(http://www.abcgazetesi.com/laiklik-demokrasi-ozgurluk-ve-kultur-savaslari-17631h.htm)
(04.06.2016)
İlber Ortaylı geçenlerde bir yazısında, “‘LAİCUS’
Yunancadan gelme Latince bir tabir. Yunanca da düpedüz ‘halk’ demektir”...
Latin’in ‘laicus’u da ‘rahiplerin dışında kalan’dır.”... “eğitim ve bilgi,
ruhbana ait bir imtiyaz ve nimet olduğundan ‘iş bilmez, eğitimi düşük’ adam
anlamında da geçer” diyordu. Bu saptama, ruhban sınıfının bilgi üzerindeki
tekeline işaret ediyor ve Laicus kavramı da, halkın, çoğunluğun yönetimi
anlamına gelen demokrasi kavramıyla buluşuyor.
Gerçekten de bugün Laiklik, kapitalizme, kapitalist
sınıfın, “eski rejime” karşı siyasi, kültürel mücadelesine ait bir kavram.
Yükselmeye başlayan kapitalist sınıf, toplumda zamanın
mekânın paylaşımını, konuşulabilir olanın sınırlarını kendi yaşam pratiğini
kolaylaştıracak, yeniden üretecek biçimde genişletmek istediğinde siyasi,
ideolojik engellerle karşılaştı. Bunları aşmak istediğinde de karşısına
öncelikle İlber hocanın değindiği ruhban sınıfının, onun tekelinde tuttuğu bilginin,
bu durumu yeniden üreten kurumsallaşmış dinlerin baskıları çıkıyordu
Ruhban sınıfına, kurumsallaşmış dine yönelik
eleştirilere 16 yüzyıldan itibaren gittikçe artan oranda, yeni sınıfın önde
gelen entelektüellerinin (Örneğin: Hobbes, Spinoza) yazılarında görüyoruz Bu
yazarlar, “mucize” kavramına karşı neden-sonuç ilişkisini, doğanın yasalarını,
dini düşünceye karşı bilimsel düşünceyi, felsefeyi savundular. Aydınlanma
“olayı” sırasında da, Voltaire, Hume,
Rousseau, Kant gibi düşünürler, insanın yaşam pratiğinin, aklının özgürleşmesi
için kilisenin devletin müdahalesinden kurtulması gerektiğini savundular.
Özetle: Bugünkü Laiklik kavramının tarihsel içeriğini
ruhban sınıfının, kurumsallaşmış dinlerin toplumsal egemenliğine karşı
itirazlar, ruhban sınıfının bilgisini sorgulama, eleştirme özgürlüğü, dini
siyasi iktidar alanından (kamusal alandan)çıkartma talebi oluşturdu.
Laikliği tepetaklat etmek…
Laiklik kavramı, siyasal İslam’ın, AKP aracılığıyla
iktidara yükselme, zamanın mekanın paylaşımını, konuşulabilir, görülebilir
olanın sınırlarını kendi yaşam pratiğini destekleyecek biçimde genişletme,
giderek hegemonyasını inşa etme sürecinde tepetaklak edildi: Laiklik, liberal
entelijensiyanın azımsanamayacak katkılarıyla, demokrasinin, özgürlüklerin
karşıtı olarak sunuldu.
Laikliği yeniden tanımlama, yumuşatma söylemi var olan
rejime karşı, özgürlükleri genişletme yönünde değil, siyasal İslam’ın
entelijensiyasının (ulemanın: bir ruhban sınıfın) iktidarını ve simgesel
evrenini (Sünni İslam’ın hakikat rejimini) restore etme yönünde işleyen bir
söylemi besledi.
Ülkede laikliği daha da geliştirmek, örneğin Sünni
İslam ile devlet arasındaki bağı kopartmak, düşünce, eleştiri özgürlüğünün
sınırlarını genişletmek yerine, laikliği özgürlük kavramının karşısına koyarak
sınırlamayı amaçlayan söylem, aslında düşünce, eleştiri özgürlüklerini giderek
sınırlayan bir hegemonya sürecinin önünü açtı.
