Bu bir dostun 20 yıl sonra ikinci baskısını yapan kitabı için tanıtım yazısı
yazma niyetiyle başladım. Okudukça, yazdıkça ortaya çıkan “şey” aldı başını
gitti…
-I-
Tarih düz bir çizgi gibi, birbirini izleyen homojen
anlarla ilerlemiyor. Tarih sert kopuşlarla birbirinden ayrılan zaman bloklarından
oluşuyor. Bir blok bir noktada yıkılıyor, onu tanımlayan iç bağlantıları
kopuyor, patlayarak dışa doğru, çökerek içe doğru bitiyor. Bu kopuş, zamanın
düzenini bozuyor.
Zamanın düzeni bozulunca içeriye Janus başlı “sonsuzluk”
girer. Bir yüzünde, yepyeni olasılıkları getiren, “her şey yeniden yapılabilir”
vaadiyle umut, “iyi sonsuz”. Öbür yüzünde de her değişikliğin “her şeyi”
yeniden ürettiği, biteviye tekrarın, aynı noktaya dönüşün “kötü sonsuzu”.
Birincisi, öznenin varlığına dayanır, ikincisi ise yokluğuna. Sonra yeni bir
zaman bloku başlar, zamanın düzeni yeniden geri gelir. Ya yepyeni bir zaman ve
dünya olarak ya da... Bizimki eskinin, bazı farklarla ama, kötü bir versiyonu
olarak başladı.
1960’larda başlayan “zaman bloku” 1980’lerin ilk yıllarında,
bitti. Onu izleyen yılları yeni bir blok olarak tanımlamak zor. Bunlar, bitenin
kimi parçalarının merkezkaç bir güçle savrulmaya, kimi parçalarının içeri doğru
bir kara delik oluştururcasına çökmeye devam ettiği yıllardı. Kısacası on
yıllık bir “kötü sonsuz”!
Yeni bir “zaman
bloku”nun başlayabilmesi için 1989 Bahar Eylemleri- Zonguldak Grevi, 1991’de
ilk kez Kürt Temsilcilerin kendi kimlikleriyle meclise girmesi, Demirel’in Diyarbakır’da
“Kürt realitesini tanıyoruz” ifadeleri, Sosyalist Solun “Kuruçeşme toplantıları” gibi gelişmelerin
oluşturduğu zaman dilimini beklemek gerekecekti. Kısacası 1980’leri, 12 Eylül
öncesini, sonrasından ayıran “kötü sonsuzun” yıllarını bir boşluk, zamanın
topoğrafyasında açılan bir abis, sosyalistler, hatta halkçı akımlar açısından “yitik
bir zaman” olarak tanımlamak olanaklı.
Yurdaer Erkoca’nın “Yitik Zaman Satıcısı” başlıklı
kitapta derlenen öyküleri, “kötü sonsuzun” içinde yazıldılar, “yitik” zamanın
bittiği yeni bir zaman blokunun başladığı yıllarda yayımlandılar. Ben ilk kez o
zaman okudum. O öyküleri birlikte tartıştık; daha çok teknik özellikler üzerinde
durduğumuzu anımsıyorum. Hatta içlerinden birinin, olumlu bir tonla, biraz da gereken
cesareti gösteremeyen bir iyimserlikle bittiğini, kitabın ruhuna pek uymadığını
da konuşmuştuk.
Şimdi, o öyküleri o zaman iyi değerlendiremediğimi
düşünüyorum. Belki henüz “yitik zaman” çok tazeydi, belki ben gereken
duyarlılıklara, düşünsel araçlara sahip değildim. Belki de benim için “kötü
sonsuz” henüz bitmemişti... Öyküler asla bir düzene kavuşamayan kitaplığımın
dehlizlerinde kaybolup gittiler, unutuldular.
