Tuesday 22 November 2016

Bekir'in anısına

5280, sf. 132

(...)
En iyisi ihtiyar gibi yapmak…
Gece yarısı karşıdan eve dönüyor. Sekiz kişilik antika otomobillerden bozma strapontenli dolmuşlardan biriyle. Bu dolmuşların bazıları, zamanında, 1930’larda 1940’larda Limuzinmiş. Avrupa’da olsa her biri antika sayılır, meraklılarının elinde restore edilir, büyük fiyatlara satılırdı. Ama burada çürüyorlardı. Gördükleri en büyük restorasyon iyice çürüyen, dağılmaya başlayan kaportalarının değiştirilmesiydi. Hani şu ön kaputu sandukaya benzeyen eski Citroenler gibi. Bir Packard 1502 Süper Sekiz vardı. Üsküdar Kadıköy çalışırdı. Şoför her vites değiştirdiğinde, Packard,  şaaşalı geçmişini, önünde park ettiği konakları, o zamanlar deri koltuklarına oturan belki şampanya içip havyar yiyen sosyeteyi, geceleri bir yerden alınarak büyük bir köşke arka kapıdan sokulan “özel bayanları” düşünür, kederli, eklemleri artık teslim olmaya başlayanları anımsatan bir sesle inlerdi.  Uzaktan bakınca ön kaputunun tahtadan olduğunu anlayamazdınız. Hatta yakından bakınca dahi… Ama dokununca size soğuk metal değil ılık yumuşak tahta cevap verirdi.
İşte böyle bir dolmuşta, arka koltukta oturuyordu ihtiyar. Arka koltuktakilerin çıkabilmesi için, önce öndekilerin, en azından kapının yanındaki müşterinin dışarı çıkması ve koltuğun arkasını indirmesi gerekiyor bu tip otomobillerde. İhtiyar bakmış köprünün çıkışında yolu kesmişler arama yapıyorlar.
Ona, gıyabında ihtiyar derdik ama bizden yalnızca bir, bilemedin iki yaş büyüktü o kadar.  Derin yüz hatları, hepimizden olgun, sakin duruşu ve bilge kişiliği, tabii bunda felsefeyi bitirmek üzere olmasının da bir etkisi yok değildi. O yüzden ‘ihtiyardı’ o. Onun kadar sevecen ve dost canlısı, ama o kadar da soğukkanlı, gözü pek, hatta yeri geldiğinde acımasız insan az bulunurdu. Ben bilmem ama, Edebiyatı basan iki kişiden biriydi diyorlar. O günlerde yanında bir DG’liyle gelip de bir hafta evden çıkmadıklarında, hem DG’linin ihtiyarın evinde ne aradığına, hem de böyle birden bire evcilleşmelerine pek bir anlam verememiştim.
Evet, arka koltukta, üstelik ortada oturuyor ihtiyar. Belinde emektar Takarof’u var. Tam çıkışta durduruyorlar arabaları. Öndekini arıyorlar, sıra onların ıstıraponteli Krayslerine geliyor. Ne yapsın ihtiyar, etrafını kesiyor çaktırmadan.  Bir yanındaki sarhoş, araba yansa haberi olmayacak.  Öbür yanında, taşralı görünüşlü atmış yaşlarında, beyaz bıyıkları sigaradan sararmaya başlamış, yelekli kasketli bir adam. İhtiyar, onu, geldiği Anadolu kentindeki “dayılara” benzetmişti sanırım. “Eğilip adamın yüzüne baktım. Derviş yüzlü bir adam…” diye anlatmıştı daha sonra. Araba duruyor içindekiler aranmak üzere dışarı çıkmaya başlıyorlar. Öndekiler çıkıyor. Zaman kalmadı ya çıkacak dışarı yakalanacak ya da… Ondan sonrası meçhul. Dediğim gibi bu Takarof emektar. Kim bilir nerelerde kullanıldı… Mutlaka bir şey yapmak gerekir. Bir şey yapmadan gidilmez. Çatışmaya girmek gibi bir saçmalık da söz konusu değil. Arama yapan askerin günahı ne. Zaten o koşullarda bu durumdan canlı çıkmak olanaksız. Son anda karar veriyor. Aleti yavaşça belinden çıkarıyor, yanındaki adamın, bir şey söylemeyen bakışları altında, eğilip koltuğun altına, döşemenin halısının altına sokuyor, dışarı çıkmadan önce.

Tekrar dolmuşa döndüklerinde, eğilip aleti alıyor ve sonra yanındaki adama, Kayser’li ağzını takınarak, ‘sağol dayım’ diyor bıyıklarının altından.  Yanındaki adamdan ağır bir Adana ağzıyla ‘mööm deel yeğenim’… geliyor. Başka hiçbir şey konuşulmuyor. Olaysız Kadıköy’e ulaşıyorlar.  ‘Kıssadan hisse’ demişti ihtiyar, ‘Son kez bir şey yapmadan, durumu kabullenmek yok…  Sen yapacağını yap, sonra ne olursa olur…’

Wednesday 12 October 2016

Laiklik, demokrasi, özgürlük ve Kültür savaşları


(http://www.abcgazetesi.com/laiklik-demokrasi-ozgurluk-ve-kultur-savaslari-17631h.htm)

(04.06.2016)


