“Olay”, zamanın,
aynı içeriği tekrarlayan, birbirini izleyen homojen birimler (tesbih taneleri
gibi...) olarak akışını kırar, Hamlet’in deyimiyle “zaman eklem yerinden çıkar”. Daha önce olmayan olasılıklar zamanın
içine girmeye, zaman sonsuzlaşmaya başlar. Yeniden homojen akışına geri
döndüğünde artık yeni bir içeriği tekrarlayan bir zaman olacaktır. Ta ki bir
daha kırılana kadar...
“Gezi Olayı”nın
devrimci bir kriz dönemi başlatıp başlatmadığını henüz bilemiyoruz, ama yeni
bir zamanı başlattığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Gezi Parkı’nda ortaya çıkan
“yaşam dünyasına”, “yeni insana”, “Duran
Adam” ve “Abbasağa Forumu” (mantar gibi
biten yerel forumlar) fenomenine, zamanın değişen hızına ve içine giren yeni
olasılıklara, tartışmalara bakmak yeterli...
Ben bu yazıda, bu
“yeni zaman” üzerinde düşünmeye çalışıyorum. Düşünmeye de Karl Marx’ın Louis Bonapart’in 18. Brumaire’i
başlıklı denemesinin ilk sayfalarındaki, bugün bizi doğrudan ilgilendirebilecek
bir paragrafla başlamak istiyorum.
Marx, zamanın
kırıldığı ve tarihin yeniden yapılma olasılığının zamana girdiği “anlarda”,
örneğin devrimci krizi dönemlerinde, tarihi yapmaya kalkanların, “yeni zamanın”
özgünlüğünü değerlendiremeyerek, taklitçiler konumuna düşme olasılığına, şu
saptamayla işaret ediyordu: “İnsanlar kendi tarihlerini, kendileri
yaparlar, ama canları istediği gibi ve kendi seçtikleri koşullar içinde
yapmazlar, doğrudan içinde bulundukları ve geçmişten bugüne devrolunan koşullar
içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla
yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve tam kendilerini ve şeyleri devrimcileştirmeye,
yepyeni bir şey yaratmaya başlamış gibiyken bile, özellikle böyle devrimci kriz
dönemlerinde, aceleyle ve endişeyle geçmişin ruhlarını yardıma çağırır, dünya
tarihinin bu yeni sahnesini bu saygın görüntünün arkasına gizleyerek sunmak
(anlamlandırmak - E.Y) için, bu ruhların isimlerini,
sloganlarını, kostümlerini alırlar.” Sonra da ekliyordu: “Yeni bir dili öğrenmekte olan kişi
başlangıçta, onu hep kendi anadiline çevirir. Ancak, ne zaman yeni dili, eskiyi
anımsamadan, ana dilini unutarak konuşmaya başlar, o zaman o dilin ruhunu
özümser, içinde yolunu bulabilir ve kendini özgürce ifade etmeye başlayabilir.”
Bizler de benzer
bir durumla karşı karşıyayız. “Gezi Olayı”na, geçmişten bize devredilenlerle,
“eski dilin” içinden gelen sorularla yaklaşıyoruz. Bu belki kaçınılmaz ama,
hızla eleştirel aklın süzgecinden geçirilip işlenerek aşılması gereken bir
durum oluşturuyor.
Örneğin, çoğu kez
bir “kopuş” noktasında olduğumuzu unutup, ya da olduğumuzun ayırdına varamayıp,
“Gezi direnişinin/isyanının” vb., hazırlıklı, örgütlü olmadığından, hatta
örgütlenmekte isteksizliğinden, gelecek vizyonu, program yokluğundan, bir
sonraki adımı tasarlamadaki beceriksizlik ya da isteksizliğinden
yakınabiliyoruz.
Diğer bir
deyişle, “Gezi olayı” ile başlayan zamanın dilini henüz tam olarak
öğrenemediğimizden, kaçınılmaz olarak “eski”, önceki zamanın diliyle konuşmaya
çalışıyoruz. Örneğin kendiliğinden hareketin önemini vurguluyoruz ama,
abartmamak gerektiği konusunda kendi kendimizi uyarmadan da edemiyoruz.
