Monday 7 December 2015

Simgeleştirilemeyen “şey”in peşinde



Nilay Özer’in Korkuluklara giysi yardımı (yasakmeyve, Mart 2015) başlıklı şiir kitabı, bence yakın bir ilgiyi hak ediyor. Ben bu kısa denemede, kitaptaki şiirlerin tek tek hakkını vermek gibi olanaksız bir işe kalkışmak yerine, kitabın, ki esas olarak iki kısımdan oluşuyor,  bir bütün olarak bende yarattığı etkiye bir şekil vermeye çalışacağım.

-I-

Sanırım T.S. Eliot diyordu: Şair elini ruhunuzun derinliklerine sokar, orda olduğunu bile bilmediğiniz bir teli titretir, bir nota yaratır. Ben bu saptamayı çok severim.  Her gerçek sanat yapıtı küçük, (bazen de büyük: Le Radeau de la Méduse, Guernica) bir “travma"dır, İzleyicinin, okuyucunun öznelliğini çizer iz bırakır, onu değiştirir, başka biri yapar...
O yüzden de bir şiirle, bir şiir kitabıyla karşılaştığımda, önce tümünü birden bir solukta, kendimi bir umutla, o şiirlerden gelecek simgelerin, metaforların, “boşluk”ların etkisine şairin yapıtının yaratması olası etkiye açmaya çalışarak, bırakacağı izi bekleyerek okurum. Henüz anlamla ilgilenmediğim bu aşamada şiir beni etkilerse, bu etkiyi araştırmak arzusu oluşursa o şiirleri yeniden bu kez bir metin analizcisi, yapı çözümcüsü dikkatiyle ve titizliğiyle okumaya başlarım. Ancak kimi şiirler bu aşamada da kendilerini ele vermezler; yaptıkları etkinin anlamını hiçbir zaman sizi tatmin edecek bir düzeyde kavrayamayabilirsiniz. Belki gidip bir doktora tezi yazmanız gerekecektir, ondan sonra. Bu noktadaysanız kolay gelsin size, iyi şanslar üstelik, çünkü başarı asla garanti değildir.
Nilay Özer’in şiir kitabı bana ulaştığında hemen bir solukta okudum. Okur okumaz da üzerine bir şey yazmam, etkisinin anlamını soruşturmam gerektiğine karar verdim. Sonra kitap çalışma masamın üzerine tünedi, bana tehdit edici gözlerle bakmaya başladı. Bu kitabın üzerine yazmak giderek korkutucu bir projeye dönüşmeye başladı.
Bunlardan “besbelli ki bu şiirler, o var olduğunu onun da bilmediği bir teli titretti” diye düşünebilirsiniz. Haklı da olabilirsiniz. Eğer o telden çıkan notayı bana sorarsanız, “sizi ilgilendirmez” cevabıyla karşılaşacağınıza emin olabilirsiniz. Böyle şeyler şiirle okuyan arasında kalmalı bence.
Diğer taraftan, bu bir solukta okuma bitince, bende “Ah keşke” dediğim bir arzu oluştu. “Ah keşke", dedim,"Bir yolu olsa da, örneğin bilimkurgu öykülerindeki  fantastik teknolojilerin biriyle, bu şiirlerden en azından biri olmaya başlarken, bilinç dışından dilsel olana, biçimlerini bulmak üzere geçmeye başlayan şeyleri ("Shapes without form”) bu geçiş sürecinde, "Cehennem"le, “Cennet” arasındaki yerde, “Limbo”da bir lahza da olsa görebilseydim”.
Bu, arzunun küstahlığı bir yana, olacak iş değil tabii, iyi ki de... Peki ne olacak? Bu noktada aklıma Samuel Backett geliyor “... in the silence you don’t know, you must go on, I can’t go on, I’ll go on” [[i]]. Kısacası “I must go on”! En azından bir şeyleri paylaşmam gerekiyor, şiirin “travma"sını işleyerek aşabilmek için.

