Monday 7 April 2014

“Yitik zaman satıcısı” (Bir kitap üzerine)

Bu bir dostun 20 yıl sonra ikinci baskısını yapan kitabı için tanıtım yazısı yazma niyetiyle başladım. Okudukça, yazdıkça ortaya çıkan “şey” aldı başını gitti…
-I-
Tarih düz bir çizgi gibi, birbirini izleyen homojen anlarla ilerlemiyor. Tarih sert kopuşlarla birbirinden ayrılan zaman bloklarından oluşuyor. Bir blok bir noktada yıkılıyor, onu tanımlayan iç bağlantıları kopuyor, patlayarak dışa doğru, çökerek içe doğru bitiyor. Bu kopuş, zamanın düzenini bozuyor.

Zamanın düzeni bozulunca içeriye Janus başlı “sonsuzluk” girer. Bir yüzünde, yepyeni olasılıkları getiren, “her şey yeniden yapılabilir” vaadiyle umut, “iyi sonsuz”. Öbür yüzünde de her değişikliğin “her şeyi” yeniden ürettiği, biteviye tekrarın, aynı noktaya dönüşün “kötü sonsuzu”. Birincisi, öznenin varlığına dayanır, ikincisi ise yokluğuna. Sonra yeni bir zaman bloku başlar, zamanın düzeni yeniden geri gelir. Ya yepyeni bir zaman ve dünya olarak ya da... Bizimki eskinin, bazı farklarla ama, kötü bir versiyonu olarak başladı.

1960’larda başlayan  “zaman bloku” 1980’lerin ilk yıllarında, bitti. Onu izleyen yılları yeni bir blok olarak tanımlamak zor. Bunlar, bitenin kimi parçalarının merkezkaç bir güçle savrulmaya, kimi parçalarının içeri doğru bir kara delik oluştururcasına çökmeye devam ettiği yıllardı. Kısacası on yıllık bir “kötü sonsuz”!

Yeni bir  “zaman bloku”nun başlayabilmesi için 1989 Bahar Eylemleri- Zonguldak Grevi, 1991’de ilk kez Kürt Temsilcilerin kendi kimlikleriyle meclise girmesi, Demirel’in Diyarbakır’da “Kürt realitesini tanıyoruz” ifadeleri, Sosyalist Solun  “Kuruçeşme toplantıları” gibi gelişmelerin oluşturduğu zaman dilimini beklemek gerekecekti. Kısacası 1980’leri, 12 Eylül öncesini, sonrasından ayıran “kötü sonsuzun” yıllarını bir boşluk, zamanın topoğrafyasında açılan bir abis, sosyalistler, hatta halkçı akımlar açısından “yitik bir zaman” olarak tanımlamak olanaklı.

Yurdaer Erkoca’nın “Yitik Zaman Satıcısı” başlıklı kitapta derlenen öyküleri, “kötü sonsuzun” içinde yazıldılar, “yitik” zamanın bittiği yeni bir zaman blokunun başladığı yıllarda yayımlandılar. Ben ilk kez o zaman okudum. O öyküleri birlikte tartıştık; daha çok teknik özellikler üzerinde durduğumuzu anımsıyorum. Hatta içlerinden birinin, olumlu bir tonla, biraz da gereken cesareti gösteremeyen bir iyimserlikle bittiğini, kitabın ruhuna pek uymadığını da konuşmuştuk.

Şimdi, o öyküleri o zaman iyi değerlendiremediğimi düşünüyorum. Belki henüz “yitik zaman” çok tazeydi, belki ben gereken duyarlılıklara, düşünsel araçlara sahip değildim. Belki de benim için “kötü sonsuz” henüz bitmemişti... Öyküler asla bir düzene kavuşamayan kitaplığımın dehlizlerinde kaybolup gittiler, unutuldular.

