(12 Şubat 2015 - Cumh Kitap Eki)
Ataol
Behramoğlu’nun Tekin yayınevinden çıkan “Yarım Yüzyıldan Şiirler” derlemesi bir
ülkenin, modern tarihinin, en önemli başkaldırı, direniş ve acı deneyimlerini
yaşayan, yaşadıklarının anlamını kaçırmayan bir kuşağa ait bir sanat insanının
kendi eliyle seçtiği şiirlerinden oluşuyor.
Bu ülkenin
neyinin nasıl çalındığını anımsamak, bir kez daha çalınmakta olanı
derinlemesine anlamak istiyorsanız bu şiirleri okumadan edemezsiniz. Biraz
soğuk, adeta “bu şiirler bilgiye ilişkin” bir “şey” der gibi oldu. Öyleyse,
neden politika, ekonomi, sosyoloji kitapları varken şiir? Çünkü sanat; politika, felsefe, tarih gibi pratiklerle
dile getirilemeyen bir hakikati ifade etmek içindir de ondan.
Ataol
Behramoğlu’nun yazdığı dönemin türlü analizini yapan değerlendirmeleri
okursunuz ama, aşka, tutkuya ve sadakate, tarihin böyle sarp ve dolambaçlı
yollardan hızlanarak aktığı bir döneminin bireyinin öznelliğinin trajik ve epik
boyutuna ilişkin bir şey siz farkında bile olmadan anlığınızın kapsama alanının
dışında kalır, olguların arkasında melankolik gözlerle, size bakmaya devam
eder.
Eğer ona ulaşıp,
sizi etkilemesine ve değiştirmesine olanak vermezseniz, çalınmakta olan şeye
karşı yükselteceğiniz itiraz, direncinizin ısrarı, bu itirazı, direnci besleyen
sadakatin ateşi çok önemli bir yakıttan mahrum kalacaktır.
Sanatla siyasetin
ayrı şeyler, “sanatın da yalnızca güzele ilişkin” olduğunu düşünenleri kırmak
pahasına, belirtmek gerekirse, bana, “Yarım Yüzyıldan Şiirler” yapıtının
“estetik” boyutunu konuşmak o kadar ilginç gelmiyor. Birincisi, kendilerini her
dönemeçte kanıtlayarak ayakta kalmış bu şiirler belli ki, kendilerine özgün
bilgiyi aşan bir şeyin anlamını, dile getirmeye devam ediyorlar. İkincisi, Bu
şiirlerin neden bu kadar başarılı olduğu, okuyanda nasıl iz bıraktıkları
üzerine formalist, dilbilimci yorumlar yerine, bıraktıkları izi konuşmak benim
kendi sanat projeme daha uygun geliyor.
-I-
Turgut Uyar, bir dönemin sonuyla, bir yenisinin başlangıcının
arasında hızla açılmaya başlayan bir uçuruma bakarak yazıyordu “Dünyanın En güzel
Arabistanı” derlemesindeki (1959) şiirlerini. Artık ne biçim ne de içerik açısından
eskisi gibi şiir yazılamazdı bu kopuşun, kargaşanın, önceki dönemin bireyinin
gözüyle her tarafı kaplamış saçmalıkların ortasında. Turgut Uyar bu gözlerinin
önünde ayaklarının ucunda açılan uçuruma baktı
“aslında korkacak bir şey yok”, donup kalmak gereksiz “Her şey
naylondan”, sahte, o kadar dedi. Bunlar hiçbir güzelliğe ve yüceliğe sahip
değil, diye düşündü ve bunu yazdı...
Ataol
Behramoğlu’nun derlemesindeki şiirler, Turgut Uyar’ın “Dünyanın En güzel
Arabistanı” şiirleriyle cevap verdiği uçurumun içinde başlıyor. Ancak, bunlar, yeni başlamakta olan bir dönemin hakikatine,
kabarmaya başlayan devrimci dalgaya ait, bedenini, canını lafının olduğu yere
koymuş, eleştirisinin karşı karşıya kaldığı güçlerden ve yaratacağı
sonuçlarından asla korkmamaya karar vermiş en muhteşem, kuşağın, “bir gün
mutlaka” diyen yeni öznesinin şiirleri, bu yükselmekte olan dalgaya sadakatinin
de deklarasyonu aynı zamanda...
-II-
Ben derlemenin ilk iki bölümünün aslında bir
süreklilik ifade ettiğini, 3. Bölümün ilk şiirinin (“Yeniden Hüzünle”) bu ilk
bölüme ait olduğunu düşünüyorum. Bence
derlemenin, bu anlamda Behramoğlu’nun sanat yaşamının 2. Bölümü, “ Bir
gün Mutlaka” şiiriyle, yavaşça değil bir patlamayla
başlıyor: “Bugün seviştim, yürüyüşe
katıldım sonra”...
