Friday 19 July 2013
Zor dönemin, tatsız bir konusu -Ergin Yıldızoğlu
Kapitalizm küresel çapta derin bir mali kriz yaşıyor. Bir “Büyük Bunalım” bu. Beş yıl oldu hala çıkışa ilişkin ufukta hiçbir işaret yok. Kapitalizmin yapısal krizi içinde başlayan teknolojik gelişmeler, “neo-liberal” küreselleşme süreçlerinin etkileri yeni sınıf şekillenmelerine yol açtı. Mali krizin yıkıcı etkileri toplumları sarsarken, bu yeni sınıf şekillenmeleri de, kendilerine özgün toplumsal hareket ve muhalefet biçimleriyle birlikte su yüzüne çıkmaya başladılar.
Yönetici sınıflar bu yeni biçimlere uyum sağlamakta zorlandıkça, ekonomik kriz, siyasi, ideolojik boyutlarıyla, kapitalist toplumun her alanını kapsayan organik bir özellik kazanıyor.
Mao’nun deyimiyle “gök kubbenin altında kaos var. Koşullar mükemmel.” Koşullar, kapitalizmin, ufkunun ötesine geçen yeni bir toplum projesini başlatmak için mükemmel!
Bu koşullarda, kapitalizmin yapıları, toplumsal mutabakatlar, sınıflar arası dengeler sarsılır, hızla değişme, mutasyona uğrama özellikleri sergilerken; sosyalist hareketin de bu toplum projesi bağlamında, bu kargaşaya uyum sağlayabilmek, müdahale edebilmek, insanlığın önünü açarak, “barbarlık olasılığını” ortadan kaldırmak için en geniş güçler yelpazesini bir araya getirmek için, en büyük taktik esnekliği göstermesi gerekiyor. Ancak en büyük taktik esneklik, eğer bir stratejik kararlılık ve teorik berraklık varsa başarılı olma şansı elde edebiliyor.
Tam bu sırada, “Gezi olayı” patlak verdi. Her tarihsel “olay” gibi, kendi hakikatini, insanını, hatta ahlakını yaratmaya başladı. Gezi’deki yaşam biçimi, tüm ülkeye yayılan forumlar “yeni bir şeyle” karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Sosyalistlere de bu “yeni”yi anlamak, anlamlandırmak, teorik berraklığa dönüştürmek düşüyor.
Ancak bu “yeni” anlamını kolaylıkla ele vereceğe benzemiyor. Bu “yeni”nin daha önce görülmeyen ama, şimdi anlamlandırılması gereken bileşenlerinden biri de siyasal İslam içinden çıkan ve kendini “devrimci/anti-kapitalist Müslümanlar” olarak tanımlayan “yapılanma.”
Bu yapılanma şimdilik küçük hatta önemsiz sayılabilecek bir gruplaşma oluşturuyor. Ancak bu yapılanma, Gezi olayı sırasında siyasal İslam’a, bugüne kadar kendisine kapalı olan bir siyasi coğrafyaya girme, orada siyasi çalışma (ajitasyon, propaganda ve örgütlenme) yapma, “sokak iftarı” düzenlemeleriyle, liberal İslamcı yazarların artan ilgileriyle genel olarak toplumda profilini yükseltme, adını duyurma olanağı elde etti.
(...)
Yazının devamını okumak için "tık"layınız
Tuesday 9 July 2013
Küfürün ardındaki “mantık”
Birgün Pazar Ekinde yayımlandı (07/07/2013)
Başbakan, çevresi, “Gezi Olayı”nı en yüksek önyargıyla,
orantısız fiziki şiddetin yanı sıra beklenmedik yoğunlukta "simgesel”
şiddetle bastırmaya çalıştılar. Polis İstanbul’u yine işgal etti evlerin içine
kadar gaz sıktı, önüne geleni darp etti. Başbakan “çapulcu”dan başladı, ayyaşla
devam etti, yardımcısı hızını alamayıp “Yahudi komplosu”na kadar gitti. Yandaş
basının ise freni tamamen patlamıştı, embesiller, köpekler, pezevenkler...
Fiziki şiddetin, siyasal İslam’ın hegemonya projesinin
rıza ayağının zayıflamasıyla ilişkisine daha önce değinmiştim. Burada
Başbakan’ın ve çevresinin, protestoculara karşı, çapulcu, dış mihrak, “bunlar” betimlemeleriyle, “sidik kokuyor”, “camide içki içildi”, hatta “grup seks yapıldı” ifadeleriyle harekete geçirdiği “simgesel
şiddet” üzerinde durmaya çalışacağım.
Bu orantısız, simgesel şiddetin arkasında sanırım iki
dinamik yatıyor. Birincisi Siyasal İslam’ın kapitalist devletin parlamenter demokratik
biçimini anlamaktaki, uyum sağlamaktaki zorluğuna ilişkin. İkincisi de, AKP
seçkinlerinin “olay” karşısında yaşadığı travmanın ürünü.
Çoğunluk saplantısı
Bildiğiniz gibi
“Parlamenter demokrasi” çok temel bir grup varsayıma ve görüntüye dayanır. Seçimle
gelenler seçimle giderler, sonra yine gelebilirler. İktidara ancak, rejime,
egemen sınıfa, kapitalist sisteme sadakati olan partiler gelebilir. Kapitalist
devletin bu biçiminde, hükümet, görünüşte
bireyin özel hayatından uzak durur, egemen sınıf fraksiyonları karşısında tarafsızdır, siyasetçiler siyasi
faaliyetlerinden ekonomik çıkar elde
etmezler. Tüm vatandaşlar devletin, hükümetin gözünde eşittir “biz” diye herkesi kaplayan bir şey vardır.
Bazen, yönetmek
ekonomik yada siyasi nedenlerle zorlaşmaya başlayınca, bu varsayımlar, bu
“görüntü” sayesinde, hükümet partileri, rahatlıkla bir erken seçimle, daha
fazla yıpranmadan hükümetten, yükü muhalefetin omuzlarına yıkarak, kaçmayı
seçebilirler.
Muhalefete geçen
parti, gerçek özellikleri (sermaye sadakati) ortaya çıkmadan, “görüntüyü”
korumuş olarak kenara çekilir; kendini toparlamak, liderini, vitrinini
değiştirerek “yenilenmek” için zaman kazanır, bir dahaki seçimlere yaralarını
sarmış, şansını arttırmış olarak girer; “düzen” de “yorulan atını”,
dinlenmişiyle değiştirerek yoluna devam eder.
Parlamenter
demokrasinin böyle, düzenli olarak değişen hükümetler aracılığıyla istikrarlı
biçimde işleyebilmesi bazı olmazsa olmaz önkoşullara dayanır
Sırayla hükümete
gelen partilerin arasında ve ülkenin simgesel dünyasında, toplumda egemen “hakikat rejimi”, “estetik rejim” “disiplin
cezalandırma, kontrol rejimi” üzerinde bir mutabakatın olması gerekiyor. Bu
“mutabakat” üzerinde partiler, vatandaşlar
kendilerini “aynı dünyaya” ait
hissediyorlar.
Bu rejimlerden,
birincisi toplumun bireylerinin, “doğruyu”
“yanlıştan” ayırmasına sağlayan
kodları, anlam sisteminin dayanaklarını sunuyor. İkincisi, toplumun belli
ürünleri sanat olarak tanımasına, “güzelin”
ve “çirkinin” ölçütlerini bilmesine olanak
veren simgesel kodları, kurumsal yapıyı, paylaşılan duyarlılıkları düzenliyor.
Üçüncüsü, devletin vatandaşlarına, “görüntüyü” bozmadan meşruiyetini
kaybetmeden uygulayabileceği “şiddetin”
sınırlarını, “disiplin ve cezalandırma
kurumlarının” dayandığı ilkeleri belirliyor.
Bir toplumda, bu
rejimlerden en azından biri üzerinde “savaş” sürüyorsa, “biz” kavramı yerini
“biz ve “onlara” bırakıyor, “parlamenter demokratik düzen”, dolayısıyla
meşruiyet anlayışları değişiyor demektir.