Halbuki, “Gezi
Olayı”nı doğası gereği maddenin hareketi, siyasete konu edelecek nesnel durum
olarak düşünürsek, bu soru ve kaygıların çoğundan kurtulur, “Gezi Olayı”nın
başlattığı zaman içinde “biz” ne yapacağız, yapmalıyız diye düşünmeye
başlayabiliriz. Diğer taraftan, dikkatle bakarsak, “Gezi Olayı”nın ve
forumların çok belirgin örgütlenme ve iletişim biçimleri yarattığını görebiliriz.
Burada sorun bir örgüt yokluğuyla, örgüt karşıtlığıyla değil, şekillenen
örgütlerin doğasının ve potansiyellerinin anlaşılabilmesiyle ilgilidir diye
düşünüyorum.
“Gezi Olayı”nı bir
durumun içinde patlak veren olay, tarihin maddesinin bir hareketi, “Forumlar”ı
onun izleri, “dışımızdaki nesnellik” olarak düşünürsek, Lenin’in felsefe defterlerinde Hegel’in diyalektiğini
çalışırken yaptığı şu kısa özet üzerinden hareket edebiliriz: “İnsan dünyayı
tatmin edici bulmaz onu pratiğiyle değiştirmeye karar verir.” (sf 213). “Kendisi
için, dış dünyanın nesnel bir resmini oluşturan insanın pratiği, dışsal
güncelliği değiştirir, belirlenmişliğini yıkar (niteliğinin şu veya bu yanını
değiştirir), ondan izlenimselliğin izlerini çıkarır...”(218)
Bu kısa alıntıda
iki noktaya dikkat çekerek ilerlemeye çalışacağım. Birincisi, dış dünyadan
tatmin olmuyorsak, onu idrak etmenin ve değiştirmenin yolu pratikten geçiyor
(Pratik-İdrak- Pratik). İkincisi, dış dünyanın kendimiz için, bizim pratiğimize olanak verecek bir nesnel resmini
oluşturmamız gerekiyor. Burada insanın
aklına, ister istemez Hegel’in, Tinin Fenemonolojisi kitabındaki, “Güzel Ruh”
kavramını getiriyor: “Güzel Ruh”, dünyayı müdahale etmesine olanak sağlayacak
biçimde tanımlamayı başaramayarak kendini pasifliğe, sürekli yakınan mükemmeli
arayan ama bir türlü pratiğe geçemeyen, davranamayan bir konuma sokar. Bu bağlamda, ilk adım adeta, nesnel dünyayı
değiştirmeye yönelik pratik eylemden önce, simgesel sistemi değiştirmeyi hedef
alan bir eylem olarak çıkıyor.
Bu nedenle Gezi
Parkı’nda yaşananları nasıl tanımlayacağımız büyük önem kazanıyor... Ben Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazılarımda da
vurguladığım gibi Gezi Parkı’nda yaşananları “Olay” olarak tanımlıyorum.
Burada biraz daha
ilerleyebilmek için, dış dünyadan hoşnut olmayan “biz” ve pratiğe neden olan
“amaç” kategorileri üzerinde düşünmek gerekiyor. “Biz” kategorisinin, Türkiye
sol hareketini, geleneğini, sosyalist örgütleri, grupları içerdiğini kabul
edebiliriz. Diğer bir deyişle, “Gezi Olayı” boşlukta olmadı, nesnel gerçekliği
değiştirmek için sürekli bir pratik içinde olan öznelerin var olduğu bir
“durumun” içinde patlak verdi.
“Olay” patlak verdikten
sonra, “bize” yeni olayla değişen “durumun”, zamanın özelliklerini, iç
çelişkilerini sergileyerek, tarihsel özelliklerini, patlak verdiği “olay
alanının” maddi yapılarını kavramaya başlamak, sonra da, bir “amaç” ile
müdahale etmek düşüyor.
Hemen tüm
gözlemciler, “Gezi Olayı” içindekilerin, bildiğimiz (verili, geçmişten
devralınan) örgüt yapılarına, kimliklerine ve iradelerine tavırlı olmasından
hareketle, örgütlenmekten yana olmadığını saptıyorlar. Ama aynı anda da, yeni
bir yaşamı kurmaya başlayan “yeni örgütlenmelerden” konuşmaya başlıyorlar. Bu
çelişkiyi nasıl aşabilir, Geziden sonra
devam eden hareketin enerjisini nasıl arttırabiliriz?