I. ve İkinci
bölümlere, çok anlamlı biçimde en başa konmuş “Melankoli” şiirinin merceğinden
bakarsak karşımıza, bir anlamlar sisteminden kopmaya başlamış ama henüz
yenisini bulamamış bir birey, bir entelektüel, sanatçı çıkıyor. Agamben’in
Stanza başlıklı yapıtında tarihsel olarak yerleştirdiği gibi, melankoli, bir
dünya yıkılırken, anlamlar sisteminde açılan boşluğa ait, bir “kayıp etmiş olma”
duygusu. Ama birey neyi kayıp ettiğini bilemez, bilemediği için yasını tutarak
yoluna devam edemez. Boşluğa takılır kalır.
Derleminin bu ilk
bölümünde (1959-65) “karanlık”, “yalnızlık”, “tutsaklık”, egemen ideolojinin
sıcak dünya, mutlu dünya fantezilerine ilişkin bir özlem ama aslında nostalji
(hüzünlü dönüş), “Mızıka” şiirinin ilk dörtlüğünde olduğu gibi. Bir iğreti olma
duygusu, yabancılığa karşı bir çıkış yolu olarak intihar ve aşk seçenekleri... Şairi
intihar, hiçlik tatmin etmez, Aşk ise son tahlilde “aşılmalıdır...”
“Şimdi adam olmak”,
“zengin olmak ikilemi” aklındadır şairin.
Tam “sabahtan akşama kadar şu cennet vatanına şiir yazan” amcaya yönelik
küçümseyici bir gülümseme gelişirken dudaklarında, sekiz on güvercin, adeta Lacan’ın “Real”i
gibi aniden resmin içine girer ve egemen
anlamlar sistemi içinde simgeleştirilemeyen bir şeye, “özgürlüğe” ilişkin bir hareketle
bu zehirli gülümsemeyi daha başlarken öldürür. Şair burada adeta yani bir yolun
açılmakta, anlamlar sisteminin gelmekte olduğunu bize haber vermektedir.
-III-
Bu yol aşkla
siyasetin, cinsel eylemle, siyasi eylemin buluştuğu yere açılmakta, kösnül ve
kahraman bir anlamlar sisteminin şekillendiğini haber vermektedir; menziline
“bir gün mutlaka” ulaşacaktır.
“Bir gün mutlaka”
bir kopuşun şiiri bence; bir dönemin bittiğini, bireyin artık özneye
dönüştüğünü haber veren ve betimleyen, Şairin sanatında bir dönüm noktası
oluşturan bir şiir. Gelecek 15 yılın tüm simgeleri, temsilcileri var bu şiirin
içinde. Sevişmek, yürüyüşe katılmak, havanın giderek sertleşeceğinin, yeni
vakitlerin getireceğini kabullenmenin bilinciyle silah kullanmayı öğrenmek,
yalnızlığı, ulusu aşarak Vietnam’ı, dünyanın öbür ucunda, “Full Metal Jacket”
filmindeki keskin nişancı Viet-kong militanı gibi yavaşça ölen kızı düşünmek,
uçuruma atlayabileceğine inanç, bilgili ama inançsız, sofist entelektüellere
yönelik öfke, artık devleti karşısına almış olmanın bilinci, yürüyerek çoğalma
inancı, davaya sadakat...
II. Bölümün tonunu
bu şiirin kurduğu söylenebilir. Ondan
sonra, tüm bir kuşağın ruh halini en iyi yansıtan şiirlerden biri belki de en
iyisi geliyor: “Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim / yüreğimde bir çocuk
cebimde bir revolver”
Aslında, bu
kitaptaki tüm şiirleri, bu şiirin merceğinden okumak gerekiyor. Bir anlamda bu
şiirde bir “mise en abime”, tüm derlemenin yoğunlaştırılmış anlamını yapıta
geri yansıtan noktayı bulmak olanaklı.
Ataol
Behramoğlu’nun şiirlerinde diğer anlamların kapısını açan “çekip gitmek”, “çocuk”,
“aşk ve savaş” ikilemi, “zamanın bireye
rağmen akıp gitmesi”, bir entelektüelin, “rahat yaşamı”, “en güzel dünyaları” elinin tersiyle iterek, Termopil’deki Lenonides
gibi savaşı sonucuna aldırmadan kabullenmesi, bunun getirdiği, trajik gurur,
altından başkaldırmaya çalışan sürekli denetim altında tutulması gereken ama
asla kaybolmayan melankoli, gibi anahtarların hepsi bu şiirde var.
Böylece, Türkiye
devrimci hareketi ilk büyük kabarmasını yaşarken, bu bölümdeki şiirlerle sınıf
savaşlarına, devrime, komünizme ilişkin bir dünyaya giriyoruz. Sonra ilk büyük
kırılma, ölümler, idamlar, katliamlar, işkence hapishane, sürgün ve bir
“interregnum”...