Türkiye’de 10 yıllık AKP döneminin, Mısır’da, Tunus’ta Müslüman Kardeşler hareketinin,
deneyimlerinin gösterdiği gibi, Siyasal
İslam’ın partileri, seçimle gelince, yukarda işaret ettiğim üç “rejimi”
değiştirerek, herkesi kendilerinden yaparak (“Ah! Gençlere geleneğimizi
öğretemedik” filan), farklı dünyaları yok ederek sonsuza kadar iktidarda
kalabileceklerini düşünüyorlar. Toplumun geri kalanı isyan edince de şaşırıyor,
hırçınlaşıyorlar.
Bu partiler
muhalefetle karşılaşınca, “Biz
çoğunluğuz, istediğimizi yaparız. Siz susun” diyorlar. Ama, benliğinin “çekirdeğinin”
tehdit altında olduğunu düşünen muhalefet, haklı olarak susmuyor. O zaman da Siyasal
İslam hareketi, tam sahip olduğunu düşündüğü arzu nesnesine aslında sahip
olmadığını görmenin, elindeki ekonomik ve siyasi olanakları kaçırmanın
korkusuyla, adeta bir histeri krizine
giriyor. Yeniden bu kez daha şiddetli “Biz
çoğunluğuz siz susun”. Ama susmuyorlar. Yeniden daha da şiddetli saldırgan
bir dille: “Çapulcular, sarhoşlar, dış
mihraklar, embesiller, pezevenkler, hatta sapıklar, dinsizler .
Paranoya- şizofreni- kıskançlık
AKP hükümeti on
yıldır kendine ve topluma “biz iç ve dış
dinamiklerin çakışmasının ürünüyüz”ü anlatıyordu. Liberallerin ve Yetmez Ama Evet”çi yararlı salakların
hemen yalayıp yuttuğu bu söylemin altında, yukardan AKP, tabandan siyasal
İslam’ın toplumsal mühendislik projesi ilerliyordu. AKP hem içerde hem de
dışardan, “askeri vesayet”, değişim, demokrasi fantezilerine, bu mühendislik
projesine onay alarak, toplumsal
muhalefeti susturuyor iç rahatlığıyla yoluna devam ediyordu.
Birden, “Gezi
olayı” patlak verdi. Bu patlamanın travmasıyla, AKP ve Siyasal İslam’ın simgesel
dünyaları sarsıldı, destek aldıkları, yaptıklarını onaylayan ses kesildi, dayandıkları “anlamlar zinciri” koptu… Onaylayan ses susunca, hatta yerini
itiraza uyarıya bırakınca, bir belirsizlik, güvensizlik oluştu, sonra, tutarsız
hatta anlamsız ünlemeler, korku, şizofrenik-paranoya:
“Bunlar aslında bize karşı! Adamın
arkasındaki adam kim? Yıllar önce planlandı? Düğmeye bastılar.”
Korku, “Gezi”
olayını bastıramayınca paniğe dönüştü, panik abuk sabuk konuşma hezeyanları
yaratmaya başladı, hedef aldığı kitlenin, şiddeti iktidarsızlaştıran mizahı ve
kahkahasıyla karşılaştıkça, dayanışmasıyla, “Direnayol”uyla farklı özgür bir
dünya şekillendikçe, korkunun yanına kıskançlıkta
eklendi: “Bu alçaklar ne kadar
eyleniyorlar, birlikte haz alıyorlar”... Çapulcular, Vandallar diye başlayan,
simgesel şiddet, giderek cinsel fantezilerle zenginleşen saldırılar, küfürler
üretmeye başladı.
Thursday 27 June 2013
“Gezi Olayı”nın, yarattığı yeni “zaman” üzerine düşünürken
“Olay”, zamanın,
aynı içeriği tekrarlayan, birbirini izleyen homojen birimler (tesbih taneleri
gibi...) olarak akışını kırar, Hamlet’in deyimiyle “zaman eklem yerinden çıkar”. Daha önce olmayan olasılıklar zamanın
içine girmeye, zaman sonsuzlaşmaya başlar. Yeniden homojen akışına geri
döndüğünde artık yeni bir içeriği tekrarlayan bir zaman olacaktır. Ta ki bir
daha kırılana kadar...
“Gezi Olayı”nın
devrimci bir kriz dönemi başlatıp başlatmadığını henüz bilemiyoruz, ama yeni
bir zamanı başlattığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Gezi Parkı’nda ortaya çıkan
“yaşam dünyasına”, “yeni insana”, “Duran
Adam” ve “Abbasağa Forumu” (mantar gibi
biten yerel forumlar) fenomenine, zamanın değişen hızına ve içine giren yeni
olasılıklara, tartışmalara bakmak yeterli...
Ben bu yazıda, bu
“yeni zaman” üzerinde düşünmeye çalışıyorum. Düşünmeye de Karl Marx’ın Louis Bonapart’in 18. Brumaire’i
başlıklı denemesinin ilk sayfalarındaki, bugün bizi doğrudan ilgilendirebilecek
bir paragrafla başlamak istiyorum.
Marx, zamanın
kırıldığı ve tarihin yeniden yapılma olasılığının zamana girdiği “anlarda”,
örneğin devrimci krizi dönemlerinde, tarihi yapmaya kalkanların, “yeni zamanın”
özgünlüğünü değerlendiremeyerek, taklitçiler konumuna düşme olasılığına, şu
saptamayla işaret ediyordu: “İnsanlar kendi tarihlerini, kendileri
yaparlar, ama canları istediği gibi ve kendi seçtikleri koşullar içinde
yapmazlar, doğrudan içinde bulundukları ve geçmişten bugüne devrolunan koşullar
içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla
yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve tam kendilerini ve şeyleri devrimcileştirmeye,
yepyeni bir şey yaratmaya başlamış gibiyken bile, özellikle böyle devrimci kriz
dönemlerinde, aceleyle ve endişeyle geçmişin ruhlarını yardıma çağırır, dünya
tarihinin bu yeni sahnesini bu saygın görüntünün arkasına gizleyerek sunmak
(anlamlandırmak - E.Y) için, bu ruhların isimlerini,
sloganlarını, kostümlerini alırlar.” Sonra da ekliyordu: “Yeni bir dili öğrenmekte olan kişi
başlangıçta, onu hep kendi anadiline çevirir. Ancak, ne zaman yeni dili, eskiyi
anımsamadan, ana dilini unutarak konuşmaya başlar, o zaman o dilin ruhunu
özümser, içinde yolunu bulabilir ve kendini özgürce ifade etmeye başlayabilir.”
Bizler de benzer
bir durumla karşı karşıyayız. “Gezi Olayı”na, geçmişten bize devredilenlerle,
“eski dilin” içinden gelen sorularla yaklaşıyoruz. Bu belki kaçınılmaz ama,
hızla eleştirel aklın süzgecinden geçirilip işlenerek aşılması gereken bir
durum oluşturuyor.
Örneğin, çoğu kez
bir “kopuş” noktasında olduğumuzu unutup, ya da olduğumuzun ayırdına varamayıp,
“Gezi direnişinin/isyanının” vb., hazırlıklı, örgütlü olmadığından, hatta
örgütlenmekte isteksizliğinden, gelecek vizyonu, program yokluğundan, bir
sonraki adımı tasarlamadaki beceriksizlik ya da isteksizliğinden
yakınabiliyoruz.
Diğer bir
deyişle, “Gezi olayı” ile başlayan zamanın dilini henüz tam olarak
öğrenemediğimizden, kaçınılmaz olarak “eski”, önceki zamanın diliyle konuşmaya
çalışıyoruz. Örneğin kendiliğinden hareketin önemini vurguluyoruz ama,
abartmamak gerektiği konusunda kendi kendimizi uyarmadan da edemiyoruz.