-II-
Yurdaer’in bu öykülerini yirmi yıl sonra yeniden okuyunca, öykülerin konularını, karakterlerini, sonlarını hala anımsadığım gördüm. Diğer taraftan beni ilk kez okuyormuşum gibi etkilediler. Çok şaşırdım. Okudukça çoktan, terk ettiğim hatta unuttuğum bir “yere” geri dönmekte olduğumu gördüm. “Geçmiş başka bir ülkedir. Orada yaşamıyoruz” gibisinden bir deyim anımsıyorum. Orada yaşamıyoruz doğru ama, kimi zaman bir metin bir “zaman makinesi” işlevi görebiliyor. Bu öyküler de öyle oldu benim için. Bu bir “nostos algos”, kederli dönüştü. Yeni bir algı düzeyine, duyarlılıklara işaret ediyordu ama, hem bu yeni algı düzeyi, 70’ler sonrasında şekillenmiş bir şeye, aitti, hem de  aynı zamanda içi boş ama derin bir “yitirmişlik” duygusuyla birlikte geri geliyordu, şimdi, burada bir gerçeklik kazanıyordu.  Ayni negatiften basılmasına karşın bu kez, bu öykülerin kimyasal banyosundan farklı bir resim vererek çıkan bir fotoğraf kağıdı (sf.17) gibiydi bu “yeni-eski” duyarlılık.  İster istemez aklıma, irade dışı anıların, bir uyarıcıyla geri gelerek gerçeklik kazanmasıyla ilişkili travma ve neyi kaybettiğini dahi bilmeden yaşanan “yitirmişlik” duygularıyla ilgili melankoli kavramları takıldı!

Önce hangisi başlamıştı, 12 Eylül öncesini, sonrasından ayıran karanlık abis açıldıktan sonra  ayaklarımızın altında, bir kuşağın ayaklarının altında?

12 Eylül Darbesi, o kadar şiddetli, fiziki yenilgi o kadar kesindi ki, sol entelijensiyanın bir kısmının  “barikatın” öbür tarafına, liberalizme-post modernizme atlayışı o kadar hızlıydı ki, kültür endüstrisinin her şeyi metalaştırma telaşı, simgesel şiddeti o kadar acımasızdı ki 1970’lerin anlamlar zinciri hoyraça kırıldı. Anlamlar zinciri kırılınca, paranoya ve şizofreni kaçınılmaz olur. Her şeyin belli olduğu bir dünya yerini hiç bir şeyin belli olmadığı, şüphenin zaaftan, erdeme dönüştüğü, sadakatin yerini “cool” ironinin aldığı bir dünyaya bırakıyordu. Kapitalizm ve devlet terörüyse tek değişmeyen değişkendi. Geçmişi hızla bugünü tehdit eden bir canavara döndü kimileri için. Kimileri birbirini dışlayan dünyaları aynı anda “yaşamaya” başladılar.

Bu sırada, bir anlamsızlıklar, kargaşa, yığını bir kuşağı “Dünyanın Gecesi”ne taşıdı. Kimilerimiz bu karanlık abisin içine bakmayı seçtik, “Dünyanın Gecesinden“,  eski anlamları elden geçirerek, yenilerini bularak gerektiğinde inşa ederek geri dönmek için. Bulamadık, sarsıldık. Öyleyse ilk önce travma geldi.

Bu karanlık abis, bir “yokluğa” ilişkindi, bir şeyin kaybolduğunu söylüyordu. Bu ses acı veriyordu. Peki ama kaybolan şey neydi? Kimilerimiz abisin içine bakmamayı seçti. Adeta “ Rendevu” öyküsündeki karakterin sözlerini ödünç alırsak, “kendilerini geçmişin, karar vermelerine gerek bırakmadan aniden ortadan kalkmış olmasının sinsi rahatlığına bıraktılar” (sf. 13). Artık “yalnızca bedenler ve dil vardı”, bu bedenin arzularının basıncıyla “yaşama hırçınca saldırmaya başladıklarında”, karşılarına çıkacak “hakikat” artık, duruşa göre perspektiflerden başka bir şey değildi; yalan olduğunu unutmuş bir mit.... “Hakikat” perspektife tahvil edilince, ahlak “da rahatsızlıklar için alınan haplara” (sf. 15) dönüşüyordu. Çok fazla kullanıldığında “duygu kabızlığı” yapan, bedeni kısırlaştıran, “bedenler ve dil” dünyasını zehirleyen bir hap...

