Nilay Özer’in Korkuluklara
giysi yardımı (yasakmeyve, Mart 2015) başlıklı şiir kitabı, bence yakın
bir ilgiyi hak ediyor. Ben bu kısa denemede, kitaptaki şiirlerin tek tek
hakkını vermek gibi olanaksız bir işe kalkışmak yerine, kitabın, ki esas olarak
iki kısımdan oluşuyor, bir bütün olarak
bende yarattığı etkiye bir şekil vermeye çalışacağım.
-I-
Sanırım T.S.
Eliot diyordu: Şair elini ruhunuzun derinliklerine sokar, orda olduğunu bile bilmediğiniz
bir teli titretir, bir nota yaratır. Ben bu saptamayı çok severim. Her gerçek sanat yapıtı küçük, (bazen de büyük:
Le Radeau de la
Méduse, Guernica…) bir “travma"dır, İzleyicinin,
okuyucunun öznelliğini çizer iz bırakır, onu değiştirir, başka biri yapar...
O yüzden de bir
şiirle, bir şiir kitabıyla karşılaştığımda, önce tümünü birden bir solukta, kendimi
bir umutla, o şiirlerden gelecek simgelerin, metaforların, “boşluk”ların
etkisine şairin yapıtının yaratması olası etkiye açmaya çalışarak, bırakacağı
izi bekleyerek okurum. Henüz anlamla ilgilenmediğim bu aşamada şiir beni
etkilerse, bu etkiyi araştırmak arzusu oluşursa o şiirleri yeniden bu kez bir
metin analizcisi, yapı çözümcüsü dikkatiyle ve titizliğiyle okumaya başlarım.
Ancak kimi şiirler bu aşamada da kendilerini ele vermezler; yaptıkları etkinin
anlamını hiçbir zaman sizi tatmin edecek bir düzeyde kavrayamayabilirsiniz.
Belki gidip bir doktora tezi yazmanız gerekecektir, ondan sonra. Bu
noktadaysanız kolay gelsin size, iyi şanslar üstelik, çünkü başarı asla garanti
değildir.
Nilay Özer’in şiir
kitabı bana ulaştığında hemen bir solukta okudum. Okur okumaz da üzerine bir
şey yazmam, etkisinin anlamını soruşturmam gerektiğine karar verdim. Sonra
kitap çalışma masamın üzerine tünedi, bana tehdit edici gözlerle bakmaya
başladı. Bu kitabın üzerine yazmak giderek korkutucu bir projeye dönüşmeye
başladı.
Bunlardan “besbelli
ki bu şiirler, o var olduğunu onun da bilmediği bir teli titretti” diye düşünebilirsiniz.
Haklı da olabilirsiniz. Eğer o telden çıkan notayı bana sorarsanız, “sizi
ilgilendirmez” cevabıyla karşılaşacağınıza emin olabilirsiniz. Böyle şeyler
şiirle okuyan arasında kalmalı bence.
Diğer taraftan,
bu bir solukta okuma bitince, bende “Ah keşke” dediğim bir arzu oluştu. “Ah keşke", dedim,"Bir yolu olsa da,
örneğin bilimkurgu öykülerindeki
fantastik teknolojilerin biriyle, bu şiirlerden en azından biri olmaya
başlarken, bilinç dışından dilsel olana, biçimlerini bulmak üzere geçmeye
başlayan şeyleri ("Shapes without form”) bu geçiş
sürecinde, "Cehennem"le, “Cennet” arasındaki yerde, “Limbo”da bir
lahza da olsa görebilseydim”.
Bu, arzunun
küstahlığı bir yana, olacak iş değil tabii, iyi ki de... Peki ne olacak? Bu
noktada aklıma Samuel Backett geliyor “... in
the silence you don’t know, you must go on, I can’t go on, I’ll go on” [[i]].
Kısacası “I must go on”! En azından
bir şeyleri paylaşmam gerekiyor, şiirin “travma"sını işleyerek aşabilmek
için.
-II-
Yazının başlığı,
“Simgeleştirilemeyen 'şey'in peşinde” yerine, “Kayıp bir şeyin”, bir “Mokluğun
peşinde” de olabilirdi, ya da kestirmeden giderek, “Reel’in peşinde”, daha
dolambaçlı bir yoldan da “melancholia” [[ii]].
Bu kitabın içindeki şiirler özellikle I. Kısım bende tam da böyle bir izlenim yarattı. Bu izlenime sanırım üç farklı yoldan geldim.
Birincisi, özellikle ilk bölümdeki şiirlerin, renkleri, sunduğu imajlardaki chiaroscuro, dizilerin tınısı, imgeler,
kederli bir ton oluşturuyor; ancak bu kederin kaynağını sunmuyor. Yine de,
bunların, bir gitme ile kalma, karar ile eylem arasında, adeta bir boşlukta “kalmışlık”,
bu “kalmışlıktan” kaynaklanan bir yeis
(Kierkegaard) ile ilgili olduklarını da düşünebiliriz sanırım.