Halbuki, “Gezi
Olayı”nı doğası gereği maddenin hareketi, siyasete konu edelecek nesnel durum
olarak düşünürsek, bu soru ve kaygıların çoğundan kurtulur, “Gezi Olayı”nın
başlattığı zaman içinde “biz” ne yapacağız, yapmalıyız diye düşünmeye
başlayabiliriz. Diğer taraftan, dikkatle bakarsak, “Gezi Olayı”nın ve
forumların çok belirgin örgütlenme ve iletişim biçimleri yarattığını görebiliriz.
Burada sorun bir örgüt yokluğuyla, örgüt karşıtlığıyla değil, şekillenen
örgütlerin doğasının ve potansiyellerinin anlaşılabilmesiyle ilgilidir diye
düşünüyorum.
“Gezi Olayı”nı bir
durumun içinde patlak veren olay, tarihin maddesinin bir hareketi, “Forumlar”ı
onun izleri, “dışımızdaki nesnellik” olarak düşünürsek, Lenin’in felsefe defterlerinde Hegel’in diyalektiğini
çalışırken yaptığı şu kısa özet üzerinden hareket edebiliriz: “İnsan dünyayı
tatmin edici bulmaz onu pratiğiyle değiştirmeye karar verir.” (sf 213). “Kendisi
için, dış dünyanın nesnel bir resmini oluşturan insanın pratiği, dışsal
güncelliği değiştirir, belirlenmişliğini yıkar (niteliğinin şu veya bu yanını
değiştirir), ondan izlenimselliğin izlerini çıkarır...”(218)
Bu kısa alıntıda
iki noktaya dikkat çekerek ilerlemeye çalışacağım. Birincisi, dış dünyadan
tatmin olmuyorsak, onu idrak etmenin ve değiştirmenin yolu pratikten geçiyor
(Pratik-İdrak- Pratik). İkincisi, dış dünyanın kendimiz için, bizim pratiğimize olanak verecek bir nesnel resmini
oluşturmamız gerekiyor. Burada insanın
aklına, ister istemez Hegel’in, Tinin Fenemonolojisi kitabındaki, “Güzel Ruh”
kavramını getiriyor: “Güzel Ruh”, dünyayı müdahale etmesine olanak sağlayacak
biçimde tanımlamayı başaramayarak kendini pasifliğe, sürekli yakınan mükemmeli
arayan ama bir türlü pratiğe geçemeyen, davranamayan bir konuma sokar. Bu bağlamda, ilk adım adeta, nesnel dünyayı
değiştirmeye yönelik pratik eylemden önce, simgesel sistemi değiştirmeyi hedef
alan bir eylem olarak çıkıyor.
Bu nedenle Gezi
Parkı’nda yaşananları nasıl tanımlayacağımız büyük önem kazanıyor... Ben Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazılarımda da
vurguladığım gibi Gezi Parkı’nda yaşananları “Olay” olarak tanımlıyorum.
Burada biraz daha
ilerleyebilmek için, dış dünyadan hoşnut olmayan “biz” ve pratiğe neden olan
“amaç” kategorileri üzerinde düşünmek gerekiyor. “Biz” kategorisinin, Türkiye
sol hareketini, geleneğini, sosyalist örgütleri, grupları içerdiğini kabul
edebiliriz. Diğer bir deyişle, “Gezi Olayı” boşlukta olmadı, nesnel gerçekliği
değiştirmek için sürekli bir pratik içinde olan öznelerin var olduğu bir
“durumun” içinde patlak verdi.
“Olay” patlak verdikten
sonra, “bize” yeni olayla değişen “durumun”, zamanın özelliklerini, iç
çelişkilerini sergileyerek, tarihsel özelliklerini, patlak verdiği “olay
alanının” maddi yapılarını kavramaya başlamak, sonra da, bir “amaç” ile
müdahale etmek düşüyor.
Hemen tüm
gözlemciler, “Gezi Olayı” içindekilerin, bildiğimiz (verili, geçmişten
devralınan) örgüt yapılarına, kimliklerine ve iradelerine tavırlı olmasından
hareketle, örgütlenmekten yana olmadığını saptıyorlar. Ama aynı anda da, yeni
bir yaşamı kurmaya başlayan “yeni örgütlenmelerden” konuşmaya başlıyorlar. Bu
çelişkiyi nasıl aşabilir, Geziden sonra
devam eden hareketin enerjisini nasıl arttırabiliriz?
Sanırım şöyle bir
yaklaşım bize yardımcı olabilir.
1- Kapitalizmin
temel çelişkisi, hareket ettirici gücü emek sermaye çelişkisi ve bunun üzerinde
yükselen sınıf mücadelesidir. Bu uzlaşmaz, hatta çözümü olmayan bir çelişkidir.
Bu nedenle, kapitalizmin aşılması (beğenmediğimiz yanlarını içermeyen, yeni bir
üretim tarzına ve toplum örgütlenmesine geçiş), önce bu çelişkinin yönetilmesi,
giderek her iki tarafın da yok edilerek ortadan kalkmasıyla
gerşekleşebilecektir.
2- Kapitalizm
kriz ve büyüme dalgalarıyla kendini yeniler ve hayatta kalır. Ancak her kriz
bir yeniden yapılanmayı, yeni teknolojik alt yapıyı, üretimin yeni örgütlenme
biçimlerini, yeni sınıf şekillenmelerini, bu yapılanmalara uygun ideolojiyi, bu
ideolojiyle şekillenmiş öznellikleri de yaratır. Ya da daha doğrusu kriz
içindeki sınıf mücadeleleri, sermayenin kendi arasındaki rekabet ve bu zeminde
yaşanan teknolojik gelişmeler toplumda sınıfların örgütlenmesinde yeni
yapılanmalara yol açar.
3- Kapitalizmin
her genişleme, her kriz döneminde, sınıf yapıları değiştikçe bu sınıfların
örgütlenme, kendi iradelerini yaratma biçimleri de değişecektir. Buradan
hareketle, bir dönemde geçerli, etkili olan örgütlenme biçimleri ve
öznellikler, bir başka dönemde geçerli ve etkili olamayacaktır. Buradan
Marx’dan yaptığım alıntıya dönersem, “devrimci kriz”, ya da “olay” başladığında
“yeni bir zaman” oluşurken, geçmişin
hayaletlerini yardıma çağırmaktansa, bu yeni zamanda geçerli ve etkili
örgütlenme ve söylem biçimlerini, bu ilgili sınıfın “bu zamandaki” maddi
koşullarından ve kültüründen türetmeye çalışmak , “devrimci diyalektiğe” daha
uygun olacaktır. İdealist, Hegelci diyalektik dünyanın gerçek varlığını ve
gelişme süreçlerini, Mutlak Aklın kendi
bilincine varma ve gerçekleşme süreci olarak görür ve onaylar. Burada doğa,
insan, toplum, Mutlak Aklın kendini gerçekleştirme sürecinin araçlarıdır.
“Devrimci diyalektik”, insanın dış dünyayı iç çelişkilerini ortaya koyarak
tanımladıktan sonra bu çelişkilerden hareketle, kendi projesi yönünde
değiştirmeyi ifade eder. Burada esas önemli “düzeltme” bence, Aklın yerine
maddeyi koymak değil, onaylamanın,
açıklamanın yerine, dış dünyanın çelişkilerinden hareketle onu değiştirme
pratiğini koymaktır.
4- “Gezi Olayı”nda
hareket eden nüfusun, önce “el
yordamıyla”, bildiğimiz sanayi işçisine
pek benzemediğinden hareketle “orta sınıf” olarak tanımlandığını gördük. Ancak,
dışımızdaki nesnel gerçeklikle daha yakın bir pratik-teorik ilişkiye geçtikçe, kendimiz
için “nesnel bir resmini” yaratmaya
çalıştıkça, giderek bir çalışanlar tabakası, bir yeni işçi sınıfı fraksiyonu
ile karşı karşıya olduğumuzu görmeye başladık.
