Tuesday 22 November 2016

Bekir'in anısına

5280, sf. 132

(...)
En iyisi ihtiyar gibi yapmak…
Gece yarısı karşıdan eve dönüyor. Sekiz kişilik antika otomobillerden bozma strapontenli dolmuşlardan biriyle. Bu dolmuşların bazıları, zamanında, 1930’larda 1940’larda Limuzinmiş. Avrupa’da olsa her biri antika sayılır, meraklılarının elinde restore edilir, büyük fiyatlara satılırdı. Ama burada çürüyorlardı. Gördükleri en büyük restorasyon iyice çürüyen, dağılmaya başlayan kaportalarının değiştirilmesiydi. Hani şu ön kaputu sandukaya benzeyen eski Citroenler gibi. Bir Packard 1502 Süper Sekiz vardı. Üsküdar Kadıköy çalışırdı. Şoför her vites değiştirdiğinde, Packard,  şaaşalı geçmişini, önünde park ettiği konakları, o zamanlar deri koltuklarına oturan belki şampanya içip havyar yiyen sosyeteyi, geceleri bir yerden alınarak büyük bir köşke arka kapıdan sokulan “özel bayanları” düşünür, kederli, eklemleri artık teslim olmaya başlayanları anımsatan bir sesle inlerdi.  Uzaktan bakınca ön kaputunun tahtadan olduğunu anlayamazdınız. Hatta yakından bakınca dahi… Ama dokununca size soğuk metal değil ılık yumuşak tahta cevap verirdi.
İşte böyle bir dolmuşta, arka koltukta oturuyordu ihtiyar. Arka koltuktakilerin çıkabilmesi için, önce öndekilerin, en azından kapının yanındaki müşterinin dışarı çıkması ve koltuğun arkasını indirmesi gerekiyor bu tip otomobillerde. İhtiyar bakmış köprünün çıkışında yolu kesmişler arama yapıyorlar.
Ona, gıyabında ihtiyar derdik ama bizden yalnızca bir, bilemedin iki yaş büyüktü o kadar.  Derin yüz hatları, hepimizden olgun, sakin duruşu ve bilge kişiliği, tabii bunda felsefeyi bitirmek üzere olmasının da bir etkisi yok değildi. O yüzden ‘ihtiyardı’ o. Onun kadar sevecen ve dost canlısı, ama o kadar da soğukkanlı, gözü pek, hatta yeri geldiğinde acımasız insan az bulunurdu. Ben bilmem ama, Edebiyatı basan iki kişiden biriydi diyorlar. O günlerde yanında bir DG’liyle gelip de bir hafta evden çıkmadıklarında, hem DG’linin ihtiyarın evinde ne aradığına, hem de böyle birden bire evcilleşmelerine pek bir anlam verememiştim.
Evet, arka koltukta, üstelik ortada oturuyor ihtiyar. Belinde emektar Takarof’u var. Tam çıkışta durduruyorlar arabaları. Öndekini arıyorlar, sıra onların ıstıraponteli Krayslerine geliyor. Ne yapsın ihtiyar, etrafını kesiyor çaktırmadan.  Bir yanındaki sarhoş, araba yansa haberi olmayacak.  Öbür yanında, taşralı görünüşlü atmış yaşlarında, beyaz bıyıkları sigaradan sararmaya başlamış, yelekli kasketli bir adam. İhtiyar, onu, geldiği Anadolu kentindeki “dayılara” benzetmişti sanırım. “Eğilip adamın yüzüne baktım. Derviş yüzlü bir adam…” diye anlatmıştı daha sonra. Araba duruyor içindekiler aranmak üzere dışarı çıkmaya başlıyorlar. Öndekiler çıkıyor. Zaman kalmadı ya çıkacak dışarı yakalanacak ya da… Ondan sonrası meçhul. Dediğim gibi bu Takarof emektar. Kim bilir nerelerde kullanıldı… Mutlaka bir şey yapmak gerekir. Bir şey yapmadan gidilmez. Çatışmaya girmek gibi bir saçmalık da söz konusu değil. Arama yapan askerin günahı ne. Zaten o koşullarda bu durumdan canlı çıkmak olanaksız. Son anda karar veriyor. Aleti yavaşça belinden çıkarıyor, yanındaki adamın, bir şey söylemeyen bakışları altında, eğilip koltuğun altına, döşemenin halısının altına sokuyor, dışarı çıkmadan önce.

Tekrar dolmuşa döndüklerinde, eğilip aleti alıyor ve sonra yanındaki adama, Kayser’li ağzını takınarak, ‘sağol dayım’ diyor bıyıklarının altından.  Yanındaki adamdan ağır bir Adana ağzıyla ‘mööm deel yeğenim’… geliyor. Başka hiçbir şey konuşulmuyor. Olaysız Kadıköy’e ulaşıyorlar.  ‘Kıssadan hisse’ demişti ihtiyar, ‘Son kez bir şey yapmadan, durumu kabullenmek yok…  Sen yapacağını yap, sonra ne olursa olur…’