Sanırım şöyle bir
yaklaşım bize yardımcı olabilir.
1- Kapitalizmin
temel çelişkisi, hareket ettirici gücü emek sermaye çelişkisi ve bunun üzerinde
yükselen sınıf mücadelesidir. Bu uzlaşmaz, hatta çözümü olmayan bir çelişkidir.
Bu nedenle, kapitalizmin aşılması (beğenmediğimiz yanlarını içermeyen, yeni bir
üretim tarzına ve toplum örgütlenmesine geçiş), önce bu çelişkinin yönetilmesi,
giderek her iki tarafın da yok edilerek ortadan kalkmasıyla
gerşekleşebilecektir.
2- Kapitalizm
kriz ve büyüme dalgalarıyla kendini yeniler ve hayatta kalır. Ancak her kriz
bir yeniden yapılanmayı, yeni teknolojik alt yapıyı, üretimin yeni örgütlenme
biçimlerini, yeni sınıf şekillenmelerini, bu yapılanmalara uygun ideolojiyi, bu
ideolojiyle şekillenmiş öznellikleri de yaratır. Ya da daha doğrusu kriz
içindeki sınıf mücadeleleri, sermayenin kendi arasındaki rekabet ve bu zeminde
yaşanan teknolojik gelişmeler toplumda sınıfların örgütlenmesinde yeni
yapılanmalara yol açar.
3- Kapitalizmin
her genişleme, her kriz döneminde, sınıf yapıları değiştikçe bu sınıfların
örgütlenme, kendi iradelerini yaratma biçimleri de değişecektir. Buradan
hareketle, bir dönemde geçerli, etkili olan örgütlenme biçimleri ve
öznellikler, bir başka dönemde geçerli ve etkili olamayacaktır. Buradan
Marx’dan yaptığım alıntıya dönersem, “devrimci kriz”, ya da “olay” başladığında
“yeni bir zaman” oluşurken, geçmişin
hayaletlerini yardıma çağırmaktansa, bu yeni zamanda geçerli ve etkili
örgütlenme ve söylem biçimlerini, bu ilgili sınıfın “bu zamandaki” maddi
koşullarından ve kültüründen türetmeye çalışmak , “devrimci diyalektiğe” daha
uygun olacaktır. İdealist, Hegelci diyalektik dünyanın gerçek varlığını ve
gelişme süreçlerini, Mutlak Aklın kendi
bilincine varma ve gerçekleşme süreci olarak görür ve onaylar. Burada doğa,
insan, toplum, Mutlak Aklın kendini gerçekleştirme sürecinin araçlarıdır.
“Devrimci diyalektik”, insanın dış dünyayı iç çelişkilerini ortaya koyarak
tanımladıktan sonra bu çelişkilerden hareketle, kendi projesi yönünde
değiştirmeyi ifade eder. Burada esas önemli “düzeltme” bence, Aklın yerine
maddeyi koymak değil, onaylamanın,
açıklamanın yerine, dış dünyanın çelişkilerinden hareketle onu değiştirme
pratiğini koymaktır.
4- “Gezi Olayı”nda
hareket eden nüfusun, önce “el
yordamıyla”, bildiğimiz sanayi işçisine
pek benzemediğinden hareketle “orta sınıf” olarak tanımlandığını gördük. Ancak,
dışımızdaki nesnel gerçeklikle daha yakın bir pratik-teorik ilişkiye geçtikçe, kendimiz
için “nesnel bir resmini” yaratmaya
çalıştıkça, giderek bir çalışanlar tabakası, bir yeni işçi sınıfı fraksiyonu
ile karşı karşıya olduğumuzu görmeye başladık.
5- Öyleyse,
“Olay” sonrası dünyada geçerli örgütlenme biçimlerini, etkili söylemlerini, bu
“yeni sınıfın” maddi koşullarından (bu maddi koşulların içine hareket etme
tarzı ve kültürü de girer), pratiği yön veren amacın ışığında türetmeye
çalışmak gerekir sonucuna ulaşabiliriz.