-II-

Yazının başlığı, “Simgeleştirilemeyen 'şey'in peşinde” yerine, “Kayıp bir şeyin”, bir “Mokluğun peşinde” de olabilirdi, ya da kestirmeden giderek, “Reel’in peşinde”, daha dolambaçlı bir yoldan da “melancholia” [[ii]]. Bu kitabın içindeki şiirler özellikle I. Kısım bende tam da böyle bir izlenim yarattı.  Bu izlenime sanırım üç farklı yoldan geldim. Birincisi, özellikle ilk bölümdeki şiirlerin, renkleri, sunduğu imajlardaki chiaroscuro, dizilerin tınısı, imgeler, kederli bir ton oluşturuyor; ancak bu kederin kaynağını sunmuyor. Yine de, bunların, bir gitme ile kalma, karar ile eylem arasında, adeta bir boşlukta “kalmışlık”, bu “kalmışlıktan” kaynaklanan bir yeis (Kierkegaard) ile ilgili olduklarını da düşünebiliriz sanırım.
Aşk insanı biteviye böyle bir noktaya getirir. Bir an sonsuz mutluluk bir an korku ve yeis. Çünkü, “Sahip olmak gelip geçen bir sudur sudur kalmanın zoru... dokunmak da ellerinden bir ırmak” yapmaz.  Suyu elinizle tutamazsınız akar gider... Sonra “aşk  yanlış bir akşamın uyardığı şuh lamba ışıdıkça dahası yok” inanırsın... Sonra “ ya içimizden biri yalan söyledi ya aşk bize ikimizden bir yalan...” Suyu elinle tutamazsın ama, ıslatır. Ya o moleküller de uçup gidince...
Diğer taraftan, bu “kalmışlık” halini, nesnesi belirsiz bir yitirmişlik duygusuyla ilişkilendirmek de olanaklı, aşk nedir örneğin, sonra geriye ne kalır, hele son moleküller de uçup gittikten sonra: Melancholia!
İkinci yol, Mallarme’den geçiyordu, daha doğrusu Badiou’nun Mallarme ile ilgili analizlerinden. Şiir burada olmuş bitmiş bir şeyin, bir “olay”ın geride bıraktığı, kaybolmaya başlayan izlerini yeniden yaşantılandırıyor, o “şeyi”, “olayı” bunlardan hareketle konuşmaya çalışıyor. Şiir bir “yokluğa” gönderme yapıyor, izlerinden hareketle yok olan şeyin duygusunu, ya da anlamını arıyor.
Üçüncü yol ise, Lacan’dan geçiyor. Nilay Özer de zaten kitabın girişinde, daha başlarken okuyucuyu bu yola yönlendirmiş.  Yokluğunun etkisinden düşünebildiğimiz, ama kendisini simgeleştiremediğimiz “şey” değil mi Reel. İçinde yaşadığımız simgesel evrenin (ekonomik, siyasi, cinsel iktidar ilişkilerinin) kendi tutarlılığını koruyabilmek, bir mükemmellik, doğallık izlenimi yaratabilmek için dışarda bıraktığı, içeri girmesine olanak verecek çatlakları çeşitli fantezilerle kapatmaya çalıştığı, “şey”.
Nilay Özer’in bu kitaptaki, ama özellikle ilk bölümdeki şiirleri, türlü metaforları imgeleri, imajları harekete geçirerek bu boşluğun çeperlerini saptamaya,  yok olan, bizden esirgenen şeyin anlamını, yokluğunun etkisinden (burada özgürlük kavramı geliyor aklıma), bu etkinin duygu dünyasında yarattığı izlerden hareketle bulmaya çalışıyor.  
Düzenin, egemen sınıfların nesnel ve öznel, fiziki ve simgesel şiddetine karşı sözlerle var olmaya çalışmanın nafileye çok yakın bir çaba olduğunun; estetik haz, uyanıklık yadırgatıcılık üretmekten vazgeçmeden  “sistemin” verili beğenilerinin varsayımlarının karşısında durmaya çabalamanın zorluğunun ayırdında olan şiirler bunlar.
Nilay Özer bir “imkansız” işle uğraştığının ayırdında ama, Beckett’ deyimiyle (in the silence you don’t know, you must go on, I can’t go on, I’ll go on) devam etmek için çabalıyor mücadele etmeye, hem kendinin, hem okuyucunun aklını, türlü imaj ve metaforlarla bir orasından bir burasından didiklemeye, sistemin orada kurduğu özdeşliklerin, kanaatlerin yapı taşlarını sökmek için adeta çabalamaya devam ediyor. Bir imkansızlık karşısında, sık sık başını kaldıran bir “boşuna çaba bu” duygusuna rağmen devam etmek zoruna kalmak da melancholia üretiyor.