5- Öyleyse,
“Olay” sonrası dünyada geçerli örgütlenme biçimlerini, etkili söylemlerini, bu
“yeni sınıfın” maddi koşullarından (bu maddi koşulların içine hareket etme
tarzı ve kültürü de girer), pratiği yön veren amacın ışığında türetmeye
çalışmak gerekir sonucuna ulaşabiliriz.
Sınıfıların
türlü halleri
Çok kısaca,
ortaya şöyle bir hipotez atılabilir diye düşünüyorum: Bir önceki dönemde,
kapitalizmin krizinde ve onu izleyen genişleme döneminde (kabaca 1890’lar’dan
1970’lere kadar” şekillenen ve egemen olan örgütlenme biçimlerinin esas olarak
dikey, bürokratik, merkeziyetçi yapıların ve araçsal mantığın ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
Bu dönemde,
kapitalizm artık-değeri büyük işletmelerde kitlesel işçi kullanan sanayide ve
hizmetlerde üretiyor, kitlesel pazara satarak gerçekleştiriyordu. Daha akademik
bir dil kullanırsak, 19. Yüzyı’lın yaygın birikim arzının krizinin içinden
çıkan 20. Yüzyıl’da giderek şekillenen Fordist sermaye birikim modeline
gönderme yapabiliriz.
Böyle bir dünyada
şekillenen işçi örgütlerine baktığımızda bu dünyanın sınıf şekillenmelerinin
(iktidar ilişkilerinin, devlet biçimlerinin) damgasını taşıdıklarını görmek hiç
de zor olmayacaktır: İşçi sınıfının en etkili ve ekonomik açıdan önemli kesimi
büyük üretim birimlerinde istihdam edilmektedir. Bu işçilerin yaşam alanı, ya
bu üretim birimlerinin etrafında ya da onun hinterlandındadır. Bu işçi sınıfı
içinde, sanayi işçisi, en son
teknolojiyle, yönetim teknikleriyle, yeni örgütlenme, iletişim biçimleriyle en
sıkı hatta yapısal ilişki içindeki kesimi oluşturur.
İşçi sınıfın en
ileri kesimi olarak öncelikle bu fraksiyona yönelik siyasi partiler, komünist partileri,
hatta sendikalar, bu fraksiyonun maddi koşullarını yansıtırlar: Bunlar,
demokratik-merkeziyetçi, (daha çok merkeziyetçi) uzmanlaşmalara dayalı, işyeri,
dolayısıyla fabrika odaklı örgütlenmelerdir. Bu dönemde sınıf mücadelesi içinde
“sanayi üretiminden gelen güç” kapitalizmi sarsmak hatta aşmak söz konusu
olduğunda en belirleyici etkendir.
Henüz
kapitalizmin simgesel üretimi kültür endüstrisi, birikim ve iktidar
süreçleriyle tam olarak bütünleşmediğinden, “vatandaş” bir “sosyal devlet”
kavramını benimsemiş durumdayken, “Gösteri Toplumu” henüz egemen yaşam biçimi
olmadığından, siyasetin devleti doğrudan hedef alması daha verimli ve başarı
olasılığı yükselten bir pratiktir.
Bugün sanayi
işçisi, hala belli ölçülerde önemini korumakla birlikte, giderek sayısı azalan,
yaşam alanları yok edilen, mutasyona
uğrayan bir kesimdir. Uzmanlığı, becerileri ve yapılanmaları, kapitalizmin aşılması
söz konusu olduğunda, dünkü kadar etkili ve yeterli değildir. Bu sınıfın kimi
kesimlerinin mücadelesi çoğu kez haklarını, toplumsal etkisini genişletmeye
yönelik değildir; daha çok “yok olma ve tasfiye edilme sürecine direnme”
mücadelesine indirgenmiştir. Bu mücadele biçimlerinin muhafazakar bir ideoloji
ve öznellik üretmesi eğilimi giderek güçlenmektedir.
Buna karşılık,
henüz yeni, sayıca sınırlı olmakla birlikte kapitalizmin ekonomik ve siyasi
örgütlenmesi, artık-değer üretiminin artması ve hızlandırılması, toplumsal
denetim rejimlerinin yeniden üretimi açısından önemi, etkisi ve tavır aldığında
toplumda sarsıntı yaratma kapasitesi hızla artan bir sınıf fraksiyonu şekillenmektedir.
Dijital ağlara, bilişim sistemlerine, duygulanımsal emekle üretim yapan hizmet
alanlarına bağlı bir kesimdir bu. Bu kesimin,
kapitalizmin örgütlenme biçimlerine uyumlu olarak, etkinliği ve
mücadelesiyle ülke sınırlarını aşan, III. Enternasyonal çöktüğünden bu yana ilk
kez, tüm insanlığı hatta gezegenin ekosistemini ilgilendiren konularda
uluslararası siyasi mücadele ağları kurmaya başladığı da bir gerçektir. Dahası
sanayi işçisinin üretim ve yaşam
koşulları bu kesimin üretim ve yaşam koşullarına bağımlı hale gelmektedir.
Egemen sınıfın disiplin ve kontrol süreçleri, bu sınıfın iletişim, bilişim
alanlarındaki hatta simgesel üretim alanındaki etkinliğine dayanmaktadır.
Daha fazla
uzatmayacağım (ama üzerinde daha çok çalışılması gereken bir alan olduğu da bir
gerçek). Birincisi bugünün siyasi ve ekonomik örgütlenmelerinin uygun
biçimlerinin ancak bu sınıfın özelliklerinden türetilebileceğini düşünüyorum.
İkincisi, bu sınıfın yaşam koşullarını, kültürünü, egemen öznellik biçimlerini
daha iyi anlamak ve “kendiliğinden sınıf” olmaktan hızla çıkarak “kendisi için
sınıf” olmasına – kapitalizmin burjuva özgürlükleri bile hedef aldığı bir
dönemde, özgürlük, eşitlik, hak ve adalet mücadelesi üzerinden- yardım etmek,
bunu örgütlenmenin en önemli işlevi olarak görmek gerekiyor diye düşünüyorum.
Dış dünyanın, müdahaleye uygun nesnel bir resmini kurarken bu sınıfa özel bir
yer tanımak gerektiğini düşünüyorum.
Somut durum üzerine bazı
gözlemler
“Gezi Olayı”
sırasında yaşananlara bakanlar, bir direniş itiraz zemininde bir araya
gelenlerin, hemen sağlıktan barınmaya, gıda, temizlik, hatta eğitici
eğlendirici kültürel etkinliklere kadar, gönüllü katılım esasına, katılanların
aldığı kararlara göre işleyen yapılardan söz ediyorlar. Diğer bir deyişle, Gezi
ana kümesi içinde bir çok alt kümenin kendiliğinden, hem her biri
tanımlanabilir bir özgünlükte hem de diğer kümelerle işleve göre belli noktalarda kesişir biçimde
ortaya çıkmış olduğunu gördüler.
Bu alt kümeler
birbirleriyle ya doğrudan ilişki ağları yada, elektronik-dijital ortamın
sağladığı olanaklardan yararlanarak, “bilişim ağları” üzerinden haberleşiyor,
bilgi, eylem, irade paylaşımı düzlemleri yaratıyorlar. Dahası bu yaratılan ilişkiler, ağlar, uluslararası
alanda benzer yapılarla (kümelerle) buluşuyor, karşılıklı iletişim ve dayanışma
alanları oluşuyor.
Birçok
gözlemcinin örgütsüzlük olarak nitelediği bu durum aslında, yukarda değindiğim
“yeni sınıf fraksiyonunun” yaşam ve şekillenme koşullarıyla yakından ilişkili
bir örgütlenme biçimiydi. Bunu içinde bir çok düğüm noktaları olan ağlara bağlı
bir örgütlenme olarak düşünebiliriz. Peki nasıl oldu da bu yatay, ağlara bağlı
merkezsiz örgütlenme, zaman zaman, adeta bir merkezi varmış gibi, birlikte
davranabildi? Burada, bu yeni dünyanın diline dönmemiz, simgelerden,
“mem”lerden, kanaat ve düşünceleri
üretenlerin paylaşılmasına, tartışmasına olanak veren sanal ortamdan, yine
bilişim ağlarından söz etmemiz gerekiyor.