Sınıfıların
türlü halleri
Çok kısaca,
ortaya şöyle bir hipotez atılabilir diye düşünüyorum: Bir önceki dönemde,
kapitalizmin krizinde ve onu izleyen genişleme döneminde (kabaca 1890’lar’dan
1970’lere kadar” şekillenen ve egemen olan örgütlenme biçimlerinin esas olarak
dikey, bürokratik, merkeziyetçi yapıların ve araçsal mantığın ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
Bu dönemde,
kapitalizm artık-değeri büyük işletmelerde kitlesel işçi kullanan sanayide ve
hizmetlerde üretiyor, kitlesel pazara satarak gerçekleştiriyordu. Daha akademik
bir dil kullanırsak, 19. Yüzyı’lın yaygın birikim arzının krizinin içinden
çıkan 20. Yüzyıl’da giderek şekillenen Fordist sermaye birikim modeline
gönderme yapabiliriz.
Böyle bir dünyada
şekillenen işçi örgütlerine baktığımızda bu dünyanın sınıf şekillenmelerinin
(iktidar ilişkilerinin, devlet biçimlerinin) damgasını taşıdıklarını görmek hiç
de zor olmayacaktır: İşçi sınıfının en etkili ve ekonomik açıdan önemli kesimi
büyük üretim birimlerinde istihdam edilmektedir. Bu işçilerin yaşam alanı, ya
bu üretim birimlerinin etrafında ya da onun hinterlandındadır. Bu işçi sınıfı
içinde, sanayi işçisi, en son
teknolojiyle, yönetim teknikleriyle, yeni örgütlenme, iletişim biçimleriyle en
sıkı hatta yapısal ilişki içindeki kesimi oluşturur.
İşçi sınıfın en
ileri kesimi olarak öncelikle bu fraksiyona yönelik siyasi partiler, komünist partileri,
hatta sendikalar, bu fraksiyonun maddi koşullarını yansıtırlar: Bunlar,
demokratik-merkeziyetçi, (daha çok merkeziyetçi) uzmanlaşmalara dayalı, işyeri,
dolayısıyla fabrika odaklı örgütlenmelerdir. Bu dönemde sınıf mücadelesi içinde
“sanayi üretiminden gelen güç” kapitalizmi sarsmak hatta aşmak söz konusu
olduğunda en belirleyici etkendir.
Henüz
kapitalizmin simgesel üretimi kültür endüstrisi, birikim ve iktidar
süreçleriyle tam olarak bütünleşmediğinden, “vatandaş” bir “sosyal devlet”
kavramını benimsemiş durumdayken, “Gösteri Toplumu” henüz egemen yaşam biçimi
olmadığından, siyasetin devleti doğrudan hedef alması daha verimli ve başarı
olasılığı yükselten bir pratiktir.
Bugün sanayi
işçisi, hala belli ölçülerde önemini korumakla birlikte, giderek sayısı azalan,
yaşam alanları yok edilen, mutasyona
uğrayan bir kesimdir. Uzmanlığı, becerileri ve yapılanmaları, kapitalizmin aşılması
söz konusu olduğunda, dünkü kadar etkili ve yeterli değildir. Bu sınıfın kimi
kesimlerinin mücadelesi çoğu kez haklarını, toplumsal etkisini genişletmeye
yönelik değildir; daha çok “yok olma ve tasfiye edilme sürecine direnme”
mücadelesine indirgenmiştir. Bu mücadele biçimlerinin muhafazakar bir ideoloji
ve öznellik üretmesi eğilimi giderek güçlenmektedir.
Buna karşılık,
henüz yeni, sayıca sınırlı olmakla birlikte kapitalizmin ekonomik ve siyasi
örgütlenmesi, artık-değer üretiminin artması ve hızlandırılması, toplumsal
denetim rejimlerinin yeniden üretimi açısından önemi, etkisi ve tavır aldığında
toplumda sarsıntı yaratma kapasitesi hızla artan bir sınıf fraksiyonu şekillenmektedir.
Dijital ağlara, bilişim sistemlerine, duygulanımsal emekle üretim yapan hizmet
alanlarına bağlı bir kesimdir bu. Bu kesimin,
kapitalizmin örgütlenme biçimlerine uyumlu olarak, etkinliği ve
mücadelesiyle ülke sınırlarını aşan, III. Enternasyonal çöktüğünden bu yana ilk
kez, tüm insanlığı hatta gezegenin ekosistemini ilgilendiren konularda
uluslararası siyasi mücadele ağları kurmaya başladığı da bir gerçektir. Dahası
sanayi işçisinin üretim ve yaşam
koşulları bu kesimin üretim ve yaşam koşullarına bağımlı hale gelmektedir.