İlber Ortaylı geçenlerde bir yazısında, “‘LAİCUS’ Yunancadan gelme Latince bir tabir. Yunanca da düpedüz ‘halk’ demektir”... Latin’in ‘laicus’u da ‘rahiplerin dışında kalan’dır.”... “eğitim ve bilgi, ruhbana ait bir imtiyaz ve nimet olduğundan ‘iş bilmez, eğitimi düşük’ adam anlamında da geçer” diyordu. Bu saptama, ruhban sınıfının bilgi üzerindeki tekeline işaret ediyor ve Laicus kavramı da, halkın, çoğunluğun yönetimi anlamına gelen demokrasi kavramıyla buluşuyor.
Gerçekten de bugün Laiklik, kapitalizme, kapitalist sınıfın, “eski rejime” karşı siyasi, kültürel mücadelesine ait bir kavram.
Yükselmeye başlayan kapitalist sınıf, toplumda zamanın mekânın paylaşımını, konuşulabilir olanın sınırlarını kendi yaşam pratiğini kolaylaştıracak, yeniden üretecek biçimde genişletmek istediğinde siyasi, ideolojik engellerle karşılaştı. Bunları aşmak istediğinde de karşısına öncelikle İlber hocanın değindiği ruhban sınıfının, onun tekelinde tuttuğu bilginin, bu durumu yeniden üreten kurumsallaşmış dinlerin baskıları çıkıyordu
Ruhban sınıfına, kurumsallaşmış dine yönelik eleştirilere 16 yüzyıldan itibaren gittikçe artan oranda, yeni sınıfın önde gelen entelektüellerinin (Örneğin: Hobbes, Spinoza) yazılarında görüyoruz Bu yazarlar, “mucize” kavramına karşı neden-sonuç ilişkisini, doğanın yasalarını, dini düşünceye karşı bilimsel düşünceyi, felsefeyi savundular. Aydınlanma “olayı” sırasında da, Voltaire,  Hume, Rousseau, Kant gibi düşünürler, insanın yaşam pratiğinin, aklının özgürleşmesi için kilisenin devletin müdahalesinden kurtulması gerektiğini savundular.
Özetle: Bugünkü Laiklik kavramının tarihsel içeriğini ruhban sınıfının, kurumsallaşmış dinlerin toplumsal egemenliğine karşı itirazlar, ruhban sınıfının bilgisini sorgulama, eleştirme özgürlüğü, dini siyasi iktidar alanından (kamusal alandan)çıkartma talebi oluşturdu.

Laikliği tepetaklat etmek…

Laiklik kavramı, siyasal İslam’ın, AKP aracılığıyla iktidara yükselme, zamanın mekanın paylaşımını, konuşulabilir, görülebilir olanın sınırlarını kendi yaşam pratiğini destekleyecek biçimde genişletme, giderek hegemonyasını inşa etme sürecinde tepetaklak edildi: Laiklik, liberal entelijensiyanın azımsanamayacak katkılarıyla, demokrasinin, özgürlüklerin karşıtı olarak sunuldu.
Laikliği yeniden tanımlama, yumuşatma söylemi var olan rejime karşı, özgürlükleri genişletme yönünde değil, siyasal İslam’ın entelijensiyasının (ulemanın: bir ruhban sınıfın) iktidarını ve simgesel evrenini (Sünni İslam’ın hakikat rejimini) restore etme yönünde işleyen bir söylemi besledi.
Ülkede laikliği daha da geliştirmek, örneğin Sünni İslam ile devlet arasındaki bağı kopartmak, düşünce, eleştiri özgürlüğünün sınırlarını genişletmek yerine, laikliği özgürlük kavramının karşısına koyarak sınırlamayı amaçlayan söylem, aslında düşünce, eleştiri özgürlüklerini giderek sınırlayan bir hegemonya sürecinin önünü açtı.
Bir süredir, konuşulabilecek, anlamlandırılabilecek olanın sınırları, siyasal İslam’ın yaşam pratiğinin gereksinimlerine göre yeniden belirleniyor. Can ve Erdem gibi, barış isteyen akademisyenler gibi, yandaş basına katılmayan gazeteciler gibi, bu pratiğin içine sığmayanlar, giderek artan oranda, fiziki, simgesel şiddetle susturulmak isteniyor. 
Bugün Laikliği savunmak, düşünce özgürlüğünün, demokratik hakların genişletilmesini savunmaktır. Düşünce özgürlüğünü, demokratik hakları savunmak, dinin kamusal alandan çıkarılmasını savunmaktır.
Bu da bizi ister istemez, kültür alanına, solun, bir üst yapı kurumu – ekonomik çıkarlarla ve ekonomik haklar mücadelesiyle doğrudan bağlantısı olmayan, gayri maddi bir şey olarak kabul ederek dokunmaktan pek haz etmediği, “kültür savaşları” sorunsalına götürüyor.
Bugün, artık, Sol’un gittikçe yoğunlaşan “kültür savaşlarını”, “üst yapı” sorunu diyerek önemsizleştirme lüksü yok. Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan hakkında verilen 2 yıl hapis cezası kararının dinsel normlara dayanan ve kesinleşmesi durumunda bir emsal teşkil edecek gerekçesi, AKP hükümetinin ve siyasal İslam hareketinin “bir durum” değişikliğine işaret ediyor: Siyasal İslam hareketinin ve onun hükümetinin bu ülkede, konuşulabilir, anlamlandırılabilir olanın sınırlarını, İslam’ın yaşam pratiğinin gereksinimlerine göre yeniden belirleme projesinin pratik adımlarla “de facto” ilerleme sürecinin,13 yıldır ülkenin kapitalist laik kültürüne yönelik fiili İslamcı saldırıları, şimdi hukuki bir adımla “de jure” biçim alarak ivme kazanıyor.