Benim bu noktada,
geçici olarak çıkarttığım çıkardığım ilk sonuç, ortak hareket etmeyi sağlayan
“merkez” in bürokratik, fiziki bir yapıdan daha çok simgesel-kültürel bir
özelliği olması gerektiğidir. Bu gereklilik üç noktaya ışık tutar: Birincisi,
bu ağlara bağlı yapıyı yönlendirmek isteyen siyasi yapıların, projelerinin, önerilerinin
bu simgesel kültürel alanda yaşayabilmesi, buraya girip çıkan özgür bireyler tarafından
benimsenmesi için çalışmaları gerekiyor. Yeni sınıf fraksiyonunun özelliklerine
uygun kurulacak yapılanmalar, oluşturulacak strateji ve taktik projeler ancak
bu yolla etkili olabileceklerdir.
İkincisi, bu
ağlara bağlı ve esas olarak simgesel bir özelliğe sahip, “sanal merkez” kaygan
değişken ve tekel altına alınamayacak, her aşamada yeniden kazanılması
gerekecek bir “merkez” olacaktır. Bu nedenle, tek bir siyasi partinin varlığı
egemenliği noktasına ulaşmaya çalışmaktan artık vazgeçmek gerekir. Şimdi, birçok
sol/sosyalist partinin, tartışma ve işbirliği içinde, kendi projelerini kabul
ettirmek için simgesel alanda eleştirel bir alışveriş içinde varolduğu çoğulcu
bir yaşamı kabul etmeyi içselleştirmek gerekmektedir.
Üçüncüsü, bu dinamik ve değişken, fiziki olarak yok edilmesi neredeyse
olanaksız, bu anlamda, kalıcılığı, sürekliliği korumak açısından çok dayanıklı
bir “merkez” olacaktır.
Bitirirken, bu
düşüncelerden hareketle “forumlar”
üzerine de bir uyarıda bulunmak istiyorum. İzleyebildiğim kadarıyla, sanırım, bu
forumlarım seçeceği temsilcilerden oluşan merkezi bir forum oluşturma
eğilimleri var. Bence bu forumları merkezileştirme projesi, tabii ki ve haklı
olarak, hızlı ve etkin davranma arzusundan kaynaklanıyor ama, ne yazık ki
geçmişin hayaletlerinin etkisini de taşıyor.
Burada alınan
modelin Sovyet deneyimi olduğu besbellidir. Birincisi, bu deney, gerçekten de
dünya-tarihsel bir boyuta sahiptir, köle ayaklanmalarından bu yana emekçi
sınıflar, ezilenler kitle halinde davranmaya başladıklarında hep meclis, forum,
toplantıda birlikte karar alma yolunu “içgüdüsel” olarak seçtiklerini
görüyoruz. Forumlar da böyle ortaya çıktı. Ancak Sovyet deneyimi modern
toplumun, özellikle kitlesel merkezi bürokratik sınıf şekillenmelerinin
etkisiyle hesapta olmayan bir yan sonuç yarattı adeta ikincil hasar yarattı.
Yerel- bölgesel, sonunda ulusal düzeyde merkezileşen konsey, en son aşamada bir
kişinin on binlerce birey adına kart kaldırarak oy verdiği garip bir duruma yol
açtı. Bu noktada, Sovyetlerin savunma ve özyönetim örgütleri olarak
çalıştıkları ikili iktidar döneminin, aynı zamanda en canlı, en etkin oldukları
dönem olduğunu da anımsamakta yarar olabilir.
Bu, dün belki
kaçınılmaz olarak alınması gereken bir riskti. Bugün, bu sorunu yeni teknolojik olanakları, ağlara bağlı
yaşam biçimlerini de göz önüne alarak düşünmek gerekiyor.
Ben, bugün, bu
forumların bu aşamada merkezileşmeye başlaması halinde iki yan sorunun ortaya çıkacağından
kaygı duyuyorum. Birincisi, yerel forumların katılımcıları iradelerini, merkeze
devrettiklerini düşünerek yerel foruma ilgilerini kaybedebilirler, ya da,
ulusal-küresel olan sorunları merkeze havale edip kendi yerel sorunlarına
odaklaşmayı öne çıkarırlar. İkincisi, merkezi forum, tüm forumlar ağını, buna
bağlı katılımcılardan oluşan hareketi, bir merkezden yönetebileceğini sanmaya
başlayınca, bu merkeze egemen olma, projesini kabul ettirme mücadelesi hızla,
siyasi gruplar arasında fraksiyon savaşına, iktidarı ele geçirmeye yönelik sonu
gelmez pratiklere yol açar, dış dünyayı
yanlış tanımladığından sonuç almadan debelenip durur. Nihayet, bu merkez, en
siyasi, tecrübeli katılımcıları içereceğinden, fiziki olarak ortadan
kaldırılması halinde, tarihsel olarak uzun bir süre doldurulamayacak bir boşluk
oluşur.
Hareketten
öğrenmeye ve düşünmeye, pratik yoluyla durumu idrak etmeye, değiştirmeye
çalışmaya devam etmek gerekiyor
Sunday 9 June 2013
Geriye kalan tek olasılık...
1 Mayıs 2013’te yaşananlar üzerine yazarken bunlar “sıradan
bir engelleme değildi; daha genel bir bağlama oturtarak çözümlenmeleri
gerekiyor” demiş daha önceki bir yazıma göndermeyle devam etmiştim: “Siyasal
İslam”ın “pasif devrim” süreci, önündeki engelleri aşmakta giderek
zorlanıyor, AKP’nin sürece sunduğu liderlik (hegemonya) sarsılıyor. AKP, rızaya
dayanarak yönetme olanakları daraldıkça, ilerleyebilmek için şiddete
daha çok başvuruyor. Böylece “totaliter, şiddetin giderek daha
açık biçimlerde keyfi olarak uygulanabildiği bir rejim şekilleniyor.”
(E.Y, Sol, 9/02/13).
Gerçekten de 1 Mayıs Taksim olayları bu şiddetin geniş
çaplı olarak devreye girmeye başladığını gösteriyordu. “Gezi Parkı” direnişine
yönelik saldırılar karşısında eylem gerileek yerine yaygınlaştı ve büyüdü, Erdoğan’un
çok önem verdiği uluslararası desteği de ortadan kaldırdı.
Direnişle birlikte, “sokakta” şiddete yenilmek yerine,
gücü alaya alan bir söylemin hızla genelleşmesi, AKP’nin egemen blokun
birliğini ve iktidarını korumak açısından elindeki son silahı da kaybetmeye
başladığını düşündürüyor. Yabancı gözlemler, şimdi AKP içindeki kırılmaları giderek
daha çok konuşmaya başlıyorlar.
Başbakan Erdoğan’ın göstericilere yönelik tehditleri AKP
hükümetinin opsiyonlarını hızla kaybetmekte ve kendini “köşeye” sıkıştırmaya başladığını
düşündürüyor. Erdoğan’ın karşısında, onun baktığı yerden Gordium düğümüne benzeyen bir toplumsa konjonktür var.
Erdoğan’ın siyaset anlayışı, öz güveni, güç kullanma
tarzı bu düğüme çözmesini engeller. Ancak, Erdoğan’ın Büyük İskender’e
özenerek, düğümü bir “kılıç darbesiyle” keserek ortadan kaldırmaya kalkması da
bütünüyle olasılık dışı değil. O durumda gündeme bir başka soru geliyor: Erdoğan
kılıcı nereden bulacak? Polisin kılıç olarak yeterince kesin olmadığı görüldü.
Orduyu devreye sokmanın başka sorunları, riskleri var. Geriye ne kalıyor?
Bu noktada, tümdengelimli
usavurmanın efsanevi temsilcisi Sherlock
Holmes’un “tüm olasılıkları
elediğimizde, geride kalan ne kadar beklenmedik bir şey olursa olsun gerçek
olabilir” sözünü anımsayarak geriye polisin
silah kullanmaya, AKP’nin eli sopalı sivil taraftarları devreye sokmaya
kalkması kalıyor. Dilerim, Holmes’un mantığı yanlış çıkar, Erdoğan’da Büyük
İskender’e özenmez.