Bunlar, neyin kayıp olduğunu, kültür endüstrisinin sunduğu, daha doğrusu, beyinlerin içine çivi gibi çaktığı simgelerden edindiği kanaatlere dayanarak bildiklerini inandılar; bu kanaatlerin rahatlığına yerleşebileceklerine sandılar. Bir zaman blokunun bittiğine, yenisinin hemen başladığına inanmayı seçti; bitenin  cenazesini kaldırıp, yasını tutup, “vakitlere” geri döndüler.
-III-
“Çiğdem altı ay önce ölmüştü” (sf. 16) Ya Ölmediyse! Kayıp edilen şeyin, cenazesini kaldırdıktan sonra yadsınarak, “vakitlere geri dönerken” yaşanacak ağrılara katlanmaya olanak veren bir “destekleyici fantezi”ye dönüştürülmesi de seçeneklerden biriydi, çok büyük bir ustalıkla, hadi hakkını verelim incelikle kullanılan. Çiğdemini hem ölmüş olduğu dünyada hem de ölmemiş olduğu dünyada, iki farklı gerçeklikte aynı anda “yaşamaya” devam etmek olanaklı değildir. Bu çelişki Düşünme Bürolarına kapanarak (sf. 59) da yönetilemez. İki farklı gerçeklik iki sese dönüşür iki ses de kaçınılmaz olarak şizofreniye...

Kimileriyse yitirilene ilişkin açıklamaları, rahatlatıcı tanımlamaları kabul etmediler. Yitirilenin yokluğunun, yaşamlarının, siyasetten, aşka kadar tüm alanlarında her dakika, havayla temas halindeki bir sinir ucunun kesintisiz tedirginliği gibi kendini hissettiren ağrısını taşıdılar.  Etraflarındaki insanların, vakitlere geri dönenlerin konuşmalarını gittikçe daha iyi anlıyor olmanın (“Kabus”: sf 142-43) onlara hiç ayırdında olmadan katılmaya başlamanın,  dönüşerek, bedenlere, dile hapsolmanın korkusuyla yaşamaya devam ettiler. Bu korku, onları “mutluluk arama kervanına” katılmaktan korudu. “Hakikat”lerine sadık kaldılar, ağrılarını kaybetmediler. Hala aramaya devam ediyorlar.

“Yitik zaman satıcısı” bu insanların travmalarına, bu travmayı  ruhsal dünyalarında, aşklarında, siyasi pratiklerinde işleme, çözümleme, normalleştirme çabalarına ilişkin.  Bazen “Batık bir aşka geri dönmek gerekir” gerçekten  battığına inanabilmek, zaman bloğunun artık gerçekten geride kaldığını kabullenebilmek için. Ama, ortaya çıkmamış, ama çıkabilecekti diye düşünülebilecek olasılıkları, alınmamış ama alınabilecekti diye düşünülebilecek kararları, söylenmemiş ama söylenebilirdi diye düşünülebilecek sözleri, düşünmeye devam etmek hem bir travmanın ürünüdür hem de, olmayanı özlemenin sonucu yaşamaya devam eden onulmaz bir melankolinin kaynağı.  

Bu yüzden bu öyküler, normalleştirmeye çalışırken, yaşanan tekrarlara, kaygılara, kuşkulara, “yitik zamanın”  kimi anlarına “geri dönüşlere”,  aslında melankolisine, yeni zamanı, yeni tarihi bulmadan önceki gerginliklere ilişkin anahtar delikleridir diye düşünüyorum.  

“Gezi” den, skandallardan, siyasal İslam’ın, liberalizmin, diğer bir değişle “kurtuluşu” bu dünyanın ötesine erteleyenlerle, “kurtuluşu” boş ver bugün burada haz almaya bak diyenlerin, ironik biçimde, biçimde ikisini birbirine karıştıran bir şizofreninin elinde iflas ettiği bir dönemde, “bir zaman bloğunun” bitme olasılığı” doğarken, belki de “yeni bir zaman” geçmeye hazırlanırken... Herkesin anahtarı kendi boynunda asılı olduğunu unutmadan...

Sanat yapıtı, herhangi bir estetik nesneden farklı olarak, okuyucuda, izleyicide iz bırakır, onu değiştirir yeni bir özne yapar. Bunlar böyle öyküler. Yeni bir öznenin tarih sahnesine çıkmaya başladığı bir dönemde, belki de bu zamana, ilk yayımlandıkları zamandan daha uygunlar.