Egemen sınıfın disiplin ve kontrol süreçleri, bu sınıfın iletişim, bilişim
alanlarındaki hatta simgesel üretim alanındaki etkinliğine dayanmaktadır.
Daha fazla
uzatmayacağım (ama üzerinde daha çok çalışılması gereken bir alan olduğu da bir
gerçek). Birincisi bugünün siyasi ve ekonomik örgütlenmelerinin uygun
biçimlerinin ancak bu sınıfın özelliklerinden türetilebileceğini düşünüyorum.
İkincisi, bu sınıfın yaşam koşullarını, kültürünü, egemen öznellik biçimlerini
daha iyi anlamak ve “kendiliğinden sınıf” olmaktan hızla çıkarak “kendisi için
sınıf” olmasına – kapitalizmin burjuva özgürlükleri bile hedef aldığı bir
dönemde, özgürlük, eşitlik, hak ve adalet mücadelesi üzerinden- yardım etmek,
bunu örgütlenmenin en önemli işlevi olarak görmek gerekiyor diye düşünüyorum.
Dış dünyanın, müdahaleye uygun nesnel bir resmini kurarken bu sınıfa özel bir
yer tanımak gerektiğini düşünüyorum.
Somut durum üzerine bazı
gözlemler
“Gezi Olayı”
sırasında yaşananlara bakanlar, bir direniş itiraz zemininde bir araya
gelenlerin, hemen sağlıktan barınmaya, gıda, temizlik, hatta eğitici
eğlendirici kültürel etkinliklere kadar, gönüllü katılım esasına, katılanların
aldığı kararlara göre işleyen yapılardan söz ediyorlar. Diğer bir deyişle, Gezi
ana kümesi içinde bir çok alt kümenin kendiliğinden, hem her biri
tanımlanabilir bir özgünlükte hem de diğer kümelerle işleve göre belli noktalarda kesişir biçimde
ortaya çıkmış olduğunu gördüler.
Bu alt kümeler
birbirleriyle ya doğrudan ilişki ağları yada, elektronik-dijital ortamın
sağladığı olanaklardan yararlanarak, “bilişim ağları” üzerinden haberleşiyor,
bilgi, eylem, irade paylaşımı düzlemleri yaratıyorlar. Dahası bu yaratılan ilişkiler, ağlar, uluslararası
alanda benzer yapılarla (kümelerle) buluşuyor, karşılıklı iletişim ve dayanışma
alanları oluşuyor.
Birçok
gözlemcinin örgütsüzlük olarak nitelediği bu durum aslında, yukarda değindiğim
“yeni sınıf fraksiyonunun” yaşam ve şekillenme koşullarıyla yakından ilişkili
bir örgütlenme biçimiydi. Bunu içinde bir çok düğüm noktaları olan ağlara bağlı
bir örgütlenme olarak düşünebiliriz. Peki nasıl oldu da bu yatay, ağlara bağlı
merkezsiz örgütlenme, zaman zaman, adeta bir merkezi varmış gibi, birlikte
davranabildi? Burada, bu yeni dünyanın diline dönmemiz, simgelerden,
“mem”lerden, kanaat ve düşünceleri
üretenlerin paylaşılmasına, tartışmasına olanak veren sanal ortamdan, yine
bilişim ağlarından söz etmemiz gerekiyor.
Benim bu noktada,
geçici olarak çıkarttığım çıkardığım ilk sonuç, ortak hareket etmeyi sağlayan
“merkez” in bürokratik, fiziki bir yapıdan daha çok simgesel-kültürel bir
özelliği olması gerektiğidir. Bu gereklilik üç noktaya ışık tutar: Birincisi,
bu ağlara bağlı yapıyı yönlendirmek isteyen siyasi yapıların, projelerinin, önerilerinin
bu simgesel kültürel alanda yaşayabilmesi, buraya girip çıkan özgür bireyler tarafından
benimsenmesi için çalışmaları gerekiyor. Yeni sınıf fraksiyonunun özelliklerine
uygun kurulacak yapılanmalar, oluşturulacak strateji ve taktik projeler ancak
bu yolla etkili olabileceklerdir.