Bir düş kırıklığı mirası

Bugün sol’un “kültür” alanında mücadeleden uzak durmasının arkasında sanırım bir yanılgı ve bir düş kırıklığının mirası var.
Sol kültürün, bir üst yapı unsuru, adeta “bağımlı” değişken olduğunu, kimi zaman açıkça söylemese bile, üzerinde fazla düşünmeden veri olarak alıyor. Alt yapı üst yapıyı belirler. Alt yapı esas olarak ekonomik, bunun da belirleyici düzeyi üretim olduğundan,  sol siyaset, kendine ilgi nesnesi, çalışma örgütlenme alanı olarak işçi sınıfının üretimden gelen gücünün mekanını ve zamanını temel almalıdır.
Düş kırıklığıysa,  1960’larda Fordist standartlaşmaya, bunun ürünü tüketim toplumuna, tüketim toplumunu destekleyen kültüre karşı yükselen “karşıt kültür” hareketinin  başarısız olmanın ötesinde, sermaye birikimini desteleyen biçimde araçlaşmasının getirdiği düş kırıklığıdır.
Kapitalizme karşı mücadelede, 1960’ların sonundan, özellikle 68-73 devrimçi patlamasından sonra, sosyalist hareket giderek işçi sınıfı içindeki etkisini kaybetti. Sendikal hareket giderek geriledi. Sol hareket içinde önemli bir kesim, kapitalizmin içine girdiği yapısal krizi sırasında yaşamakta olduğu dönüşümlere odaklanmak yerine, kestirmeden şöyle bir sonuca ulaştı:
Kapitalizmin temel amacı gittikçe genişleyen ölçekte kitlesel üretim yaparak karını maksimize etmektir. Bunun için hem işçiler bant sisteminde, Taylorist ortamda çalışacak biçime eğitilerek standartlaşmalı, hem de tüketicinin yaşamı ve değerleri kitlesel çapta üretilen malları tüketecek biçimde, bu arza uyumlu hale getirilmelidir. Kısacası kapitalizm homojenlik ve uyum (konformizm) ister. Bu da esas olarak reklam/kültür endüstrisi ve eğitim sistemi ile gerçekleştirilir. Kapitalizm cinselliği bireyin özgünlüğünü, yaratıcılığını, kendini cinsellikten sanata kadar türlü alanlarda ifade etme olanaklarını, standartlaşma adına bastırır.
Bu biçimde programlanmış işçileri örgütleyerek kapitalizme karşı mücadele etmek olanaklı değildir. Önce sermayenin bu kültürel hegemonyasını, işçi sınıfının kültürel zincirlerini kırmak gerekir. Ancak ondan sonra işçiler sınıf bilincine, kendi çıkarlarının ayırdına varabilirler. Bu yaklaşın ünce  “karşıt kültür” hareketinin, sonra da  özellikle 1968-73 yenilgilerinden sonra post-modernizmin “kültüre dönüş” refleksinin yaygınlaşmasının temel dayanağı oldu.
“Karşıt kültür” hareketi tam anlamıyla bir düş kırıklığı oldu, kısa sürede kapitalizm tarafından özümsenerek, hatta bir “isyancılar piyasası” yaratarak araçlaştırıldı. Aslında bu fiyaskonun, arkasındaki 3 maddi sürece bakınca, kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz.
Birincisi, fordist sermaye birikim rejiminin tükenmesiyle kapitalizm yapısal bir krize girmişti. Bizzat sermaye sınıfın temsilcileri ve ekonominin liderleri, sermaye birikimi sürecinin krize adapte olma çabalarına, sürecine artık engel olmaya başlayan fordist rejimin, kitlesel sendikalar, sosyal demokrat partiler, refah devlet, ticaret ve sermaye hareketlerinin denetlenmesi gibi bileşenlerine karşı savaş açmaya, bu savaşı meşrulaştıracak kültürel biçimler aramaya başlamışlardı. “Karşıt kültür” hareketinin, bireysel özgürlükler, özgünlük talepleri, fordizmin  zaten dağılmaya başlayan yapılarına yönelikleri eleştiriler ve mücadelelerdi. Bu taleplerin söylemi, kısa sürede sermayenin fordizme karşı başlattığı iç savaşın (bu savaşa “devrimci”, ilerici özgürleştirici bir ton katmak üzere) içine alındılar. Thomas Frank’ın ünlü deyimiyle “artık kapitalizm hem kendi linç gösterilerini sahneliyor [[i]] hem de bu gösteriye bilet satarak para kazanıyordu”.
İkincisi, kapitalizm yapısal krizi içinde kar oranları düşme eğilimine karşı eğilimler  olarak, (1) işçi ücretlerini, sosyal haklara ilişkin devlet harcamalarını kısmak, emek piyasasını esnekleştirmek (güvencesizleştirme) talepleriyle işçi sınıfı üzerinde baskıyı arttırıyor, (2) üretkenliği arttırmak için makineleşmeyi hızlandırıyor (3) yeni değerlenme alanları (yatırım, ihracat pazarları) ararken mekanı ve zamanı yeniden düzenlemeye çalışıyodu.
İşçi sınıfı ve giderek dünya halkları bunu, toplumsal kaynakları sermayeye transfer eden neo-liberalizm, sınırları aşan korumacılığı, denetimleri kaldıran küreselleşme (kısacası IMF-Dünya bankası  reformları) olarak yaşadılar sonuç  giderek artan işsizlik yoksulluk; fordist kitlesel işçi sınıfının parçalanması oldu.
Kapitalizm iç çelişkilerinden kaçamaz! Kar oranları düşme eğiliminin karşıt eğilimleri olarak devreye girmeye başlayan yoksullaştırıcı, işsizliği arttırıcı eğilimler, bu kez kapitalizmin artırmaya çalıştığı karları gerçekleştirme aşamasında karşısına bir talep yetersizliği sorunu getiriyordu. Bu noktada fordizmin tüketim tarzı hızla değişmeye başladı.