-III-

Nilay Özer’in ilk kitabı üzerine de bir deneme yazmıştım. O zaman bu kadar zorlandığımı anımsamıyorum. Köprülerin altından çok su akmış, Nilay Özer çok geceyi uykusuz, o “diğer gecenin” kıyısında geçirmiş. “Bütün sabahların sahibi olduğunu bile bile devletin sapsarı yüzüne karşı”...
Şiirler giderek daha çok derinleşmiş, karmaşıklaşmış. Kimi zaman bir dize, örneğin “beni ölü ele geçirdin sevgilim”, bir sevgiliye, belki bir feministin, “ötekine”, teslim oluşunu, bir militanın düzenin elinde katledilişinin anılarının yanına koyarak, elini, o kadar derinlere, hatta bilinç dışınıza kadar sokabiliyor ki, titrettiği telin melodisi bir türlü dinmiyor. Bu melodi gelip uykularınızın üzerine çökebiliyor, Henry Fuseli’nin “Kabus” (1781) tablosundaki yaratık gibi...
Kitabın ikinci kısmı bir başka tür kabuslarla yüzleşmeye çalışan şiirlerden oluşuyor.
-IV-
Varlık, varoluş alanımızda bir biçim alarak belirir. Bu beliren fenomen, olay oluşumlar, varoluş alanımızda farklı yeğinliklerde (intensity)  belirirler, bizim algı alanımıza bu farklı yeğinliklerin oluşturduğu skala içinde girerler. Kimileri vardır ama yeğinlikleri çok düşük olduğu için varlıklarını algılayamayız. Kimilerinin yeğinliği o kadar büyüktür ki, algı alanımızı oluşturan simgesel sisteme  “sığmazlar”, kısmen ya da tamamen anlam dışı kalırlar onlarla karşılaşmak bazen içinden çıkılamaz bir “travma” yaratır. Sürekli ve patolojik bir biçimde, o karşılaşma anına geri döner dururuz
Kitabın ikinci kısmındaki, Auschwitz, Ruanda, Sabra ve Şatila, Halepçe gibi yeğinliklerinin şiddeti, onları verili anlam sisteminin dışına fırlatan “olayların” şiirleriyle karşılaşıyoruz. Bunlar ağıza alınamayacak kadar büyük, ama üzerine sessiz kalamayacağımız travmalar. Peki ama nasıl konuşacağız.
Nilay Özer bu soruyu cesaretle, duyarlılıkla, yaratıcılıkla ve beceriyle eline almış “simgeleştirilemeyen şey”in peşinden gitmeye, onu ifade etmeye çabalamış.
Bana gelince ben, ikinci bölümdeki şiirleri okurken kendimi bir ikilem içinde buldum. Bir taraftan bunlar verdikleri estetik haz  açısından gerçekten zengin, etkileyici şiirler. Diğer taraftan, şiirlerin sonundaki tarihleri okuyunca (ki bu tarihler şiirin bittiği yerde şiiri geriye doğru disiplin altına alacak bir ana gösterge öneriyorlar,...) bende bir yetersizlik, dolayısıyla tatminsizlik duygusu oluştu.
Bu nokta aklıma bir örnek olarak Alman Dışavurumcuları'ndan kimi ressamların, örneğin Oskar Kokoschka, Otto Dix, Emile Nolde’nin [[iii]] koşarak gittikleri I. Dünya Savaşı boyunca sanatlarında görülen değişim geldi. Bu ressamların eserlerinde, savaşın travmasıyla birlikte dışavurumculuk, yerini savaşın vahşetini, grotesk (ya da travmatik) bir gerçekçilikle belgelemeye çalışan bir çabaya bırakmaya başlamış.
Bu örneğin ışığında, kitabın ikinci kısmındaki şiirlerin konularını oluşturan olayları düşündükçe, acaba, lirik bir çabanın, ya da unsurların yerine, grotesk (travmatik) bir gerçekçilik daha mı uygun olurdu diye düşündüm. Bu tabii ki çok tartışmalı bir konu.
Ben bu tartışmada, Adorno'nun Auschwitz'den sonra lirik şiir yazılamaz, hatta yazılmamalıdır yönündeki eğilimini kendime daha yakın buluyorum: Soykırım oldu, öyleyse yine olabilir. Öyleyse hepimiz kuşku altındayız.
Ben lirik şiirin, bireyde, bir iç saflık (kirlenmemişlik) alanının var olabileceğini varsaydığını, bu saflığın ise kapitalizm sömürgeci, soykırımcı aşamaya girdikten sonra  giderek kaybedildiğini, Auschwitz’in bu kaybedilme sürecinin geri dönülemezlik noktası olduğunu da düşünüyorum. Bu nedenle lirik şiirin, ya da şiirdeki lirik öğelerin, “otantik” olabileceğine inanamıyorum. Bu ikilem, aşılabilir mi? Beckett, Paul Celan bu aşılma olasılığına birer örnek oluşturabilir mi?  Adorno, oluşturabildiğini düşünüyor, “End Game” ve “Todesfuge”u örnek veriyordu. Doğrusu bilemiyorum.
Nilay Özer’in Korkuluklara giysi yardımı  başlıklı şiir kitabının içindeki şiirleri daha akından okumak, “projesini” daha etraflı tartışmak gerekiyor. Çünkü bunlar “zamanın gürültüsüyle” çok uyumlu, şiirde “sanat” ve “siyaset” ayrımını anlamsızlaştıran şiirler...