Saturday 1 June 2013
Momentumu Korumak Yaşamsal!
Gezi
Parkı’ndakilere polisin saldırmasıyla başlayan gelişmeler, kısa sürede, ülkenin
her tarafında, hatta dünyada yankılandı. Polis saldırdıkça katılanların sayısı
arttı, protestolar hız kazandı. Yaşananların hiç beklenmedik bir anda ve yerde
patlak vermesi, hızla tüm muhalefeti yörüngesine çekmesi, etki alanının hızla
genişlemesi, sonuçlarından bağımsız olarak, tarihsel anlamda “Olay”
kategorisine girecek bir toplumsal sarsıntıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Bu “beklenmedik”
bir anda patlak vermiş olmasına karşın, AKP hükümetinin gittikçe artmakta olan baskı
ve şiddetinin, beceriksizliklerinin, Kürt sorunundaki çıkmazın, Suriye
fiyaskosunun , Reyhanlı felaketinin şekillendirdiği bir “olay alanına” aitti;
“olay alanını” genişletti, daha önce hiç olmayan olasılıkları gündeme getirdi.
“Olayın” ahlakı
hızla “AKP rejimine hayır” ilkesi etrafında şekilleniyor. Sınıfsal
bileşenleri, teknolojisi, Tahrir, Porto del Sol, Sintagma, Wall Street
işgal olaylarını anımsatıyor. Bu anımsatma “Gezi olayının”, “evrensel” bir boyuta sahip olduğunu
gösteriyor. Dünyada anti-kapitalist çevrelerin destek veren mesajları da bu
evrensel boyutu doğruluyor. “Gezi Parkı” olayının öznesi “çokluk” bu anlamda
yalnızca Türkiye’nin değil, geçen yıl dünyayı sarsan dalganın da sorumluluğunu
üstlenmiş durumda. Avrupa ve ABD medyasının olayı görmekte bu kadar isteksiz davranmasının
arkasında bu gerçek var.
Bu “olayın” geçen
Tahrir’den bu yana dünyayı sarsan dalgayla bir benzerliği olmakla birlikte
önemli ve bu aşamada ısrarla vurgulanması gereken bir avantajı da var.
Türkiye’de güçlü, deneyimli sol örgütler var, Kürt ulusal-demokratik hareketi
var; bir türlü yolunu bulamasa da tüm zaaflarıyla birlikte “Sosyal Demokrat”
olma iddiasındaki CHP var, tğm zaaflarına karşın ulusalcı- cumhuriyetçi seküler
bir kentli orta sınıf var. Bu ülkenin
doğusu ve batısı zengin ve derin bir mücadele geleneği olan bir sol muhalefet
tarihine sahip.
Ayrıca, Tahrir’den
bu yana yaşananlar bu ülkede etraflıca tartışıldı deneyleri edinilmeye çalışıldı.
Özellikle Yunanistan ve Şiriza deneyimi önemliydi. Şiriza’nın benzerini kurmak,
onun politikalarını kopyalamak değil sorun. Sorun Yunanistan da işine düşülen
hataları tekrarlamamak. Sol gruplar,
özellikle üç büyük grup, bu “Olayın” üzerinde birlikte davranmanın, “egemen
bloka” karşı bir “tarihsel blok” kurmanın deneyimini yaşamaya başlamayı denemek
zorundalar.
Çünkü, “Olay”da
esas olan “momentum”dur. Şu anda, copun, suyun, kimyasal silahların yanı sıra,
bir de sinir harbi yaşanıyor. Hükümet muhalefetin momentumunu kırmaya
çalışıyor. Bu momentum, muhalefet belli bir ağırlığa ulaşmadan, ülke çapında
kalıcı bir meşruiyet kazanmadan kırılırsa, ardından nelerin yaşanacağını bilmek
için fala bakmak gerekmiyor.
Saturday 2 March 2013
Yanık Plastik kokuyordu gece
Dün sabaha karşı, yaşlı yorgun bir devrimci
intihar etti (18
Ağustos, Bodrum Torba)
O kadar sıcaktı ki gece
Su içiyorduk
damacanalarla
Naylon torbalarda birikiyordu bira
şişeleri
İşeyemiyorduk bile terlemekten.
Ava çıktığımız rüyalar düşlüyorduk da,
Tüm fişekleri tükettikten sonra
Ellerimiz boş dönüyorduk
Menzili belirsiz bir rüzgârın
Bizi bıraktığı odalarda.
O kadar yavaş akıyordu ki zaman
Bazen duruyor devam etmek istemiyordu.
Kumlarını... Tek tek tek tek... Tek...
Sayarken, güçlükle sürünen bir yılan
Derisini bir kez daha değiştirmek istemiyordu.
Sivri sinekleri
katlediyorduk beşer onar
Rengini kaybediyordu giderek beyaz duvar
Odanın tavanında derinleşen
uykusuzluk
Gözleri kurutuyor, kapaklarını
geriyordu.
Dostlarımızın biteviye sorgulayan kireç yüzleri
Anlığın asitli sularında saydamlaşarak eriyordu.
Yatağımızdaki kadınlar uzak ülkelerdi artık
Dilini konuşmayı giderek unuttuğumuz.
Hep yanık plastik kokuyordu gece
Çoktan ölmüş bir aşkın
sırnaşık eli gibi
Sürünerek dolaşıyordu
ıslak tenimizde
Bir iskemle, bir ip, bir
kapının eşiğinde
Bir süredir sabırla birini bekliyordu...
Wednesday 27 February 2013
"Tam demokrasi" kavramının anımsattığı eski bir yazı
Türkiye’de “demokratikleşme” olanaklı mı? - Ergin Yıldızoğlu (soL.org) | |
29 Eylül 2011 - | |
Kimi kaşların kalkması, hatta sigortaların atması pahasına, en son söyleyeceğimi başta söyleyeceğim: Hayır, olanaklı değil.Kürt
“sorunu” “çözülse” bile değil. Dahası “Demokratikleşme” bugün dünyada
herhangi bir yerde, bir ülkede gerçekleştirilebilecek bir düşünce, proje
olmaktan çıkmıştır - Artık “tek ülkede demokrasi” olanaklı değildir.