Fordist tüketim tarzı, kitlesel işçinin homojen talebine cevap veren standardize edilmiş ve işlevine göre pazarlanan mallara ilişkindi. Fordizmin tüketim tarzı işlevse tüketimin, yeni gereksinimler yaratılarak genişletilmesine dayanıyordu. İşsizlik arttıkça işçi sınıfının tüketim kapasitesi geriledikçe, hem üretim kitlesel piyasalardan parçalanmış, uzmanlaşmış piyasa biçimlerine hem de, esas olarak da eğitimli orta sınıfa (para esas olarak buralardaydı) yönelik olarak yeniden şekillenmeye başladı
Bu yeni piyasalarda uyum, konformiz gereksizleşiyor, tam da karşıt kültür hareketinin istediği yönde – bireyin özgünlüğünü vurgulayacak statü malları için rekabeti, kışkırtan bir kültür gelişiyordu [[ii]]. Nihayet işlevsel tüketim yerini, kolaylıkla uyarılabilen, yeniden programlanabilen hazları tatmine yöneliyor, daha doğrusu hazları tatmin etme vaadine yaslanmaya başlıyordu. Aynı dönemde “mutluluk”, “aşk” kültü de popüler kültürün ayrılmaz bir parçası haline geliyordu. Böylece karşıt kültür hareketinin, talepleri, sloganları kapitalizmin yeniden üretiminin hizmetine giriyordu.
Üçüncüsü, kapitalizmin yapısal krizi içinde işçi sınıfı ve sermaye  önemli değişimler geçiriyordu. İşçi sınıfı, fordist yapılarını kaybediyor, yeni teknolojik gelişmelere bağlı olarak parçalanıyor, giderek, “yeni orta sınıf proleterya” denen, sanayi proletaryasından farklı kültürel özelliklere sahip bir kesim şekilleniyordu. İkincisi, kapitalizmin talep yetersizliği karşısında, kredi sistemi, gelecekte oluşacak gelirleri şimdiden tüketme eğilimini arttırıyor, borçlanma ve güvencesizleşme birleşince tedirgin, kararsız ve var olana yapışmayı esas alan bir ruh hali, depresyon egemen okuyordu. Bu ruh hali, küreselleşmenin etkileriyle artan (esas olarak sermayenin yararına) mal ve emek ithalatı (göçmen işçiler) süreçlerinin işsizlik arttırıcı,  yerel kültürü dönüşmeye zorlayıcı etkileriyle daha da ağırlaşıyordu. Sermaye ise toplumun kültürel üretim alanlarını da kendi devrelerine giderek daha fazla bağlıyor, kültür değerlenme ve birikim süreçlerinin parçası oluyordu.
Özetle karşıt kültür hareketi bu gelişmelerin hiç birine uyum sağlayamadı eleştirel gücünü kaybetti, düzene eklemlendi.
Karşıt kültür ve “post modernizmin” sürekli geleneksel solu hedef almış olmasını da bu sürece eklersek, sol hareketin  “kültür savaşları” kavramını duyunca ilk refleks olarak üç metre geriye kaçmasını anlamak olanaklıdır.
Türkiye koşullarında, kültür savaşları kavramını duyunca hızla kaçmanın özgün bir nedeni de var. Bu da, devrimci popülizmin, halkla kurulacak ilişkilerin içeriğine ilişkin bir anlayışından kaynaklanıyor: Dilimizi ve kavramlarımızı halk anlamıyor. Onların diline ve değerlerine uygun bir çalışma tarzını ve devrimci söylemi benimsemeliyiz!
İlk anda akla çok yakın görünen bu anlayış aslında çok çarpıcı bir ironiye açılıyor: Devrimci, değiştirmek istediği bir düzenin ürünü ve onu korumaya, yeniden üretmeye uygun bir biçimde şekillenmiş kültüre uyum sağlamaya çalışıyor, kaçınılmaz olarak da kültür üzerinde şekillenmiş bilişşel haritaya teslim oluyor.
Bu devrimci popülizm, özellikle dini söylemlerle ilişki kurmaya gelince, eleştirel bir tutum almak, önün konan iddiaları sorgulamak yerine, ya bu söylemleri yok sayıyor; ekonomik çıkarları tekrarlayarak, bu söylemlerin etrafından dolaşabileceğini sanıyor. Ya da çok daha vahimi bu söylemlerle ortak noktalar bulmaya çalışıyor. Birincisinde ekonomik çıkarların, ancak simgeselden geçerek anlamını kazandığını, dinin simgesel evreninin, bu çıkarların algılanmasını çoğu kez bloke ettiğini unutuyor. İkincisinde de taban tabana zıt iki varsayımı (Bir vardır – Bir yok, çokluk vardır) birden taşıyan bir söylemi kurmaya çalışıyor, sonunda, mesajını anlaşılmazlaştırıyor, siyasi çalışmasını etkisizleştiriyor.
Türkiye sol hareketi en canlı ve kitlesel olduğu 1970’lerde dahi bu anlayıştan büyük zarar görmüş, zaman zaman trajikomik durumlara dahi düşebilmiştir. Bugün ise Türkiye koşullarındaysa bu kaçışın maliyeti son derecede yüksek olacaktır. Birincisi, kültür savaşları solun dışında zaten başlamış durumda. İkincisi solun dayandığı tarihsel değerleri de giderek daha fazla hedef alan bir kültürel saldırı söz konusu.
Diğer taraftan, gündemde bir kültür savaşı olmasa bile solun, bu düş kırıklığında  hızla kurtularak, bu alanda sermayenin kültürel egemenliğine, bütünselleştirici bilişsel haritalarına (cognitive maps), rakip bir karşıt hegemonya,  başka bütünselliklerin de oluşabileceğini düşündürebilen yeni bir bilişsel harita geliştirmeyi amaçlaması, kapitalizmle etkin biçimde mücadele edebilmek hatta onu aşabilmesi açısından adet olmazsa olmaz bir önkoşul olarak karşımıza çıkıyor