-II-
Yurdaer’in bu öykülerini yirmi yıl sonra yeniden okuyunca,
öykülerin konularını, karakterlerini, sonlarını hala anımsadığım gördüm. Diğer
taraftan beni ilk kez okuyormuşum gibi etkilediler. Çok şaşırdım. Okudukça
çoktan, terk ettiğim hatta unuttuğum bir “yere” geri dönmekte olduğumu gördüm. “Geçmiş
başka bir ülkedir. Orada yaşamıyoruz” gibisinden bir deyim anımsıyorum. Orada
yaşamıyoruz doğru ama, kimi zaman bir metin bir “zaman makinesi” işlevi
görebiliyor. Bu öyküler de öyle oldu benim için. Bu bir “nostos algos”, kederli
dönüştü. Yeni bir algı düzeyine, duyarlılıklara işaret ediyordu ama, hem bu
yeni algı düzeyi, 70’ler sonrasında şekillenmiş bir şeye, aitti, hem de aynı zamanda içi boş ama derin bir “yitirmişlik”
duygusuyla birlikte geri geliyordu, şimdi, burada bir gerçeklik kazanıyordu. Ayni negatiften basılmasına karşın bu kez, bu
öykülerin kimyasal banyosundan farklı bir resim vererek çıkan bir fotoğraf
kağıdı (sf.17) gibiydi bu “yeni-eski” duyarlılık. İster istemez aklıma, irade dışı anıların, bir
uyarıcıyla geri gelerek gerçeklik kazanmasıyla ilişkili travma ve neyi kaybettiğini dahi bilmeden yaşanan “yitirmişlik”
duygularıyla ilgili melankoli
kavramları takıldı!
Önce hangisi başlamıştı, 12 Eylül öncesini, sonrasından
ayıran karanlık abis açıldıktan sonra ayaklarımızın altında, bir kuşağın ayaklarının
altında?
12 Eylül Darbesi, o kadar şiddetli, fiziki yenilgi o
kadar kesindi ki, sol entelijensiyanın bir kısmının “barikatın” öbür tarafına, liberalizme-post
modernizme atlayışı o kadar hızlıydı ki, kültür endüstrisinin her şeyi metalaştırma
telaşı, simgesel şiddeti o kadar acımasızdı ki 1970’lerin anlamlar zinciri
hoyraça kırıldı. Anlamlar zinciri kırılınca, paranoya ve şizofreni kaçınılmaz
olur. Her şeyin belli olduğu bir dünya yerini hiç bir şeyin belli olmadığı, şüphenin
zaaftan, erdeme dönüştüğü, sadakatin yerini “cool” ironinin aldığı bir dünyaya
bırakıyordu. Kapitalizm ve devlet terörüyse tek değişmeyen değişkendi. Geçmişi
hızla bugünü tehdit eden bir canavara döndü kimileri için. Kimileri birbirini
dışlayan dünyaları aynı anda “yaşamaya” başladılar.
Bu sırada, bir anlamsızlıklar, kargaşa, yığını bir kuşağı
“Dünyanın Gecesi”ne taşıdı. Kimilerimiz bu karanlık abisin içine bakmayı seçtik,
“Dünyanın Gecesinden“, eski anlamları
elden geçirerek, yenilerini bularak gerektiğinde inşa ederek geri dönmek için.
Bulamadık, sarsıldık. Öyleyse ilk önce travma
geldi.
Bu karanlık abis, bir “yokluğa” ilişkindi, bir şeyin
kaybolduğunu söylüyordu. Bu ses acı veriyordu. Peki ama kaybolan şey neydi? Kimilerimiz
abisin içine bakmamayı seçti. Adeta “ Rendevu” öyküsündeki karakterin sözlerini
ödünç alırsak, “kendilerini geçmişin, karar vermelerine gerek bırakmadan aniden
ortadan kalkmış olmasının sinsi rahatlığına bıraktılar” (sf. 13). Artık
“yalnızca bedenler ve dil vardı”, bu bedenin arzularının basıncıyla “yaşama
hırçınca saldırmaya başladıklarında”, karşılarına çıkacak “hakikat” artık,
duruşa göre perspektiflerden başka bir şey değildi; yalan olduğunu unutmuş bir
mit.... “Hakikat” perspektife tahvil edilince, ahlak “da rahatsızlıklar için
alınan haplara” (sf. 15) dönüşüyordu. Çok fazla kullanıldığında “duygu
kabızlığı” yapan, bedeni kısırlaştıran, “bedenler ve dil” dünyasını zehirleyen
bir hap...
Bunlar, neyin kayıp olduğunu, kültür endüstrisinin
sunduğu, daha doğrusu, beyinlerin içine çivi gibi çaktığı simgelerden edindiği
kanaatlere dayanarak bildiklerini inandılar; bu kanaatlerin rahatlığına yerleşebileceklerine
sandılar. Bir zaman blokunun bittiğine, yenisinin hemen başladığına inanmayı
seçti; bitenin cenazesini kaldırıp,
yasını tutup, “vakitlere” geri döndüler.
-III-
“Çiğdem altı ay önce ölmüştü” (sf. 16) Ya Ölmediyse!