Bugün “Demokratikleşme”, tüm demokratikleşme taleplerini gündeme getiren, gerçekleşmelerini engelleyen koşulların yeniden üretilmesi “işlemlerinin”, “devrimin, içinden devrilmesi” taktiklerinin parçası haline gelmiştir. “Ezilenler” açısından demokratikleşme bugün artık, ezenlerin projelerini desteklemelerini kolaylaştıran bir fantezi olmaktan öte bir anlama sahip değildir. Bu saptamaları yapmak, günlük haklar ve özgürlükleri genişletme mücadelesinin, Kürtlerin özgürlük taleplerinin, “mikro” direnişlerin, “özgün” (otantik) kimlik, yaşam tarzı arayışlarının, gereksiz, etkisiz olduğunu ileri sürmek değildir. Bu mücadeleler, insan olarak varoluşun etik gereksinimlerinden (insan haz ilkesinin ötesinde, yaşayabilen bir hayvandır) kaynaklanırlar. Bu mücadeleler hem bireyin bireysel kapasitelerini geliştirmesinin önündeki, “özgürlüğünü” kısıtladığını düşündüğü engelleri kaldırma çabalarının, hem de “demokratikleşme” paradigmasını aşarak sömürüden, toplumun üzerinde, topluma baskı uygulayan bir kurum olarak devletten kurtulmuş olarak yaşayan eşit, özgür bireylerin dünyasını kurma mücadelesinin olmazsa olmaz zeminini oluştururlar. Bunlar, çok sert, savların mantıksal sonuçlarına ulaştıkları yerde kurulmuş, bu noktada kolaylıkla kendi karşıtlarına dönüşebilecek saptamalar. Bu saptamaların kendi karşıtlarına dönüşmelerinin engellenerek, kullanılabilir bir noktada tutulabilmeleri için bazı önlemler almak, bunları zaman, mekan içine yerleştirmek gerekiyor. “Demokratikleşme” ve demokrasi üzerine bir anımsatma “Demokratikleşme”, demokrasinin “az” olduğu bir noktadan “daha fazla” olduğu bir noktaya gidişi anlatan bir süreci betimliyor. Bu yüzden “demokratikleşme” kavramı üzerinde düşünmeye, demokrasiyi düşünerek başlamak gerekiyor. Öncelikle anımsatmak istediğim şu: Demokrasiyi düşünmeye başlayınca, "demos"un (halkın) egemenliği bağlamında iki seçenekle karşılaşıyoruz [1]. Ya demokrasi bu egemenliğin bir biçimidir, diğer bir deyişle bir devlet biçimidir, ya da insanların özgür (siyasetten[2] kurtulmuş) birliğinin ifadesidir. İkincisi bildiğiniz gibi “Komünizm” olarak adlandırılan toplumsal durumdur, diğer bir deyişle, devletin ve bir devlet biçimi olarak demokrasinin aşılması anlamına geliyor. Burada demokratikleşme, bir süreç olarak komünizmden başka bir şey değildir. Demos’un içindeki bölünmüşlükleri, sınıfları ve bizzat “demos”u (içerisi/vatandaşlar ve dışarısı/yabancılar, köleler vb., ayrımını) hedef alarak, ortadan kaldırarak ilerler. Günümüzde bu süreç bölünmüşlükleri, sınıfları ve işbölümünü, içerisi ve dışarısı ayrımını hedef aldığında, karşısında, tüm ulusal ekonomileri kendi dinamiklerine, yeniden üretim koşullarına, hegemonik devletler düzenine tabi kılmış, kapitalist-emperyalist sistemi (küresel kapitalizmi) ve parlamenter rejimi bulur[3]. Bu süreçte devlet, bütün devletler, “yapı” ve aşılacak engel kategorisine aittirler [4 ]. Öyleyse “Demokratikleşme” kavramı bu bağlamda işlevini yitirir, yerini bir hareket olarak komünizme bırakır. Demos içindeki ayrımları ortadan kaldırmaya yönelik süreç, mücadele, sürmeye devam etmekle birlikte otonom özelliklerini kaybeder, komünizm sürecinin dinamiklerine (ilkelerine, özelliklerine ve önceliklerine) tabi olur. Bu durum, komünistlerin, aşağıda değineceğim “en iyi devlet biçimine” ulaşmak için çabalayanların kimi taleplerini, “demos”tan dışlananların “demos”a girme mücadelesini desteklemeyecekleri anlamına gelmez [5]. Birincisiyse, demokrasiyi devlet biçimi alarak ele aldığımızdan, bizi en demokratik, dolayısıyla "en iyi devlet biçiminin"[6 ], en demokratik anayasa altında en iyi hukuk devletinin, refah devletinin vb., düşünülmesine doğru yönlendiriyor. Demokrasiyi bir devlet biçimi bağlamında düşünmeye başlayınca, iyi devletin, iyi bir devlet olabilmesi için, üç alanda egemenliği "iyi" düzenlemesi gerektiğini söyleyebiliriz: Ekonomik alan, ulusal sorun ve haklar, özgürlükler olarak demokrasi. Bu bağlamda, eğer ekonomik bir kriz varsa sorumlusu devlet olacaktır. Devlet, bağlı olduğu ulusu, uluslararası alanda doğru temsil etmeli, bağımsızlığın güvencesi olmalıdır. Üçüncüsü, devlet "demokratik olmak zorunda" oluğunun"bilincinde" olmalıdır. Diğer bir deyişle, hak ve özgürlükler olarak demokrasinin sürekli genişlemesi, evrenselliğini koruması, eşitlik getirici bir süreç olması "iyi devletin" sorumluluğudur. Bu bağlamda, bir topluluğa, dine, etnik özelliğe, bir ırka, kültüre (dile) ve cinse ayrıcalık sağladığı, bu sorunlardan biriyle ilişkilendiği takdirde, devlet demokrasinin evrenselliğini koruyamayacak, soyut vatandaşların eşitliğini, az demokrasiden çok demokrasiye doğru ilerletme sürecinin sorumluluğunu üstlenemeyecektir, "iyi devlet" olamayacaktır. Günümüzde “iyi devlet” sorunu Yukarda yaptığım saptamalardan hareketle, “iyi devlet” içinde “demokratikleşme” sürecini iki ölçüte dayanarak izleyebiliriz diye düşünüyorum. Birinci ölçüt hak ve özgürlükleri sınırlarına ilişkindir. O ki Aristoteles’i andık, yine ondan yararlanırsak, bu hak ve özgürlüklerin dağılımında, zenginlerle yoksulların rejim içindeki göreli durumuna, hangi kesimin haklarının ve devletin onlara sunduğu olanakların genişlemekte olduğuna bakabiliriz. Yoksulların hakları genişliyorsa, demokratikleşme ilerliyor; daralıyorsa rejim, oligarşiye doğru ilerliyor olacaktır. İkinci ölçüt haklara sahip olanların, bu hakları kullanacak olanaklara sahip olup olmamasıyla ilgilidir. Seyahat özgürlüğü, her isteyenlerin pasaport alma hakkı, eğer bu haklara sahip olanlar bunları kullanacak zamana ve mali kaynaklara sahip değillerse, bu hakların ancak potansiyel olarak var olduğu, gerçekte olmadığı anlamına gelir. Çok geniş bir düşünce ve bilgilenme özgürlüğü yasalara göre var olabilir ama düşünce üretme ve bilgilenme özgürlüğünü kullanmaya olanak verecek eğitim (düşünme ve bilgilenme araçlarını kullanma becerisi) kurumları, ve düşünce üretme araçlarının (basın, salonlar, meydanlar) mülkiyetindeki yoğunlaşma, mekanların düzenlenme biçimi bu hakların yalnızca ufak bir azınlık tarafından kullanılmasına izin veriyor olabilir. Bu çelişki genel seçimler ve referandumlar sırasında özellikle kendini belli eder, büyük önem kazanır. Sandık başına gidenlerin ulaşabildikleri bilgiler, onlara sunulan “gerçekler”, imajlar vb., bizzat özgürce karar verme sürecini iptal ederek, düşünce özgürlüğünü, bu araçların tekelini elinde tutanların düşüncelerini onaylama özgürlüğüne dönüştürebilir. Tabii, hakların potansiyel olarak var olması hiç olmamasından iyidir, ama egemen sınıfların, zaman zaman kullanılması olanaklı olmayan hakları dağıtarak kendi iktidarlarını, gerçekte bu hakları kullanılmaz kılan koşulları, kendi ayrıcalıklarını koruyabildiklerini de unutmamak gerekir. “Haklar” genişlerken bu hakların kullanılmasına olanak sağlayacak kaynakların (gelir ve boş zaman) daralması söz konusu olabilir. Başımızı kaldırıp kapitalizmin tarihine baktığımızda, tam da böyle bir süreçle, özellikle 1970’lerde