Kültürün “maddiliği”

Öncelikle kültürün, gayri maddi, bu anlamda bağımlı değişken olduğu düşüncesinden, daha doğrusu, yanılsamasından kurtulmak gerekiyor.
Marx’ın ünlü “önsüzde” vurguladığı gibi, “İnsanların bilinçleri varlıklarını değil, aksine sosyal varlıkları bilinçlerini belirler. Ancak, insanların sosyal varlıkları yalnızca ekonomik ilişkilerden değil, bu ekonomik ilişkileri kabul etmelerini, yeniden üretmelerini, hatta reddetmelerini sağlayan inançlardan, gelenek ve göreneklerden, sanat ve hukuktan, bunları ifade eden söylemlerden, kısacası, kültür dediğimiz  anlamlar, simgeler sisteminden oluşur. Bir başka açıdan, sınıflar arası çelişkilerden bakınca, kültür “toplumsal olanın biçiminin saptanması üzerine yaşanan rıza ve direniş ilişkisinin- sınıflar arası pazarlığın alanını oluşturur”.
Öyleyse, kültür, simgesel bir evrene tekabül eder; aynı zamanda ideolojiktir. Kültür, ideolojinin barınağı, bireyin Gerçek var oluş koşullarıyla kurduğu sanal ilişkileri düşünmesinin aracıdır. Bireyin öznelliğini, yaşamını etkileme, belirleme özelliğinden dolayı kültürün bir maddiliği olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer taraftan kapitalist üretim ilişkileri, sermayenin dolaşım devrelerine baktığımızda, yeniden üretim ilişkilerini de zorunlu kılar. İş gücünün doğrudan sömürülmesinin mekanlarındaki disiplinden, iş gücünün biyolojik olarak yeniden üretilerek, üretim için gerekli bilgilerle donatılmasına, ertesi gün,  yıl ve dönemlerde işe gelmeye devam edebilmesinin sağlanmasına, üretilen malların tüketilmesine, tüketimin tasarlanmasına ve düzenlenmesine kadar, sermayenin devresinin hemen her aşamasına bir çok sosyal (dolayısıyla kültürel) alandan, etkinlikten geçmesi gerektiği görülebilir.