Aşk insanı
biteviye böyle bir noktaya getirir. Bir an sonsuz mutluluk bir an korku ve
yeis. Çünkü, “Sahip olmak gelip geçen bir
sudur sudur kalmanın zoru... dokunmak da ellerinden bir ırmak” yapmaz. Suyu elinizle tutamazsınız akar gider... Sonra
“aşk yanlış bir akşamın uyardığı şuh
lamba ışıdıkça dahası yok” inanırsın... Sonra “ ya içimizden biri yalan söyledi
ya aşk bize ikimizden bir yalan...” Suyu elinle tutamazsın ama, ıslatır. Ya o
moleküller de uçup gidince...
Diğer taraftan,
bu “kalmışlık” halini, nesnesi belirsiz bir yitirmişlik duygusuyla
ilişkilendirmek de olanaklı, aşk nedir örneğin, sonra geriye ne kalır, hele son
moleküller de uçup gittikten sonra: Melancholia!
İkinci yol,
Mallarme’den geçiyordu, daha doğrusu Badiou’nun Mallarme ile ilgili
analizlerinden. Şiir burada olmuş bitmiş bir şeyin, bir “olay”ın geride
bıraktığı, kaybolmaya başlayan izlerini yeniden yaşantılandırıyor, o “şeyi”,
“olayı” bunlardan hareketle konuşmaya çalışıyor. Şiir bir “yokluğa” gönderme
yapıyor, izlerinden hareketle yok olan şeyin duygusunu, ya da anlamını arıyor.
Üçüncü yol ise,
Lacan’dan geçiyor. Nilay Özer de zaten kitabın girişinde, daha başlarken
okuyucuyu bu yola yönlendirmiş.
Yokluğunun etkisinden düşünebildiğimiz, ama kendisini simgeleştiremediğimiz
“şey” değil mi Reel. İçinde yaşadığımız simgesel evrenin (ekonomik, siyasi,
cinsel iktidar ilişkilerinin) kendi tutarlılığını koruyabilmek, bir
mükemmellik, doğallık izlenimi yaratabilmek için dışarda bıraktığı, içeri girmesine
olanak verecek çatlakları çeşitli fantezilerle kapatmaya çalıştığı, “şey”.
Nilay Özer’in bu
kitaptaki, ama özellikle ilk bölümdeki şiirleri, türlü metaforları imgeleri, imajları
harekete geçirerek bu boşluğun çeperlerini saptamaya, yok olan, bizden esirgenen şeyin anlamını,
yokluğunun etkisinden (burada özgürlük kavramı geliyor aklıma), bu etkinin duygu
dünyasında yarattığı izlerden hareketle bulmaya çalışıyor.
Düzenin, egemen
sınıfların nesnel ve öznel, fiziki ve simgesel şiddetine karşı sözlerle var olmaya çalışmanın nafileye
çok yakın bir çaba olduğunun; estetik haz, uyanıklık yadırgatıcılık üretmekten
vazgeçmeden “sistemin” verili
beğenilerinin varsayımlarının karşısında durmaya çabalamanın zorluğunun ayırdında
olan şiirler bunlar.
Nilay Özer bir “imkansız”
işle uğraştığının ayırdında ama, Beckett’ deyimiyle (in the silence you don’t know, you must go on, I can’t go on, I’ll go
on) devam etmek için çabalıyor mücadele etmeye, hem kendinin, hem
okuyucunun aklını, türlü imaj ve metaforlarla bir orasından bir burasından
didiklemeye, sistemin orada kurduğu özdeşliklerin, kanaatlerin yapı taşlarını
sökmek için adeta çabalamaya devam ediyor. Bir imkansızlık karşısında, sık sık
başını kaldıran bir “boşuna çaba bu” duygusuna rağmen devam etmek zoruna kalmak
da melancholia üretiyor.
-III-
Nilay Özer’in ilk
kitabı üzerine de bir deneme yazmıştım. O zaman bu kadar zorlandığımı
anımsamıyorum. Köprülerin altından çok su akmış, Nilay Özer çok geceyi uykusuz,
o “diğer gecenin” kıyısında geçirmiş. “Bütün
sabahların sahibi olduğunu bile bile devletin sapsarı yüzüne karşı”...
Şiirler giderek
daha çok derinleşmiş, karmaşıklaşmış. Kimi zaman bir dize, örneğin “beni ölü ele geçirdin sevgilim”, bir
sevgiliye, belki bir feministin, “ötekine”, teslim oluşunu, bir militanın düzenin elinde katledilişinin anılarının
yanına koyarak, elini, o kadar derinlere, hatta bilinç dışınıza kadar
sokabiliyor ki, titrettiği telin melodisi bir türlü dinmiyor. Bu melodi gelip
uykularınızın üzerine çökebiliyor, Henry Fuseli’nin “Kabus” (1781) tablosundaki
yaratık gibi...
Kitabın ikinci
kısmı bir başka tür kabuslarla yüzleşmeye çalışan şiirlerden oluşuyor.