İkincisi, bu
ağlara bağlı ve esas olarak simgesel bir özelliğe sahip, “sanal merkez” kaygan
değişken ve tekel altına alınamayacak, her aşamada yeniden kazanılması
gerekecek bir “merkez” olacaktır. Bu nedenle, tek bir siyasi partinin varlığı
egemenliği noktasına ulaşmaya çalışmaktan artık vazgeçmek gerekir. Şimdi, birçok
sol/sosyalist partinin, tartışma ve işbirliği içinde, kendi projelerini kabul
ettirmek için simgesel alanda eleştirel bir alışveriş içinde varolduğu çoğulcu
bir yaşamı kabul etmeyi içselleştirmek gerekmektedir.
Üçüncüsü, bu dinamik ve değişken, fiziki olarak yok edilmesi neredeyse
olanaksız, bu anlamda, kalıcılığı, sürekliliği korumak açısından çok dayanıklı
bir “merkez” olacaktır.
Bitirirken, bu
düşüncelerden hareketle “forumlar”
üzerine de bir uyarıda bulunmak istiyorum. İzleyebildiğim kadarıyla, sanırım, bu
forumlarım seçeceği temsilcilerden oluşan merkezi bir forum oluşturma
eğilimleri var. Bence bu forumları merkezileştirme projesi, tabii ki ve haklı
olarak, hızlı ve etkin davranma arzusundan kaynaklanıyor ama, ne yazık ki
geçmişin hayaletlerinin etkisini de taşıyor.
Burada alınan
modelin Sovyet deneyimi olduğu besbellidir. Birincisi, bu deney, gerçekten de
dünya-tarihsel bir boyuta sahiptir, köle ayaklanmalarından bu yana emekçi
sınıflar, ezilenler kitle halinde davranmaya başladıklarında hep meclis, forum,
toplantıda birlikte karar alma yolunu “içgüdüsel” olarak seçtiklerini
görüyoruz. Forumlar da böyle ortaya çıktı. Ancak Sovyet deneyimi modern
toplumun, özellikle kitlesel merkezi bürokratik sınıf şekillenmelerinin
etkisiyle hesapta olmayan bir yan sonuç yarattı adeta ikincil hasar yarattı.
Yerel- bölgesel, sonunda ulusal düzeyde merkezileşen konsey, en son aşamada bir
kişinin on binlerce birey adına kart kaldırarak oy verdiği garip bir duruma yol
açtı. Bu noktada, Sovyetlerin savunma ve özyönetim örgütleri olarak
çalıştıkları ikili iktidar döneminin, aynı zamanda en canlı, en etkin oldukları
dönem olduğunu da anımsamakta yarar olabilir.
Bu, dün belki
kaçınılmaz olarak alınması gereken bir riskti. Bugün, bu sorunu yeni teknolojik olanakları, ağlara bağlı
yaşam biçimlerini de göz önüne alarak düşünmek gerekiyor.
Ben, bugün, bu
forumların bu aşamada merkezileşmeye başlaması halinde iki yan sorunun ortaya çıkacağından
kaygı duyuyorum. Birincisi, yerel forumların katılımcıları iradelerini, merkeze
devrettiklerini düşünerek yerel foruma ilgilerini kaybedebilirler, ya da,
ulusal-küresel olan sorunları merkeze havale edip kendi yerel sorunlarına
odaklaşmayı öne çıkarırlar. İkincisi, merkezi forum, tüm forumlar ağını, buna
bağlı katılımcılardan oluşan hareketi, bir merkezden yönetebileceğini sanmaya
başlayınca, bu merkeze egemen olma, projesini kabul ettirme mücadelesi hızla,
siyasi gruplar arasında fraksiyon savaşına, iktidarı ele geçirmeye yönelik sonu
gelmez pratiklere yol açar, dış dünyayı
yanlış tanımladığından sonuç almadan debelenip durur. Nihayet, bu merkez, en
siyasi, tecrübeli katılımcıları içereceğinden, fiziki olarak ortadan
kaldırılması halinde, tarihsel olarak uzun bir süre doldurulamayacak bir boşluk
oluşur.
Hareketten
öğrenmeye ve düşünmeye, pratik yoluyla durumu idrak etmeye, değiştirmeye
çalışmaya devam etmek gerekiyor