Sınıf, siyaset ve kültür

Bu bağlamda sol, işçi sınıfı içinde çalışmak onun haklar ve özgürlükler, giderek siyasi iktidar mücadelesini  örgütlemek, hızlandırmak istiyorsa kültürel olanın etkilerinden, önüne koyacağı sorunlardan kendini kurtulamaz.  Sol siyasi mücadelenin gündeminin merkezine sınıfı koymayı düşündüğünde, soyut değil, belli bir kültürün içindeki bireylerden oluşan somut bir sınıfı düşünmek zorundadır.
Bu sınıfın ekonomik şekillenmesi kadar kültürel şekillenmesini de güze almak gerekir. Ekonomik şekillenme, üretim yaptığı yere (mekan ve sanayi dalı), ait olduğu emek sürecinin (bant sistemi, kalite çemberi, networke bağlı, programlanabilir ya da kendini programlayabilen emek gibi) özelliklerine, kullandığı teknolojinin zihinsel biyolojik etkilerine, üretim bilgisine ilişkindir. Kültürel şekillenmeye gelince, onun bilincini belirleyecek olan sosyal varlığının kültürel boyutunu düşünmemiz gerekiyor. Bu da işçi bireylerin kendilerini, sınıflarını olduğu kadar toplumun asla görülemeyen ama zihinde hayal edilebilen bütünlüğünü düşünmesinin, anlamlandırmasının süreçlerine ilişkindir 
Kapitalist bir toplumda yaşamın anlamlar sistemini, bireyin bu (bir bütünsellik izlenim veren) anlamlar sistemi içinde kendi yerini bulmasına sağlayan bilişsel haritayı (cognitive map ) sermaye belirliyor. Bu bağlamda sermaye toplumunda bir kültür savaşı çok özel durumlar dışında, sınıf savaşlarının sertleştiği anlarda bile gündeme gelmeyecektir.
Örneğin, 2016 yılının Mayıs ayları Fransa’da, işçi sınıfının iş yasasına karşı direnmeye başlamasıyla çok şiddetli sınıf savaşlarına sahne olmaya başladı. Bu sınıf savaşlarına baktığımızda, hem Fransız  (hatta küresel) kapitalizmin kurguladığı “bilşsel haritada”, hem de bunun zeminini oluşturan kültürde, belli bir - çelişkili bütünlük- iç tutarlılık görebiliyoruz. 
Bu Fransız kapitalizminin kültürü, kapitalizmin her iki sınıfının da çıkarlarını ifade etmelerine olanak sağlayan, birbirleriyle pazarlık hatta mücadele ederken kullandıkları kavramları içeriyor. Neo-liberalizmden, sosyalist-çevreci harekete, dini kurumlara, ırkçılıktan İslamafobiye kadar, tüm kültürel bileşenler kapitalizmin kurguladığı bilişsel haritada bir biçimde yer alıyorlar; kültür savaşlarından (şimdilik) söz edemiyoruz. Fransız (hatta küresel) kapitalizminin kurguladığı bilişsel haritaya yönelik tek saldırı (şimdilik) dışından, radikal İslam’ın terörist saldırılarından kaynaklanıyor.
Bugün Türkiye’de farklı bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye’de II. Dünya savaşı sonrasından, son Kürt İsyanına kadar geçen dönemde en sert siyasi sarsıntılar, askeri darbeler, komünist hareketler, Faşist reaksiyon, sermayenin (uluslararası sermayenin uzantısı olmanın getirdiği özellikleriyle birlikte) kurduğu, giderek kapsamı genişleyen, nihayet neo-liberal dönemde ülkenin tümünü kapsayan bir bilişsel haritanın içine kolaylıkla yerleştirilebilir. İşçi hareketinin kendi çıkarlarını savunmasına olanak veren kavramlar, kurumlar olduğu kadar, Kürt isyanının da, ulusalcı halkçı söylemleri bu haritaya, kültürel yaşama (simgesel evrene) uyar.
Diğer bir deyişle, AKP hükümetiyle birlikte siyasal İslam’ın entelijensiyası devleti ele geçirmeye, devleti kendi yaşam koşullarını topluma dayatmak için kullanmaya başlamasına kadar, Türkiye sosyal formasyonunda, kayda değer bir  “kültür savaşından” söz edilemez.
Ancak, AKP hükümetiyle birlikte siyasal İslam’ın etelijensiyasının, ekonomik artığa ulaşma yöntemleri, sermaye sınıfı ile eklemlenme çabalarıyla birlikte, sermayenin egemen bilişsel haritası karşısında, siyasal İslam’ın bilişsel haritası şekillenmeye başlayınca bu durum değişti.
Müslüman entelijensiya, kendini kapitalizmle eklemlenmeye başlayan yeni bir egemen sınıf fraksiyonu olarak kurarken, bu kuruluşun, bir ifadesi, aynı zamanda devamının garantisi olarak, sahip olduğu, tekeline almaya çalıştığı dini bilginin üretim araçlarının, yeniden üretimi koşullarını, bu dini (Sünni) kodlarla, zaman ve mekan denetimi pratikleriyle birlikte topluma dayatmaya başlıyordu. Siyasal- Sünni İslam, entelijensiyası yoluyla, kendisi dışında kalan, farklı kültürler üzerinde önce ekolojik [[iii]] sonra da mutlak egemenliğini kurmaya  başlıyor, yeni anlamlar sistemini bunu bütünleştiren bilişsel haritayı, kuruyor ve dayatıyordu.
Bu yeni anlamlar sisteminin, yeni bilişsel haritanın dayatılması sürecini, “Başörtüsü”nün ayırıcı, ötekileştirici bir simgeye dönüştürülmesinde, her muhalefetin darbe olarak tanımlanmasında, 17-25 Aralık rezaleti karşısında alınan tavra, Gezi olayını AKP’nin adeta bir travma gibi yaşamasında, Ensar Vakfı skandalında geliştirilen savunma hattında, yeni Osmanlı fantezisine uygun olarak Cumhuriyetin önemli tarihlerine karşı, alternatif “önemli” tarihler bulma çabasında, eğitim sisteminin radikal biçimlerde yeniden şekillendirilmekte olmasında, liderin adeta kutsal bir kişi olarak temayüz etmesinde, her konuda referans noktası olmaya başlamasında, lidere yönelik eleştirilerin sık sık hakaret sayılarak yargılanmasında, Kürtlere yönelik “onlar Zerdüşt, ateist” ifadelerinin hakaret olarak kullanılmasında kabaca görebiliriz. Bu süreçte, nihayet sıra laikliğin doğrudan hedef alınmasına, Hikmet Çetinkaya, Ceyda Karan için verilen cezasının, dini normlara göre gerekçelendirilmesiyle, şeriat kurallarına dönülmeye başlanmasına geldi.