[i] Beckett, Samuel. “Unnamable.” Three Novels. Trans. Samuel Beckett and Patrick
Bowles. New York: Grove Press, 1958. Sf. 414
[ii] Ama kesinlikle “depresyon” değil. Burada melancholia, bir kayıp karşısında oluşan iki durumdan birini ifade ediyor. Eğer kaybettiğiniz şeyin ne olduğunu biliyorsanız, Bir süre yas tutar sonra “normalleşirsiniz”. Kaybettiğiniz şeyin ne olduğunu bilemiyorsanız, hatta ona belki de hiç sahip olmadıysanız, sonu gelmez bir “sıkıntı, yeis”  içine düşebilirsiniz: Melancholia
[iii] Richard Cork, The Bitter Truth: Avant-garde Art and the Great War 1994, Yale University Press

Wednesday 28 October 2015

Dün "Yanıltılmak" ve bugün "linç edilmek" üzerine bir not

“Yanıltıldım” diyenlere karşı takınılan tutuma ilişkin, “linç” kavramını kullanan arkadaşlara biraz daha dikkatli olmalarını, bu kavramın gerçek anlamı üzerinde biraz düşünmelerini öneririm.
“Savaşta, isyanda, direnişte, vb., ne yaptı?” son derecede meşru bir sorudur. Bu sorunun cevabı “düşman saflarında, karşı tarafta bize ‘kurşun’ (gerçek ya da simgesel) sıkıyordu” ise bu durumun bir sonucu olmak durumundadır.,

Dün siyasal İslam, AKP önderliğinde yükselir, hegemonyasını inşa ederken, bugün “yanıltıldım”, “aldatıldım” (edilgenliğe dikkat) diye yakınanlar bu sürece destek vermekle kalmadılar. Direnenleri şiddetle eleştirdiler hatta sosyalist harekete, hareketin geleneğine, bu geleneğin yapıcı isimlerine, ulusalcı, ulusalcı sosyalist (Nazi), darbeci kavramlarına bindirilmiş türlü hakaretlerle “simgesel şiddet” uyguladılar, susturmaya çalıştılar, bunu yaparken en gerici yazarlarla panel paylaşmaktan, TV programlarında boy göstermekten kaçınmadılar. İçlerinde  sahte delil üretmeye yardım eden, bu delilleri yayanlar bile oldu.

Son derecede önemli bir nokta daha var: Bu tiplerin bir kısmı geçmişte sosyalist hareket içinde yer almışlar, eleştirel düşüncenin gelişmesine katkı yapmışlardı.
Şimdi hiç bir açıklama yapmadan “bizi yanılttılar” diyorlar. Bu kadar bilgi ve birikimle nasıl yanıldılar, neden yanıldılar? Hadi yanıldılar, peki sosyalist harekete neden o şiddetle saldırdılar?


Bu sorular cevapsız kaldığı sürece, “Aslında yanılmadılar, ancak siyasal İslam ve AKP’nin bunlara, fantezi  fikirlerinin desteğine gereksinimi kalmadı, yararlılıkları bitti, bir safra gibi atıldılar. Aslında onlarda değişen bir şey yok!” düşüncesi, ihanete uğramışlık duygusu geçerli olmaya devam edecek. Bunların “linç” (yasa dışı sürü saldırısı) pratiğiyla bir ilgisi yok...

Saturday 14 February 2015

“Yarım Yüzyıldan Şiirler” (Melankoli”, Nostalji ve Kavga)