-IV-
Varlık, varoluş
alanımızda bir biçim alarak belirir. Bu beliren fenomen, olay oluşumlar,
varoluş alanımızda farklı yeğinliklerde (intensity) belirirler, bizim algı alanımıza bu farklı
yeğinliklerin oluşturduğu skala içinde girerler. Kimileri vardır ama
yeğinlikleri çok düşük olduğu için varlıklarını algılayamayız. Kimilerinin
yeğinliği o kadar büyüktür ki, algı alanımızı oluşturan simgesel sisteme “sığmazlar”, kısmen ya da tamamen anlam dışı
kalırlar onlarla karşılaşmak bazen içinden çıkılamaz bir “travma” yaratır. Sürekli
ve patolojik bir biçimde, o karşılaşma anına geri döner dururuz
Kitabın ikinci
kısmındaki, Auschwitz, Ruanda, Sabra ve Şatila, Halepçe gibi yeğinliklerinin
şiddeti, onları verili anlam sisteminin dışına fırlatan “olayların” şiirleriyle
karşılaşıyoruz. Bunlar ağıza alınamayacak kadar büyük, ama üzerine sessiz
kalamayacağımız travmalar. Peki ama nasıl konuşacağız.
Nilay Özer bu
soruyu cesaretle, duyarlılıkla, yaratıcılıkla ve beceriyle eline almış “simgeleştirilemeyen
şey”in peşinden gitmeye, onu ifade etmeye çabalamış.
Bana gelince ben,
ikinci bölümdeki şiirleri okurken kendimi bir ikilem içinde buldum. Bir
taraftan bunlar verdikleri estetik haz
açısından gerçekten zengin, etkileyici şiirler. Diğer taraftan,
şiirlerin sonundaki tarihleri okuyunca (ki bu tarihler şiirin bittiği yerde şiiri
geriye doğru disiplin altına alacak bir “ana gösterge” öneriyorlar,...) bende
bir yetersizlik, dolayısıyla tatminsizlik duygusu oluştu.
Bu nokta aklıma
bir örnek olarak Alman Dışavurumcuları'ndan kimi ressamların, örneğin Oskar
Kokoschka, Otto Dix, Emile Nolde’nin [[iii]]
koşarak gittikleri I. Dünya Savaşı boyunca sanatlarında görülen değişim geldi. Bu
ressamların eserlerinde, savaşın travmasıyla birlikte dışavurumculuk, yerini
savaşın vahşetini, grotesk (ya da travmatik) bir gerçekçilikle belgelemeye
çalışan bir çabaya bırakmaya başlamış.
Bu örneğin
ışığında, kitabın ikinci kısmındaki şiirlerin konularını oluşturan olayları
düşündükçe, acaba, lirik bir çabanın, ya da unsurların yerine, grotesk (travmatik)
bir gerçekçilik daha mı uygun olurdu diye düşündüm. Bu tabii ki çok tartışmalı
bir konu.
Ben bu tartışmada,
Adorno'nun Auschwitz'den sonra lirik şiir yazılamaz, hatta yazılmamalıdır yönündeki
eğilimini kendime daha yakın buluyorum: Soykırım oldu, öyleyse yine olabilir. Öyleyse
hepimiz kuşku altındayız.
Ben lirik şiirin, bireyde,
bir iç saflık (kirlenmemişlik) alanının var olabileceğini varsaydığını, bu
saflığın ise kapitalizm sömürgeci, soykırımcı aşamaya girdikten sonra giderek kaybedildiğini, Auschwitz’in bu
kaybedilme sürecinin geri dönülemezlik
noktası olduğunu da düşünüyorum. Bu nedenle lirik şiirin, ya da şiirdeki lirik
öğelerin, “otantik” olabileceğine inanamıyorum. Bu ikilem, aşılabilir mi? Beckett,
Paul Celan bu aşılma olasılığına birer örnek oluşturabilir mi? Adorno, oluşturabildiğini düşünüyor, “End
Game” ve “Todesfuge”u örnek veriyordu. Doğrusu bilemiyorum.
Nilay Özer’in Korkuluklara
giysi yardımı başlıklı şiir
kitabının içindeki şiirleri daha akından okumak, “projesini” daha etraflı
tartışmak gerekiyor. Çünkü bunlar “zamanın gürültüsüyle” çok uyumlu, şiirde
“sanat” ve “siyaset” ayrımını anlamsızlaştıran şiirler...
Bowles. New York: Grove Press, 1958. Sf. 414
[ii] Ama kesinlikle
“depresyon” değil. Burada melancholia, bir kayıp karşısında
oluşan iki durumdan birini ifade ediyor. Eğer kaybettiğiniz şeyin ne olduğunu
biliyorsanız, Bir süre yas tutar
sonra “normalleşirsiniz”. Kaybettiğiniz şeyin ne olduğunu bilemiyorsanız, hatta
ona belki de hiç sahip olmadıysanız, sonu gelmez bir “sıkıntı, yeis” içine düşebilirsiniz: Melancholia
[iii] Richard Cork, The Bitter Truth: Avant-garde Art and the
Great War 1994, Yale University Press