Böylece, AKP hükümetleriyle birlikte siyasal İslam’ın kurguladığı bir bilişsel harita, sermayenin kurmuş olduğu bilişsel haritanın üzerine bir parazit gibi yapıştı. Bu parazit ilişki şimdi simgesel evreni, ekolojik egemenlikten mutlak egemenliğe doğru dönüştürüyor.
Bu dönüşüm, emekçi sınıfların, uluslararası işçi hareketinin zaferlerinin ve yenilgilerinin tarihsel mirasından, Cumhuriyet boyunca kendi sınıf mücadelelerinden edindikleri ve çıkarlarını ifade etmelerine olanak sağlayan kavramları da içeren cumhuriyetçi, laik, halkçı, hatta sosyalist kültürü çözüyor.
Sermayenin kurduğu bilişsel harita çözülürken emekçi sınıflar, kadınlar ve etnik dini azınlıklar özgürlüğe, eşitliğe adalete ilişkin sorunlarını ve taleplerini dile getirmelerine olanak veren kavramları kaybediyorlar, sesleri giderek anlamlarını kaybediyor.
Bağımlı Türkiye kapitalizminin, zayıf ve hiç bir zaman hegemonyasını istikrarlı biçimde kuramamış olan mali oligarşisi, bu gelişmeden, emeği daha kolay kontrol edebileceğini düşünerek, şimdilik pek şikayetçi görünmüyor. Bu mali oligarşi açısından ilk anda anlaşılır, ama  Türkiye kapitalizminin uzun ve orta dönem çıkarlarına büyük zarar verecek bir yanılgıdır.
Günümüzde, kapitalizmin önemli özelliklerinden biri de, sermayenin birikim eğiliminin, toplumun kültürel alanlarını işgal ederek kendi değerlenme süreçlerine bağlamasıdır. Bu koşullarda, sermayenin, hem yeni bilişim, telekomünikasyon teknolojilerinin getirdiği yeni emek biçimlerinin yeniden üretiminin güvenceye alınmasına, hem de  kapitalizmin krizinin bir dışa vurumu olan aşırı üretim, talep yetersizliği sorununa karşı gelişen hazlara dayalı tüketim tarzının korunmasına gereksinimi vardır.
Siyasal İslam’ın  kurmaya başladığı bilişsel harita ve onu destekleyen kültürel süreçler, sermayenin artı değer üretme, değerlendirme, karmaşık teknolojileri ve vasıflı emek gücünü üretme, hazlara dayalı tüketim tarzını koruma geliştirme gereksinimlerine cevap vermekten uzak bir eğitim sistemini, yaşam tarzını (cinsel disiplin ve beden estetiği disiplini), öznellikleri inşa ediyor; hatta çocuklar ve kadınların güvenliği söz konusu olduğunda kapitalizm öncesi baskıcı, ezici, hatta köleleştirici,  büyük ölçüde açık şiddeti doğallaştıran pratikleri yaygınlaştırıyor.
Özetle, modern, cumhuriyetçi, laik kapitalist kültür çözülürken bu çözülmenin oluşturduğu boşlukta ortaya, hırsızlığı, tecavüzü, yalancılık ve cinayeti sıradanlaştıran ahlaksız bir kültür şekilleniyor. Ekonomik artığa, siyasi iktidardaki gücünün, dini bilgi üzerindeki tekelinin sağladığı ayrıcalıklar üzerinden, kısacası ekonomi dışı yollardan ulaşan parazit bir sınıfın “kültürü”...
Bu koşullar, sol istese de istemese de, ülkede bir “kültür savaşı” yaşandığını gösteriyor.  Bu savaş haklar ve özgürlükler mücadelesinin geleceğini doğrudan belirleme kapasitesine sahiptir. Siyasal İslam saldırıyor, haklar ve özgürlükler mücadelesinin sürdürülebilmesi, hatta hayal edilebilmesi için gerekli kavramları siliyor, söylemleri istikrarsızlaştırıyor, böylece olanaklarını yıkıyor. Salt kısa dönemli çıkarlarına odaklanmış dar görüşlü, iktidarsız bir kapitalist sınıf büyük bir aymazlıkla bu süreci, adeta intihar edercesine, pasif bir biçimde izliyor.
Sol, işçi hareketi, hatta liberal demokratlar, bu saldırılara  “ad hoc” reflekslerle direnmeye çalışsalar da sürekli mevzi kaybediyorlar.
Sol’un AKP ve siyasal İslam’ın iktidarın karşı direnişinde, siyasi mücadelenin merkezine emekçi sınıfları, özellikle bunların Gezi olayı ile ilk kez tarih sahnesine çıkarak varlığını ilan eden “yeni kesimlerini” koymak istemesi son derecede nemi bir tespittir. Ancak bunu, bu sınıfları çokta kapsamına almış olan kültür savaşını kabul ederek,  bu savaşa uygun taktikleri düşünerek gerçekleştirebilir. Bu kültür savaşında, İran ve Mısır deneylerini, AKP’nin ilk döneminde içine düşülen hataların gösterdiği gibi, karşı tarafın değerlerine taviz vermek söylemini, benimsemek hatta onu içerden etkileme hayallerine kapılmak, eğer bir korkaklığı, ya da “halkımız tarafından sevilme” saplantısını (popülist bir kuyrukçuluğu) gizlemiyorsa tam anlamıyla bir intihar olacaktır.
Sol emekçi sınıfların sorunlarının yanı sıra, bu “kültür savaşını” gündemine almadığı sürece gerilemeye devam edecek, zamanla kendini ifade etme, emekçi sınıflarla konuşma olanakları elinden alınarak tamamen susturulacaktır. 