Bu aralıkta, melankoliyi
denetim altında tutmak artık daha zor. Şimdi terazinin bir kefesinde isyan,
öbür kefesinde melankoli var: “Bir yanım / Yalnızlık ve Hüzün tiryakisi / Bir
yanım / Gemi azıya almaya hazır / Bir hayat çılgını”...
Ama melankoli
ağır basar gibidir: Çocuklar, trenler, alıp başını gitmeler... Şiirlerin ritmi
de değişir, satırlar kısalır, daha önce yaşamış ustalar daha çok anımsanır.
Beyaz İpek gibi yağan kar, ister istemez bizi Joyce’un “The Dead” öyküsünün son
paragrafına götürür. Yazar bence burada 1970-74 döneminin dayattığı bunaltıcı
anlamdan kaçmaya çalışmaktadır...
Tam bu noktada hem
biçem hem de içerik, hem de duyarlılık olarak bu ana kadar okuduğum her şeyden
farklı dörtlüklerle karşılaşıyorum, “bunlar nereden çıktı, niye yazıldılar?”
diye düşünüyorum. İtiraf etmeliyim ki bilemiyorum...
Belki de, bu
uyumsuzluktan, “Ben mi? Evet”, şiirinde, Kant ile Hegel arasında gidip gelen,
“Şiir üstüne bazı düşünceler”de Aristoteles’i, Horace’ı (Arsa Poetika) ziyaret
eden tartışmanın ışığında, bir iç hesaplaşmanın yaşanmakta olduğu sonucunu
çıkarabiliriz.
Ancak, okumaya devam ettiğimizde, yazarın günlük
yaşamın ayrıntılarında gizli olana daha yakından bakması, akıp giden zamanın
içinde değişmenin, bir şeyleri, geride
bırakmanın, Kierkegaard’ın bir ruh halini ödünç alırsak, bazı “potansiyellerini
kaybetmenin” ayırdına varmanın etkisiyle, ve... ister istemez melankoliyle yine
karşılaşıyoruz. Aşk ve hümanizma bir çıkış yolu olarak düşünülüyor. Ancak,
“Kuşatmada” şiirinde başını kaldıran yeis (despair), hesaplaşmanın tamamlanamadan altan alta
sürdüğünü düşündürüyor.
Belki bu noktada,
“yurt sevgisi” temasına, halk “şiiri” biçemlerine doğru bir yönelişi de
tartışmak gerekir ama, belki bir başka yazıya...
-IV-
Sonra 1980-84
arası yine bir “interregnum” oluşturuyor. Hem
ülke ikliminde hem de fiilen, hapishane dönemiyle yazarın yaşamında...
Bu bölümdeki şiirlerin, “Kızıma dörtlükler”
de dahil, dönemin tüm ağırlığını, gündeme getirdiği varoluşa ilişkin kaygıları,
öfkeyi ve acıyı mükemmel biçimde, hiçbir zaman lirizme, duygusallığa kaçmadan
yalın ve çarpıcı biçimde yansıttığı görülüyor.
O baskı ve yenilgi
yıllarında ortaya çıkmaya, entelijensiyayı, sanatçıları kendine çekmeye
başlayan, anlamdan kaçışa, biçimciliğe, yüzeyciliğe, sanatı siyasetten ayırma kaygısına, “içe
dönük”, “pasif nihilizme” Ataol Behramoğlu’nun ilgi göstermediği, baskı ve
yenilginin getirdiği anlamlara, bunlardan kaçarak değil cevap vererek direnmeyi
seçtiği görülüyor.
-V-
İçinde bulunduğu
realiteye her zaman sıkı bir çapayla bağlı olduğundan, Ataol Behramoğlu’nun
1984-90 arasında şiirlerinin havası, imge sistemi, bu realitenin değişmesine
bağlı olarak değişmeye başlıyor.
Artık “çekip
gitmek”, “yalnızlık” metaforlarına rastlamıyoruz, “tren” yalnızca bir kez ve o
da yazara değil zaman ilişkin olarak geçiyor. Çünkü, Paris şiirlerinin
sergilediği gibi yazar artık gerçekten çekip gitmek zorunda kalmıştır,
sürgündedir, gerçekten yalnızdır, şiirlerinin kaynağı olan ülkesinden ve kavgadan
koptuğunu düşünerek şiirden de kopabileceğine ilişkin kaygılar yaşamaktadır.
Ancak okudukça görüyoruz ki bu kaygıya hiç gerek yokmuş, “Bir Mavi Çiçek”, “Tek
başınalık”, “Ölüm ve Genel Kurmayı”
şiirlerinin gösterdiği gibi yazar, sürgüne giderken, ülkesini ve kavgayı
geride bırakmamış, kendisiyle birlikte götürmüş.