(12 Şubat 2015 - Cumh Kitap Eki)
Ataol Behramoğlu’nun Tekin yayınevinden çıkan “Yarım Yüzyıldan Şiirler” derlemesi bir ülkenin, modern tarihinin, en önemli başkaldırı, direniş ve acı deneyimlerini yaşayan, yaşadıklarının anlamını kaçırmayan bir kuşağa ait bir sanat insanının kendi eliyle seçtiği şiirlerinden oluşuyor.
Bu ülkenin neyinin nasıl çalındığını anımsamak, bir kez daha çalınmakta olanı derinlemesine anlamak istiyorsanız bu şiirleri okumadan edemezsiniz. Biraz soğuk, adeta “bu şiirler bilgiye ilişkin” bir “şey” der gibi oldu. Öyleyse, neden politika, ekonomi, sosyoloji kitapları varken şiir? Çünkü sanat;  politika, felsefe, tarih gibi pratiklerle dile getirilemeyen bir hakikati ifade etmek içindir de ondan.
Ataol Behramoğlu’nun yazdığı dönemin türlü analizini yapan değerlendirmeleri okursunuz ama, aşka, tutkuya ve sadakate, tarihin böyle sarp ve dolambaçlı yollardan hızlanarak aktığı bir döneminin bireyinin öznelliğinin trajik ve epik boyutuna ilişkin bir şey siz farkında bile olmadan anlığınızın kapsama alanının dışında kalır, olguların arkasında melankolik gözlerle, size bakmaya devam eder.
Eğer ona ulaşıp, sizi etkilemesine ve değiştirmesine olanak vermezseniz, çalınmakta olan şeye karşı yükselteceğiniz itiraz, direncinizin ısrarı, bu itirazı, direnci besleyen sadakatin ateşi çok önemli bir yakıttan mahrum kalacaktır.
Sanatla siyasetin ayrı şeyler, “sanatın da yalnızca güzele ilişkin” olduğunu düşünenleri kırmak pahasına, belirtmek gerekirse, bana, “Yarım Yüzyıldan Şiirler” yapıtının “estetik” boyutunu konuşmak o kadar ilginç gelmiyor. Birincisi, kendilerini her dönemeçte kanıtlayarak ayakta kalmış bu şiirler belli ki, kendilerine özgün bilgiyi aşan bir şeyin anlamını, dile getirmeye devam ediyorlar. İkincisi, Bu şiirlerin neden bu kadar başarılı olduğu, okuyanda nasıl iz bıraktıkları üzerine formalist, dilbilimci yorumlar yerine, bıraktıkları izi konuşmak benim kendi sanat projeme daha uygun geliyor.