[i] Bu bağlamda üç yapıt tipiktir. Fight Club, American Beauty, Pleasant Ville
[ii] Sen ayrıcalıklısın”, “farkını göster”, “içindeki gerçek seni bul” vb...
[iii] A’nın B üzerindeki ekolojik egemenliği, A’nın B üzerindeki, dönüştürücü, sınırlayıcı etkisinin, B’nin A üzerindeki etkisinden daha yüksek olduğu anlamına gelir.

Monday 12 September 2016

Allende'yi unutmadık!

11 Eylül

"I don't see why we need to stand by
and watch a country go communist
 due to the irresponsibility of its own people."
Henry Kissinger

La Moneda:[[1]]
Toz, moloz,
Yarılmış duvar,
Yıkılmış duvar,
Çerçevesinden fırlamış
Tepetaklar resimler,
Kırık cam ve kan…
Ve barut dumanları arasından
Yolunu bulmaya çalıştı pulları dökülmüş bir öğle güneşi
Çatallı diliyle yoklayarak çatlaklarını mermer döşemelerin.
Kafası kopmuş bir kuş gibi çarptı kanatlarını kapılar
Pencereler şangır şungur. Perdeler… Ah! perdeler…
Etekleri, umutsuzluktan aklını kaçırmış gelinlerin.
Ve çocuklarına döndü bakışları balık gözlü Satürn’ün,
Ağulu salyalar köpürdü ağzında.


“La historia los juzgará!”[[2]]
Dedi adam
Ufak tefekti ve artık yalnız
Bağımsızlık Salonu’nda.
Yavaşça oturdu. Yastıkları kadife kaplıydı divanın
Sonra, tüfeğini çenesine dayayıp beynini patlattı.
Siyah çerçeveli gözlüğü, iki parça
- ama camlarından biri hala sağlamdı-
Yerdeki boş kovanlara, saçılmış dosyalara doğru fırlayıp gitti.
Ellerini uzattı hemen 
Balkona bakan pencerenin yarısı yanmış tül perdesi
Ancak iki damlasını tutabildi
Bir kısmı, arkasındaki duvara bulaştılar pembe yumuşak bir şeylerle birlikte
Kırmızı bir “yılanın sessiz şarkısı”[[3]] başladı yerde, beyaz kağıtların üzerinde…


General, Genel Kurmaya haber gönderdi.
Genel Kurmay da bir konsolosluğa.
Öbürleri, resim çektirmek için dizildiler.
Sonra, siyah kaftanlı kadınlar geldiler
Koridorlardan geçtiler hiç konuşmadan, çift sıra.
Kimse onları görmedi. Ayak sesleri yoktu, ayakları da.
Yakılmış, yıkılmış yada sağlam, açık, kapalı, yada aydınlık
Bütün odaları dolaştılar tek tek.
Tüm aynaları, siyah kumaşlarla örttüler.
Son odanın önündeki yarı çıplak meczup adama
Sevgiyle baktılar önünden geçerken. Geldikleri gibi gittiler.
Uzaklarda bir yerlerde
Bir bileği taşı hızla dönmeye başladı. Ama ağlıyordu.
Dışarıda gri bulutlar güneşin gözlerini bağlıyordu…





[1] Başkanlık sarayı
[2] Onları, tarih yargılayacaktır
[3] Tırnak içindeki metafor Lorca’dan: “Sangre respalada gime / muda canción de serpiente”, “De Primer  Romancero Gitana –1924-1927” içinde.



Monday 4 July 2016

İki Şiir - Yasak Meyve Temmuz - Ağustos 2016'da yayımlandı



Özenle biriktirmiştim o resimleri
Bir de baktım ki renklerini yitirmişler.
Siyah bir şey gündüzleri yiyordu her gün
- Ben geceleri sayıyordum
  başından sonuna kadar-
Dişlerinin minesindeki pırıltılar
Nedense hep seni getiriyordu aklıma.

Dışarda kar yağıyor şimdi– ağaçlar sustu
O sana senden daha çok benzeyen kadın:
Siyah üzerine siyah; O zaman anlamamıştım...”
Sen daha siyah bir yastık getir bana sevgilim
Düşlerimden düşerken tutunmak için.
İşte bak hala senden yana kanıyor gül
Akşamları bulutların rengi bakıra çalarken
Senin için kokuyor sonuncu yasemin
Çıkarken arkandan kapıyı kapatmayı unutma
Kimseler duymasın durduğunu saatlerin

-----------------------------------


Suratı beyazdı, pencereleri yoktu odanın
Emanet çocuklar küçük  hıçkırıklarla ağlıyordu
Dilleri kesilmiş duvarların birleştiği yerde
O göz yaşları benimdi sevgilim, o göz yaşları senin
Yeşil yılanlar dolaşıyor koridorlarında vakitlerin

Duvardaki aynalar çığlıklara artık alıştı
Adamın elleri çocuğun yüzünden büyüktü
O yüz senindi sevgilim, Ah! O yüz benim
Kan ve çelik kazımazsa eğer yüzümüzden
Biz bu lanetli lekeyi taşıyamayız sevgilim

Anlatacak masum masallarımız vardı
Uykunun sıcak kucağına sığınırken
Parmaklarımızın arasından akıp gidiyor
Kokusunu yitirmiş, solgun bedenlerimiz
Düşlerimizin renksiz ipliklerinden
Saydam kumaşlar dokuyoruz sabaha kadar
Sen bana bakıyorsun sevgilim, ben sana
Gözlerimiz, dayanamadı, bizi çoktan terk etti
Şimdi yeşil yılanlar yaşıyor kovuklarında

“Beni aldattılar” diyen birine aittir yalancı umut
Avuçlarımıza bir bir sayılan bu acılar ise bizim

Yoksa bizi kötü sonsuza mı hapsettiler sevgilim...