Bu öyküler, yeni zamanda, “Gezi Olayının” zamanında, benim de ait olduğum kuşağın insanlarının 1970’ler öncesiyle sonrası arasındaki “yitik zamanı”, yitirdiklerini, tanımlayarak nihayet gömmelerine, melankoliyi aşmalarına katkıları olabilir mi bilemiyorum. Ama bu öykülerin, kayıp edileni aramaya devam edenleri, tanımlamaya çabalayanları anlamak isteyenlere yardımcı olacağını düşünüyorum.

Seçmenin çoğu AKP’ye oy vermedi

Yerel seçimlerin sonuçları üzerinde düşünmeye başlarken aklıma Godot’yu Beklerken piyesinin I. Sahnesinde, Vladimir’in “hırsızlardan biri kurtuldu” (Aslı şöyle: Yeise kapılma hırsızlardan biri kurtuldu.) sözü takıldı. Gerçekten de, seçmenin % 40+’ı AKP’ye oy verdi ama, yüzde 50+’ı da vermedi.

Bu seçim sonuçlarından ders çıkartmak için yalnızca AKP’ye oy veren seçmeni değil, bence daha da önemlisi, AKP’ye oy vermeyen seçmeni düşünmek gerekiyor.  İkincisi açıklamaları seçim konjonktüründe partilerin yaptıkları ya da yapamadıklarına, liderlerin tavrına indirgemekten kaçınmak gerekiyor. Daha doğrusu, önce seçim konjonktürünün bileşenlerini, bu konjonktürün içindeki yapısal belirlenme ilişkilerini saptamak ondan sonra liderlerin, partilerin tutumlarına girmek gerekiyor diye düşünüyorum. 

Bu bağlamda biri eski bir daha yeni iki dinamiğin bu konjonktürü oluşturduğunu, sınırlarını koyduğunu söyleyebiliriz.

Birinci dinamik: Siyasal İslam’ın, kökleri 1994 yerel seçimlerine kadar götürülebilecek, aslında 1980’lerin askeri rejiminin, vahşi kapitalizminin, toplumda yaptığı tahribata karşı gelişen tepkiden beslenen, giderek liberal entelijansiyanın ihanetiyle birlikte bir “pasif devrim” sürecine dönüşen  yükselişinin, AKP döneminde kazandığı momentumdur. Bu momentum sürdükçe, bir toplumsal hareket olarak Siyasal İslam’ın mızrak başı ve çeşitli parçalarını birleştiren, sabitleyen bir kapitone noktası  olan AKP yönetimi altında toplumda yeni, bir dini “hakikat rejimi” gelişmeye buna paralel olarak yeni bir beden- nüfus politikası (biyopolitik) uygulanmaya, bilgi denetim süreçleri AKP’de temsil edilen dinci entelijensiyanın eline  geçerek yeniden şekillenmeye başladı. Bu momentum, tüm bu gelişmelerden dolayı toplumda sıradan Müslüman (mütedeyyin) kimlikten farklı yeni bir “kimlik” inşa etmeye başladı.

Bir “hakikat rejimi” toplumda “doğru” ile “yanlışı”, “yalan” ile “gerçeği” birbirinden ayır etmeye izin veren söylemleri ve kavramları sunduğundan, ölçütleri koyduğundan, bu yeni kimlik,  benimsemeye başladığı “hakikat rejimi” içinde anlamlandıramadığı olguları, yok saymak, yalan kabul etmek eğilimi geliştiriyordu. Bu kimliğin sadakati de “hakikat rejimini” temsil eden “şey” düzeyine yükselmiş bir beden olarak Erdoğan’aydı.

Bu dinamiği anlamak son derecede önemlidir. Bir “hakikat rejimi” yerleşince istikrarını, giderek de etkisini kolay kaybetmez. İran’da 1979 karşı devrimiyle topluma dayatılan, yerleşen “hakikat rejiminin” 35 yıl sonra hala etkin olduğunu görüyoruz. Bu yüzden, ekonomi istikrarsız, "Kriz gelecek halk tepki verecek" avuntusuna yüz vermemek gerekir. “Kriz” geldiğinde etkileri (olgular) kendi başlarına bir anlam taşımayacaklar. Bu olgular, onları kim kime, hangi kavramlarla, ölçütlerle, mantıksal gerekçelerle (hangi hakikat rejimi içinde) nasıl açıklıyorsa, bu açıklamaların içinde anlam kazanacaklar. Ancak “anlaşılamayacak” kadar büyük bir şok ve onun yarattığı travma bir “hakikat rejiminin” ani yıkımını getirir. Aksi taktirde bir “hakikat rejimi”ni  etkisini kaybetmesi için moloküler, zamana yayılmış  bir süreç gerekecektir.