başlayan yapısal kriz içinde, karşı karşıya olduğumuz görüyoruz. Bu süreç bir kaç düzeyden birden ilerledi. Birincisi, servetin eşitsiz dağılımının derinleşmesi, sermayenin merkezileşerek yoğunlaşması. Bu Aristoteles’in kitabında bir taraf olarak tanımlanan “zenginler” kategorisine girenlerin sayısının genel nüfusa oranla giderek azalması anlamına geliyor. Ancak, bugün artık zenginlerden öte, “süper zenginlerden” de söz edebiliyoruz[7 ]. Bu kutuplaşma bütün ülkeler için geçerli olmakla birlikte, ülkeler arasında da gözlenebilen bir olgu. Burada, II. Dünya savaşı sonrasında şekillenen “Post colonial” (neo-colonial- bağımlı) devlet olgusuna bakmak yeterli. Bu devletin yapısı, çevre ülkelerin toplumlarının, ekonomilerinin, merkez ülkelerin kullanımına, popüler kültürlerinin ve eğitim sistemlerinin hegemonyacı devletin (ABD) kültür endüstrisine, ürettiği özdeşleşme (kimlik kurmakta kullanıla imajlar ve ünlüler) nesnelerine açık kalmasını garanti edecek biçimde oluştu. Bu “post colonial” ülkelerin kapitalizmi, kapitalist sınıfları, devlet yöneten, kültür üreten seçkinleri otonomilerini kaybettiler. Soğuk Savaş bağlamında, otonomisini kaybeden kurumlara, orduyu, istihbarat ve güvenlik aygıtlarını da ekleyebiliriz. Bu süreçlerin, kapitalizmin yapısal kriziyle birlikte hızlandığını gördük. Lafı uzatmadan, IMF programlarını, şirket birleşmelerini, dev bankaları, artan yoksulluk ve işsizliği, neo-liberalizm altına gerçekleşen servet transferini, tasfiye edilen sosyal hakları, kamusal alanı düşünelim yeter. “Terörizme karşı mücadele” bu süreci, sivil hakların hızla daraltılmasına, güvenlik kurumlarının yetkilerinin arttırılmasına, hatta hukukun askıya alınmasına olanak veren yasalar ve uygulamalarla daha da ağırlaştırarak hızlandırdı. Özetle, bu günün kapitalizminde a) egemen sınıfın çapı hızla daralmaya devam ediyor, b) var olan hakların kullanılmasına olanak sağlayan kaynaklar hızla daralıyor c) haklar ve özgürlükler kısıtlanıyor, d) vatandaşların düşünce oluşturma ve yayma dünyaları giderek daha yakından denetleniyor (internet dahi bu süreçten kurtulamıyor). Tüm bunlar, kötü kalpli, despot, kültürel gerici insanlar yüzünden değil, “egemen sermayenin” ve onu taşıyan (sayıları gittikçe daralan, ancak giderek artan bir merkezileşme yoluyla ayakta kalabilen) oligarşinin hegemonyasının bu hakları ve özgürlüklerin basıncına dayanamayacak kadar zayıflamış olmasından, muhalefeti, halkın onayını satın alacak kaynakların giderek daralmasından kaynaklanıyor. Sonuç bugün hem haklarla olanaklar arasındaki uçurum açılıyor hem de haklar giderek daralıyor, bu nedenle, “iyi devlet” paradigması içinde demokratikleşme artık olanaklı görülmüyor. Oligarşinin gücü artarken “politi” yerini olşigarşiye bırakıyor. Türkiye’de demokratikleşme Türkiye’de demokrasi eksikliğini, “iyi devlet” yokluğunu burjuva demokratik devrimin yapılmamış, kapitalizmin “çarpık” gelişmiş olmasına bağlamak geleneği var. Ben bu geleneğin, hem yanlış bir kavramlaştırmaya dayandığını, hem de demokratik haklardaki eksikliklerin gerçek kaynaklarının gizlediğini düşünüyorum. Burjuva demokratik devrim, burjuva sınıfını iktidara getirmek anlamında, tamamlanmıştır, ancak ülkenin özgün koşullarından dolayı bu demokrasinin sınırı çok dar kalmış, giderek daha da daralmıştır. Zaten burjuva devrimlerinin “demokratik” boyutu, yalnızca burjuvazinin hakları açısından gündeme gelir, emekçi sınıfların hakları açısından değil. Hakların bu kesimi emekçi sınıfların kapitalizmle mücadelesinin, kapitalist sınıfı tehdit edebilme kapasitesinin bir ürünü olarak gelişir. Kapitalizm de çarpık değil, olduğu gibi, kendini önce Osmanlı sosyal formasyonuna, sonrada Cumhuriyet Türkiye’sine uydurarak gelişmiştir. Farklı gelişme yolları da olabilirdi, eğer kapitalist sınıf ve dünya sistemi başka türlü olsaydı... Ancak olmamıştır. Bu yolları düşlemek komünist hareket içinde milliyetçi eğilimlerin ortaya çıkmasına, yaşamasına, gerçekte karşılığı olmayan ittifakların özlenmesine, olmadık tabakalara olmadık, özellikler atfedilmesine, sonuçta can ve zaman kaybına yol açmıştır. Türkiye’de demokrasi sorununu, egemen sermaye birikim rejiminin gereksinimleri, kısıtlamaları, ülkenin dünya sistemi içindeki yeri ve sınıflar arasındaki dengeler bağlamında düşünmek gerekiyor, eksik kalmış tarihsel süreçlerin tamamlanması bağlamında değil. Hele, ideal biçimleri yarattığı varsayılan “Batı” ülkelerinde, demokrasinin, yukarıda değindiğim süreçler içinde yerini çoktan oligarşiye bırakmış olduğunu, haklar ve özgürlükleri kısıtlayan gelişmelerin hızlandığını düşününce... O zaman, “Türkiye kapitalizminin demokratikleşme, ‘iyi devlet? projesini taşıyacak özellikleri var mıdır?” sorusuyla karşılaşıyoruz. Yukardaki tartışmaların ışığında bu özelliklerin bu gün var olmadığını, bundan sonra da ön görülebilir bir süre boyunca olamayacağını düşünüyorum. Bugün haklar ve özgürlükler mücadelesi, artık demokratikleşme sürecinin değil kapitalizme karşı mücadele sürecinin parçası haline gelmiştir diye düşünüyorum. Demokratikleşmeyi engelleyen etkenlerin en büyüğü, diğer etkenleri de kendine tabi kılmış olan etken kapitalizmdir de ondan.. [1] Ancak hemen eklemek gerekir ki “demos”, hepsi vatandaş tanımlaması içine girmekle –yabancılar, antik Yunan sitelerinde köleler hariç- birlikte, bir iş bölümü, mülkiyet ilişkileri, hatta etnik zeminde, gruplara, sınıflara bölünmüş bir insan topluluğudur. [2] Demos içindeki bölünmeyi koruyan, yönetim, disiplin, cezalandırma işlemleri. [3] Bu bağlamda, kapitalist dünya sistemi oluştuktan sonra, “demos” un bölünmüşlüklerinin, içerisi dışarısı ayrımının, artık ve giderek daha çok olmak üzere, salt “ulusal” düzeyle sınırlı kalmadığını, tüm kapitalist yaşam dünyası coğrafyası (gezegen) düzeyinde geçerli hale geldiğini de düşünmek gerekiyor. [4] Badiou’dan aktaran, Bruno Bosteels, “The Leftist Hypothesis: Communism in the Age of Terror”, The Idea of Communism, ed. Costaz Douzinas ve Slavoj Zizek, Verso 2010, içinde sf 51. [5] Tarihten bir örnek olarak bkz: V.I. Lenin, Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’ne sunulan “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Taslak Tezler” ( 5 Haziran 1920); Kongreye verdiği Raporu (19 Temmuz – 7 Ağustos)Collected Works, 2nd Edition Progress Publishers, Moscow. Cilt 31 sf:144-151. [6] Burada aklımda, Aristoteles’in Politika eserinin 6. Kitabında girdiği “en iyi demokrasi” tartışması (1317- 1320) 5. Kitaptaki ideal rejim “Politi” (1293a32) kavramı var. Politi oligarşiyle demokrasi arasında bir yerdedir. Aristoteles demokrasiyi “yoksulların, çoğunluğun rejimi” olarak tanımlar. [7] Bkz: David Rothkopf, Super Class –The Global Elite and The World They Are Making, Little, Brown 2008. Rothkopf bu araştırmasına, 6 milyarlık gezegende 6 bin kişiden söz ediyor... En aşırı örnekler üzerinde yoğunlaşmış olsa da bu çalışma, servetin merkezileşme derecesi hakkında bir fikir veriyor. |
Subscribe to:
Posts (Atom)