist üretim tarzını hedef almayan bir anti-emperyalizm, emperyalizmin  zaman içinde değişen mekan düzenleme politikalarının yaşama geçirilmesinde işlevsel olmaktan kendini kurtaramıyor.
Bu sürecin, eskiden kullanılan, ama Gramsci’nin hegemonya teorilerinin uluslararası ilişkiler alanına uygulanmaya başlanmasından sonra gereksizleşen bir kavramla “alt emperyalizm” olarak tanımlanan bir boyutu daha var. Bu da emperyalist devletin, bir hedef ülkenin devletini, o ülkenin coğrafyasının düzenlenmesinin ötesinde, o ülkeyi, bir bölgeyi açmakta kullanmaya çalışmasıyla, emperyalist devletler arası rekabette belli yönlerde davranmaya zorlanmasıyla ilgili süreçlerden kaynaklanan bir boyut. Ama bu boyutun tartışılmasını, “dünya sistemi”, “hegemonya” ve kapitalist devlet bağlamında düşünen bir yazıya bırakıyorum.



[i] Emperyalizm tartışmaları uzun süre birbirini tamamlayan ama birbirinden  kopuk gelişen iki alanda ilerledi. Tipik emperyalizm tartışmaları: Emperyalist devletlerin politikaları ve rekabet süreçleri. “Gelişme ve Geri bıraktırılmışlık”, “Bağımlılık” tartışmaları: Emperyalist devletin/sistemin, diğer hedef toplumlar üzerindeki etkileri. Geride bıraktığımızı 30 – 40 yıl içinde bu eksiklik üç koldan giderilmeye çalışılırken son derecede yararlı teorik gelişmeler ortaya çıktı ve çıkmaya da devam ediyor. Birinci gelişme Immanuel Wallerstein’in öncülüğünde başlayan “Dünya sistemi” çalışmaları. İkincisi, David Harvey’in  Kapitalizmin Jeopolitiği (mekan düzenleme dinamikleri) üzerine çalışmaları. Üçüncüsü Robert W. Cox’un açtığı kapıdan girenlerin başlattığı, Gramsci’nin savlarını uluslararası ilişkilere taşıma çabaları.  Bunlara bir de 2009’da kaybettiğimiz Giovanni Arrighi’nin bu üç yaklaşımı bir sentez biçiminde birleştirmeyi deneyen çalışmalarını da eklemek gerekir. Lenin’in adını anmaya bile gerek yok. Çünkü tüm bu tartışma alanı esas olarak onun inşa ettiği temel üzerinde yükseliyor.

[ii] Anlatımı kolaylaştırmak için “antropomorfize” ediyorum. Süreç aslında, şirket fabrika yönetim (management) stratejilerini, teorilerini,  hükümet politikalarını, sermayenin organik entelektüellerinin müdahalelerini vb., içeriyor.