-I-
Turgut  Uyar, bir dönemin sonuyla, bir yenisinin başlangıcının arasında hızla açılmaya başlayan bir uçuruma bakarak yazıyordu “Dünyanın En güzel Arabistanı” derlemesindeki (1959) şiirlerini. Artık ne biçim ne de içerik açısından eskisi gibi şiir yazılamazdı bu kopuşun, kargaşanın, önceki dönemin bireyinin gözüyle her tarafı kaplamış saçmalıkların ortasında. Turgut Uyar bu gözlerinin önünde ayaklarının ucunda açılan uçuruma baktı  “aslında korkacak bir şey yok”, donup kalmak gereksiz “Her şey naylondan”, sahte, o kadar dedi. Bunlar hiçbir güzelliğe ve yüceliğe sahip değil, diye düşündü ve bunu yazdı...
Ataol Behramoğlu’nun derlemesindeki şiirler, Turgut Uyar’ın “Dünyanın En güzel Arabistanı” şiirleriyle cevap verdiği uçurumun içinde başlıyor. Ancak,  bunlar, yeni başlamakta olan bir dönemin hakikatine, kabarmaya başlayan devrimci dalgaya ait, bedenini, canını lafının olduğu yere koymuş, eleştirisinin karşı karşıya kaldığı güçlerden ve yaratacağı sonuçlarından asla korkmamaya karar vermiş en muhteşem, kuşağın, “bir gün mutlaka” diyen yeni öznesinin şiirleri, bu yükselmekte olan dalgaya sadakatinin de deklarasyonu aynı zamanda...
-II-
Ben  derlemenin ilk iki bölümünün aslında bir süreklilik ifade ettiğini, 3. Bölümün ilk şiirinin (“Yeniden Hüzünle”) bu ilk bölüme ait olduğunu düşünüyorum. Bence  derlemenin, bu anlamda Behramoğlu’nun sanat yaşamının 2. Bölümü, “ Bir gün Mutlaka” şiiriyle, yavaşça değil bir patlamayla başlıyor: “Bugün seviştim, yürüyüşe katıldım sonra”...
I. ve İkinci bölümlere, çok anlamlı biçimde en başa konmuş “Melankoli” şiirinin merceğinden bakarsak karşımıza, bir anlamlar sisteminden kopmaya başlamış ama henüz yenisini bulamamış bir birey, bir entelektüel, sanatçı çıkıyor. Agamben’in Stanza başlıklı yapıtında tarihsel olarak yerleştirdiği gibi, melankoli, bir dünya yıkılırken, anlamlar sisteminde açılan boşluğa ait, bir “kayıp etmiş olma” duygusu. Ama birey neyi kayıp ettiğini bilemez, bilemediği için yasını tutarak yoluna devam edemez. Boşluğa takılır kalır.
Derleminin bu ilk bölümünde (1959-65) “karanlık”, “yalnızlık”, “tutsaklık”, egemen ideolojinin sıcak dünya, mutlu dünya fantezilerine ilişkin bir özlem ama aslında nostalji (hüzünlü dönüş), “Mızıka” şiirinin ilk dörtlüğünde olduğu gibi. Bir iğreti olma duygusu, yabancılığa karşı bir çıkış yolu olarak intihar ve aşk seçenekleri... Şairi intihar, hiçlik tatmin etmez, Aşk ise son tahlilde “aşılmalıdır...”
“Şimdi adam olmak”, “zengin olmak ikilemi” aklındadır şairin.  Tam “sabahtan akşama kadar şu cennet vatanına şiir yazan” amcaya yönelik küçümseyici bir gülümseme gelişirken dudaklarında,  sekiz on güvercin, adeta Lacan’ın “Real”i gibi  aniden resmin içine girer ve egemen anlamlar sistemi içinde simgeleştirilemeyen bir şeye, “özgürlüğe” ilişkin bir hareketle bu zehirli gülümsemeyi daha başlarken öldürür. Şair burada adeta yani bir yolun açılmakta, anlamlar sisteminin gelmekte olduğunu bize haber vermektedir.
-III-
Bu yol aşkla siyasetin, cinsel eylemle, siyasi eylemin buluştuğu yere açılmakta, kösnül ve kahraman bir anlamlar sisteminin şekillendiğini haber vermektedir; menziline “bir gün mutlaka” ulaşacaktır.
“Bir gün mutlaka” bir kopuşun şiiri bence; bir dönemin bittiğini, bireyin artık özneye dönüştüğünü haber veren ve betimleyen, Şairin sanatında bir dönüm noktası oluşturan bir şiir. Gelecek 15 yılın tüm simgeleri, temsilcileri var bu şiirin içinde. Sevişmek, yürüyüşe katılmak, havanın giderek sertleşeceğinin, yeni vakitlerin getireceğini kabullenmenin bilinciyle silah kullanmayı öğrenmek, yalnızlığı, ulusu aşarak Vietnam’ı, dünyanın öbür ucunda, “Full Metal Jacket” filmindeki keskin nişancı Viet-kong militanı gibi yavaşça ölen kızı düşünmek, uçuruma atlayabileceğine inanç, bilgili ama inançsız, sofist entelektüellere yönelik öfke, artık devleti karşısına almış olmanın bilinci, yürüyerek çoğalma inancı, davaya sadakat...
II. Bölümün tonunu bu şiirin kurduğu söylenebilir.  Ondan sonra, tüm bir kuşağın ruh halini en iyi yansıtan şiirlerden biri belki de en iyisi geliyor: “Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim / yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver”
Aslında, bu kitaptaki tüm şiirleri, bu şiirin merceğinden okumak gerekiyor. Bir anlamda bu şiirde bir “mise en abime”, tüm derlemenin yoğunlaştırılmış anlamını yapıta geri yansıtan noktayı bulmak olanaklı. 