Bu dönemin
şiirleri, ülkenin, 84-90 arasında hızla değişerek adeta tanınamaz bir hale gelmesinin
yarattığı kaygıyı, ürküntüyü, kaçınılmaz nostaljiyi de iki biçimde yansıtıyorlar. İlk kez yazar, “İneklere Övgü” şiirinde
durağanlığın güvencesinden söz ediyor; her değişimin illa ileri doğru
olmayabileceğinin bilinciyle... İkincisi, bu bölümde şiirlerde kafiyeye çok
büyük önem veriliyor, kimi zaman şiirin müziğini bozma pahasına...
-VI-
Ataol Behramoğlu,
derlemenin geri kalanını üç bölüme ayırıyor, 1990-1994, 1994-2003 ve 2003
sonrası. Ben 1990-2003 arasının şiirlerini, hem duyarlılıkları, estetik
özellikleri açısından, hem de dönemin sosyopolitik özelliklerini düşünerek tek
bir dönem olarak değerlendirmek istiyorum.
Sosyopolitik
boyutla başlarsam, bu dönem, hem sosyal demokrasinin ve muhafazakar merkez
partilerinin iflasına hem de Siyasal İslam’ın ve Kürt siyasi hareketinin
yükselişine tanıklık eder. Dönemin sonunda son derecede şiddetli bir ekonomik
kriz, 11 Eylül gibi tarih yapıcı bir olay vardır, bunlara bağlı olarak liberal
entelijensiyanın da desteğiyle AKP’nin hükümete gelerek devleti ve toplumu değiştirmeye
başlaması vardır. Bu anlatıdan 1994-2003 arasına ilişkin rahatlıkla bir
süreklilik resmi çıkarılabilir.
Derlemede
1990-2003 arası şiirlere bakınca ilk elde benim dikkatimi, aşk şiirlerinin
çokluğu ve bu şiirlerde “yapının” kimi
zaman (”sevgilimsin”, “Yaz”, “on aşk şiiri”) kafiyenin disiplininden kurtulması,
müziğin öne çıkması çekiyor. Bir hakikat yaratıcı işlem olarak aşkın gündeme gelmesi,
bu hakikati anlatmaya başlayan şiirlere adeta yeni bir özgürleşme katıyor.
Ancak aşkın
şiirlerde daha önce hiç olmadığı kadar, adeta bir sığınak olarak öne çıkmaya
başlaması, şairin, içine, bedenine ve hazlara dönmeye başladığı anlamına
gelmiyor.
“Günümüzde insan
olmanın çok ağır bedeli” “Bu yangın yerinde insan olarak kalmak” gibi sorunlar,
yalnızlıkla, ölümlü olmanın insan aklına getirdiği yüklerle bileşerek kendini
anımsatan bir melankoli, yazarı hiç terk etmiyor.
Gazel biçeminin
bu bölümde, sıkça kullanılması da bence, bir yorgunluk, hiç olmamış bir dingin
düzene yönelik nostalji, sahip olunmayan ve erişilemeyecek bir şeyin kaybına
kederlenmenin ifadesi, melankolinin bir başka dışa vurumu.
Son bölümde, iki
kaygının, “bir felsefi arayışın” buluşması dikkat çekiyor.
Birincisi, şiirin
yaşamın sınırlarına, sonsuzluk algısının çağırdığı hüzne, aşktan ve yaşamdan
sonra gelen bir ıssızlıkla, bireyin zamanın bu akışı ve sonsuzluk içindeki yeriyle,
“Geçen”, “İnsan kendisinin rüyasıdır” şiirlerine damgasını vuran bir yaşam
muhasebesine ve aşkın gecikmiş olabileceğine ilişkin.
İkinci kaygıysa,
ülkenin üzerine çökmeye başlayan karanlığın, bu karanlıkta rüzgarın getirdiği
kötülüklerin, ülke yeniden
biçimlendirilirken, eski dostların yeni hainlere dönüşmesiyle ilgili.
Ama Ataol
Behramoğlu, bu buluşmadan bir yenilgi ve teslimiyet çıkarmaz. Aksine, kitap, “Yunus gibi” şiirinde kullandığı biçem
halkın enerjisini, son dörtlükle zulme
karşı isyanın kaçınılmazlığını, “Metin
Demirtaş” şiiriyle de dostluğun, yeri
doldurulamaz dostların yokluğuna karşın kavgaya onları unutmadan devam etmenin
önemini vurgulayarak biter. Bu noktada Metin Demirtaş şiirinin son dizeleri,
bizi tanımlanamaz bir kaybın yarattığı,
insanı sınırlayan, bazen kısırlaştıran melankoli yerine, kayıp edilen dostun
yasını tutarak, o hala varmışçasına yola, kavgaya devam etme olasılığı ve
gereksinimiyle baş başa bırakır.