Bu bağlamda,  AKP’nin kültürel alan üzerindeki denetiminin boyutlarını, bir toplumsal hareketin (siyasal İslam) mızrak başı, “kapitone noktası” olarak sahip olduğu taban örgütlerini, toplumsal iletişim, ilişki "ağlarını" anımsamak gerekiyor.

İkinci Dinamik: Bu yukarda özetlediğim tablo bir siyasi momentuma bağlı olarak bir hegemonya, hatta ondan da öte bir toplumsal- kimlik değişimi tablosu çiziyorsa, “Gezi Olayı” bu  tabloda açılmış bir çatlağı temsil ediyor. Bu çatlaktan toplumun içine yeni bir siyasi momentum, yeni bir kimlik şekillenmesi yeni bir “hakikat” ve ona bağlı olarak sadakat girdi; tablonun sergilediği resmi değiştirmeye başladı

Bu yeni kimlik, hakikat ve sadakat, Siyasal İslam’ın 15 yıldır inşa etmekte olduğu momentumun istikrarını bozdu, daha küçük ama önemsiz olmayan iki başka çatlağa daha yol açtı.

“Gezi Olayı” tetiklediği muhteşem direniş tüm dünyada yankılandı ve AKP hükümetinin, demokrasi fantezisinin gizlediği otoriter gerçeğin görülmesine, bilenlerin de, bunu itiraf etmesine neden oldu. İkincisi Siyasal İslam’ı oluşturan parçalardan belki de en büyüğü (geri kalanların da çok parçalı olduğunu unutmadan), uluslararası ve kaynakları en güçlü olanı “cemaat”, Gezi dinamiğinden de yararlanmak niyetiyle AKP liderliğinden kopmaya başladı.

“Gezi Olayı”nın açtığı çatlak, ve diğer ikisi, AKP hegemonyasına restore edilemez biçimde son verdi. Diğer bir değişle AKP’nin bir süredir, giderek zayıflayan toplumdan rıza alma kapasitesi tümüyle tükendi. Şimdi yalnızca kendi tabanına ve şiddete dayanarak ayakta kalmaya çalışmaktan başka çaresi yok AKP yönetiminin. Bu şiddet uygulama kapasitesinin, onu iktidarda tutmaya yeteceği anlamına gelmiyor. Ama salt şiddete dayanarak uzun yıllar yönetmenin de olanaklı olduğunu da, Franco, Salazar, Mübarek gibi örneklerden biliyoruz.

Bu noktada seçim sonuçlarına dönersek, hem CHP’nin hem de Sosyalist solun,  “yeise kapılamaması” bu seçimlerden çıkardığı pratik deneyimlerden yararlanarak , öncelikle “kurtulana”, AKPnin doğal tabanını oluşturmayan yüzde 50+’a odaklanması gerekir diye düşünüyorum.

Sosyalist sol açısından, ki bizi esas olarak bu ilgilendiriyor, üç deneyim önemli: Biri, böyle bir kutuplaşmış bir ortamda, seçim  sürecinin getirdiği politik canlılıktan yararlanabilmek için illa, büyük kentlerde aday göstererek hezimete katlanmak gerekmiyordu. İkincisi, ÖDP’nin yaptığı gibi, başkanlıklara değil, meclis, üyeliklerine odaklanmak yenilgi riski almadan propaganda yapma olanağı sunuyordu. Üçüncüsü TKP’nın deneyimi, küçük bölgelerde, zafer kazanılabileceğini gösteriyordu.
Bitirirken, Beckett’den aktardığım, St. Augustine’e atfedilen  allegori’nin devamını anımsıyorum: “Ama öbür hırsızın da mutlaka lanetlendiğini var sayma”.  Bu deneylerden yararlanıp, AKP “tabanı” dışında kalan yüzde 50+’ı toparlamaya odaklanırken, başarılı olunduğu ölçüde, AKP “tabanındakileri” de anımsamak gerekiyor. Ama önceliğin nerede olduğunu unutmadan.