Kayıp edilen şeyin, cenazesini kaldırdıktan sonra yadsınarak, “vakitlere geri
dönerken” yaşanacak ağrılara katlanmaya olanak veren bir “destekleyici
fantezi”ye dönüştürülmesi de seçeneklerden biriydi, çok büyük bir ustalıkla,
hadi hakkını verelim incelikle kullanılan. Çiğdemini hem ölmüş olduğu dünyada
hem de ölmemiş olduğu dünyada, iki farklı gerçeklikte aynı anda “yaşamaya”
devam etmek olanaklı değildir. Bu çelişki Düşünme Bürolarına kapanarak (sf. 59)
da yönetilemez. İki farklı gerçeklik iki sese dönüşür iki ses de kaçınılmaz
olarak şizofreniye...
Kimileriyse yitirilene ilişkin açıklamaları, rahatlatıcı
tanımlamaları kabul etmediler. Yitirilenin yokluğunun, yaşamlarının,
siyasetten, aşka kadar tüm alanlarında her dakika, havayla temas halindeki bir
sinir ucunun kesintisiz tedirginliği gibi kendini hissettiren ağrısını
taşıdılar. Etraflarındaki insanların, vakitlere
geri dönenlerin konuşmalarını gittikçe daha iyi anlıyor olmanın (“Kabus”: sf
142-43) onlara hiç ayırdında olmadan katılmaya başlamanın, dönüşerek, bedenlere, dile hapsolmanın
korkusuyla yaşamaya devam ettiler. Bu korku, onları “mutluluk arama kervanına”
katılmaktan korudu. “Hakikat”lerine sadık kaldılar, ağrılarını kaybetmediler. Hala
aramaya devam ediyorlar.
“Yitik zaman satıcısı” bu insanların travmalarına, bu
travmayı ruhsal dünyalarında,
aşklarında, siyasi pratiklerinde işleme, çözümleme, normalleştirme çabalarına
ilişkin. Bazen “Batık bir aşka geri
dönmek gerekir” gerçekten battığına
inanabilmek, zaman bloğunun artık gerçekten geride kaldığını kabullenebilmek
için. Ama, ortaya çıkmamış, ama çıkabilecekti diye düşünülebilecek olasılıkları,
alınmamış ama alınabilecekti diye düşünülebilecek kararları, söylenmemiş ama
söylenebilirdi diye düşünülebilecek sözleri, düşünmeye devam etmek hem bir
travmanın ürünüdür hem de, olmayanı özlemenin sonucu yaşamaya devam eden
onulmaz bir melankolinin kaynağı.
Bu yüzden bu öyküler, normalleştirmeye çalışırken, yaşanan
tekrarlara, kaygılara, kuşkulara, “yitik zamanın” kimi anlarına “geri dönüşlere”, aslında melankolisine, yeni zamanı, yeni
tarihi bulmadan önceki gerginliklere ilişkin anahtar delikleridir diye
düşünüyorum.
“Gezi” den, skandallardan, siyasal İslam’ın,
liberalizmin, diğer bir değişle “kurtuluşu” bu dünyanın ötesine erteleyenlerle,
“kurtuluşu” boş ver bugün burada haz almaya bak diyenlerin, ironik biçimde,
biçimde ikisini birbirine karıştıran bir şizofreninin elinde iflas ettiği bir
dönemde, “bir zaman bloğunun” bitme olasılığı” doğarken, belki de “yeni bir
zaman” geçmeye hazırlanırken... Herkesin anahtarı kendi boynunda asılı olduğunu
unutmadan...
Sanat yapıtı, herhangi bir estetik nesneden farklı
olarak, okuyucuda, izleyicide iz bırakır, onu değiştirir yeni bir özne yapar.
Bunlar böyle öyküler. Yeni bir öznenin tarih sahnesine çıkmaya başladığı bir
dönemde, belki de bu zamana, ilk yayımlandıkları zamandan daha uygunlar.
Bu öyküler, yeni zamanda, “Gezi Olayının” zamanında,
benim de ait olduğum kuşağın insanlarının 1970’ler öncesiyle sonrası arasındaki
“yitik zamanı”, yitirdiklerini, tanımlayarak nihayet gömmelerine, melankoliyi
aşmalarına katkıları olabilir mi bilemiyorum. Ama bu öykülerin, kayıp edileni
aramaya devam edenleri, tanımlamaya çabalayanları anlamak isteyenlere yardımcı olacağını
düşünüyorum.