Ataol Behramoğlu’nun şiirlerinde diğer anlamların kapısını açan “çekip gitmek”, “çocuk”, “aşk ve savaş” ikilemi, “zamanın  bireye rağmen akıp gitmesi”, bir entelektüelin,  “rahat yaşamı”, “en güzel dünyaları”  elinin tersiyle iterek, Termopil’deki Lenonides gibi savaşı sonucuna aldırmadan kabullenmesi, bunun getirdiği, trajik gurur, altından başkaldırmaya çalışan sürekli denetim altında tutulması gereken ama asla kaybolmayan melankoli,   gibi anahtarların hepsi bu şiirde var.
Böylece, Türkiye devrimci hareketi ilk büyük kabarmasını yaşarken, bu bölümdeki şiirlerle sınıf savaşlarına, devrime, komünizme ilişkin bir dünyaya giriyoruz. Sonra ilk büyük kırılma, ölümler, idamlar, katliamlar, işkence hapishane, sürgün ve bir “interregnum”...
Bu aralıkta, melankoliyi denetim altında tutmak artık daha zor. Şimdi terazinin bir kefesinde isyan, öbür kefesinde melankoli var: “Bir yanım / Yalnızlık ve Hüzün tiryakisi / Bir yanım / Gemi azıya almaya hazır / Bir hayat çılgını”...
Ama melankoli ağır basar gibidir: Çocuklar, trenler, alıp başını gitmeler... Şiirlerin ritmi de değişir, satırlar kısalır, daha önce yaşamış ustalar daha çok anımsanır. Beyaz İpek gibi yağan kar, ister istemez bizi Joyce’un “The Dead” öyküsünün son paragrafına götürür. Yazar bence burada 1970-74 döneminin dayattığı bunaltıcı anlamdan kaçmaya çalışmaktadır...
Tam bu noktada hem biçem hem de içerik, hem de duyarlılık olarak bu ana kadar okuduğum her şeyden farklı dörtlüklerle karşılaşıyorum, “bunlar nereden çıktı, niye yazıldılar?” diye düşünüyorum. İtiraf etmeliyim ki bilemiyorum...
Belki de, bu uyumsuzluktan, “Ben mi? Evet”, şiirinde, Kant ile Hegel arasında gidip gelen, “Şiir üstüne bazı düşünceler”de Aristoteles’i, Horace’ı (Arsa Poetika) ziyaret eden tartışmanın ışığında, bir iç hesaplaşmanın yaşanmakta olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Ancak,  okumaya devam ettiğimizde, yazarın günlük yaşamın  ayrıntılarında gizli olana  daha yakından bakması, akıp giden zamanın içinde değişmenin, bir şeyleri,  geride bırakmanın, Kierkegaard’ın bir ruh halini ödünç alırsak, bazı “potansiyellerini kaybetmenin” ayırdına varmanın etkisiyle, ve... ister istemez melankoliyle yine karşılaşıyoruz. Aşk ve hümanizma bir çıkış yolu olarak düşünülüyor. Ancak, “Kuşatmada” şiirinde başını kaldıran yeis (despair),  hesaplaşmanın tamamlanamadan altan alta sürdüğünü düşündürüyor.
Belki bu noktada, “yurt sevgisi” temasına, halk “şiiri” biçemlerine doğru bir yönelişi de tartışmak gerekir ama, belki bir başka yazıya...
-IV-
Sonra 1980-84 arası yine bir “interregnum” oluşturuyor. Hem  ülke ikliminde hem de fiilen, hapishane dönemiyle yazarın yaşamında... Bu  bölümdeki şiirlerin, “Kızıma dörtlükler” de dahil, dönemin tüm ağırlığını, gündeme getirdiği varoluşa ilişkin kaygıları, öfkeyi ve acıyı mükemmel biçimde, hiçbir zaman lirizme, duygusallığa kaçmadan yalın ve çarpıcı biçimde yansıttığı görülüyor.
O baskı ve yenilgi yıllarında ortaya çıkmaya, entelijensiyayı, sanatçıları kendine çekmeye başlayan, anlamdan kaçışa, biçimciliğe, yüzeyciliğe,  sanatı siyasetten ayırma kaygısına, “içe dönük”, “pasif nihilizme” Ataol Behramoğlu’nun ilgi göstermediği, baskı ve yenilginin getirdiği anlamlara, bunlardan kaçarak değil cevap vererek direnmeyi seçtiği görülüyor.
-V-
İçinde bulunduğu realiteye her zaman sıkı bir çapayla bağlı olduğundan, Ataol Behramoğlu’nun 1984-90 arasında şiirlerinin havası, imge sistemi, bu realitenin değişmesine bağlı olarak değişmeye  başlıyor.
Artık “çekip gitmek”, “yalnızlık” metaforlarına rastlamıyoruz, “tren” yalnızca bir kez ve o da yazara değil zaman ilişkin olarak geçiyor. Çünkü, Paris şiirlerinin sergilediği gibi yazar artık gerçekten çekip gitmek zorunda kalmıştır, sürgündedir, gerçekten yalnızdır, şiirlerinin kaynağı olan ülkesinden ve kavgadan koptuğunu düşünerek şiirden de kopabileceğine ilişkin kaygılar yaşamaktadır. Ancak okudukça görüyoruz ki bu kaygıya hiç gerek yokmuş, “Bir Mavi Çiçek”, “Tek başınalık”, “Ölüm ve Genel Kurmayı”  şiirlerinin gösterdiği gibi yazar, sürgüne giderken, ülkesini ve kavgayı geride bırakmamış, kendisiyle birlikte götürmüş.
Bu dönemin şiirleri, ülkenin, 84-90 arasında hızla değişerek adeta tanınamaz bir hale gelmesinin yarattığı kaygıyı, ürküntüyü, kaçınılmaz nostaljiyi de iki biçimde yansıtıyorlar.  İlk kez yazar, “İneklere Övgü” şiirinde durağanlığın güvencesinden söz ediyor; her değişimin illa ileri doğru olmayabileceğinin bilinciyle... İkincisi, bu bölümde şiirlerde kafiyeye çok büyük önem veriliyor, kimi zaman şiirin müziğini bozma pahasına...
-VI-
Ataol Behramoğlu, derlemenin geri kalanını üç bölüme ayırıyor, 1990-1994, 1994-2003 ve 2003 sonrası. Ben 1990-2003 arasının şiirlerini, hem duyarlılıkları, estetik özellikleri açısından, hem de dönemin sosyopolitik özelliklerini düşünerek tek bir dönem olarak değerlendirmek istiyorum.
Sosyopolitik boyutla başlarsam, bu dönem, hem sosyal demokrasinin ve muhafazakar merkez partilerinin iflasına hem de Siyasal İslam’ın ve Kürt siyasi hareketinin yükselişine tanıklık eder. Dönemin sonunda son derecede şiddetli bir ekonomik kriz, 11 Eylül gibi tarih yapıcı bir olay vardır, bunlara bağlı olarak liberal entelijensiyanın da desteğiyle AKP’nin hükümete gelerek devleti ve toplumu değiştirmeye başlaması vardır. Bu anlatıdan 1994-2003 arasına ilişkin rahatlıkla bir süreklilik resmi çıkarılabilir.
Derlemede 1990-2003 arası şiirlere bakınca ilk elde benim dikkatimi, aşk şiirlerinin çokluğu ve bu şiirlerde  “yapının” kimi zaman (”sevgilimsin”, “Yaz”, “on aşk şiiri”) kafiyenin disiplininden kurtulması, müziğin öne çıkması çekiyor. Bir hakikat yaratıcı işlem olarak aşkın gündeme gelmesi, bu hakikati anlatmaya başlayan şiirlere adeta yeni bir özgürleşme katıyor.
Ancak aşkın şiirlerde daha önce hiç olmadığı kadar, adeta bir sığınak olarak öne çıkmaya başlaması, şairin, içine, bedenine ve hazlara dönmeye başladığı anlamına gelmiyor.
“Günümüzde insan olmanın çok ağır bedeli” “Bu yangın yerinde insan olarak kalmak” gibi sorunlar, yalnızlıkla, ölümlü olmanın insan aklına getirdiği yüklerle bileşerek kendini anımsatan bir melankoli, yazarı hiç terk etmiyor.
Gazel biçeminin bu bölümde, sıkça kullanılması da bence, bir yorgunluk, hiç olmamış bir dingin düzene yönelik nostalji, sahip olunmayan ve erişilemeyecek bir şeyin kaybına kederlenmenin ifadesi, melankolinin bir başka dışa vurumu.
Son bölümde, iki kaygının, “bir felsefi arayışın” buluşması dikkat çekiyor.
Birincisi, şiirin yaşamın sınırlarına, sonsuzluk algısının çağırdığı hüzne, aşktan ve yaşamdan sonra gelen bir ıssızlıkla, bireyin zamanın bu akışı ve sonsuzluk içindeki yeriyle, “Geçen”, “İnsan kendisinin rüyasıdır” şiirlerine damgasını vuran bir yaşam muhasebesine ve aşkın gecikmiş olabileceğine ilişkin.
İkinci kaygıysa, ülkenin üzerine çökmeye başlayan karanlığın, bu karanlıkta rüzgarın getirdiği kötülüklerin,  ülke yeniden biçimlendirilirken, eski dostların yeni hainlere dönüşmesiyle ilgili.
Ama Ataol Behramoğlu, bu buluşmadan bir yenilgi ve teslimiyet çıkarmaz. Aksine,  kitap, “Yunus gibi” şiirinde kullandığı biçem halkın enerjisini, son  dörtlükle zulme karşı isyanın kaçınılmazlığını,  “Metin Demirtaş”  şiiriyle de dostluğun, yeri doldurulamaz dostların yokluğuna karşın kavgaya onları unutmadan devam etmenin önemini vurgulayarak biter. Bu noktada Metin Demirtaş şiirinin son dizeleri, bizi  tanımlanamaz bir kaybın yarattığı, insanı sınırlayan, bazen kısırlaştıran melankoli yerine, kayıp edilen dostun yasını tutarak, o hala varmışçasına yola, kavgaya devam etme olasılığı ve gereksinimiyle baş başa bırakır.

Monday 9 February 2015

Genel seçimler yaklaşırken bazı düşünceler –

Siyasal İslam’ın “pasif devrimi”nin son aşamasına geldiğimizi kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu pasif devrim tamamlandığında iyice belirginleşecek olan devlet biçiminin ise 1930’ların Alman faşizmine çok yakın bir “şey” olacağı ise bence kesin
Genel seçimler hızla yaklaşıyor. Sol hareket yine yoğun biçimde tavrını belirleme tartışmalarına başladı. Bir de HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı var.  Komşumuz Yunanistan’da yapılan ve sol (sosyal demokrat) bir partinin zaferiyle biten seçimlerin anlamı üzerinde, geriye doğru bakarak bile anlaşamıyoruz. İşimiz geçekten zor.
Bu zorluğun önemli bir kısmı bence belli bir düşünme yönteminden kaynaklanıyor. Bu izlenimimi desteklemek için somut örnekler vermekten, karşılaştırmalı bir yöntem analizine girişmektense ben kendi düşünme yöntemimi, belki de biraz sıkıcı olma pahasına sergileyerek ilerlemeye çalışacağım.

Seçim olayına nasıl yaklaşmak gerekir?

Yazının devamını okumak için tıklayınız