Bir süredir, konuşulabilecek, anlamlandırılabilecek
olanın sınırları, siyasal İslam’ın yaşam pratiğinin gereksinimlerine göre yeniden
belirleniyor. Can ve Erdem gibi, barış isteyen akademisyenler gibi, yandaş
basına katılmayan gazeteciler gibi, bu pratiğin içine sığmayanlar, giderek
artan oranda, fiziki, simgesel şiddetle susturulmak isteniyor.
Bugün Laikliği savunmak, düşünce özgürlüğünün,
demokratik hakların genişletilmesini savunmaktır. Düşünce özgürlüğünü,
demokratik hakları savunmak, dinin kamusal alandan çıkarılmasını savunmaktır.
Bu da bizi ister istemez, kültür alanına, solun, bir
üst yapı kurumu – ekonomik çıkarlarla ve ekonomik haklar mücadelesiyle doğrudan
bağlantısı olmayan, gayri maddi bir şey olarak kabul ederek dokunmaktan pek haz
etmediği, “kültür savaşları” sorunsalına götürüyor.
Bugün, artık, Sol’un gittikçe yoğunlaşan “kültür
savaşlarını”, “üst yapı” sorunu diyerek önemsizleştirme lüksü yok. Hikmet
Çetinkaya ve Ceyda Karan hakkında verilen 2 yıl hapis cezası kararının dinsel
normlara dayanan ve kesinleşmesi durumunda bir emsal teşkil edecek gerekçesi,
AKP hükümetinin ve siyasal İslam hareketinin “bir durum” değişikliğine işaret
ediyor: Siyasal İslam hareketinin ve onun hükümetinin bu ülkede, konuşulabilir,
anlamlandırılabilir olanın sınırlarını, İslam’ın yaşam pratiğinin
gereksinimlerine göre yeniden belirleme projesinin pratik adımlarla “de facto”
ilerleme sürecinin,13 yıldır ülkenin kapitalist laik kültürüne yönelik fiili
İslamcı saldırıları, şimdi hukuki
bir adımla “de jure” biçim alarak ivme kazanıyor.
Bir düş kırıklığı mirası
Bugün sol’un “kültür” alanında mücadeleden uzak
durmasının arkasında sanırım bir yanılgı ve bir düş kırıklığının mirası var.
Sol kültürün, bir üst yapı unsuru, adeta “bağımlı”
değişken olduğunu, kimi zaman açıkça söylemese bile, üzerinde fazla düşünmeden
veri olarak alıyor. Alt yapı üst yapıyı belirler. Alt yapı esas olarak
ekonomik, bunun da belirleyici düzeyi üretim olduğundan, sol siyaset, kendine ilgi nesnesi, çalışma
örgütlenme alanı olarak işçi sınıfının üretimden gelen gücünün mekanını ve
zamanını temel almalıdır.
Düş kırıklığıysa,
1960’larda Fordist standartlaşmaya, bunun ürünü tüketim toplumuna,
tüketim toplumunu destekleyen kültüre karşı yükselen “karşıt kültür”
hareketinin başarısız olmanın ötesinde,
sermaye birikimini desteleyen biçimde araçlaşmasının getirdiği düş
kırıklığıdır.
Kapitalizme karşı mücadelede, 1960’ların sonundan,
özellikle 68-73 devrimçi patlamasından sonra, sosyalist hareket giderek işçi
sınıfı içindeki etkisini kaybetti. Sendikal hareket giderek geriledi. Sol
hareket içinde önemli bir kesim, kapitalizmin içine girdiği yapısal krizi
sırasında yaşamakta olduğu dönüşümlere odaklanmak yerine, kestirmeden şöyle bir
sonuca ulaştı:
Kapitalizmin temel amacı gittikçe genişleyen ölçekte
kitlesel üretim yaparak karını maksimize etmektir. Bunun için hem işçiler bant
sisteminde, Taylorist ortamda çalışacak biçime eğitilerek standartlaşmalı, hem
de tüketicinin yaşamı ve değerleri kitlesel çapta üretilen malları tüketecek
biçimde, bu arza uyumlu hale getirilmelidir. Kısacası kapitalizm homojenlik ve
uyum (konformizm) ister. Bu da esas olarak reklam/kültür endüstrisi ve eğitim
sistemi ile gerçekleştirilir. Kapitalizm cinselliği bireyin özgünlüğünü,
yaratıcılığını, kendini cinsellikten sanata kadar türlü alanlarda ifade etme
olanaklarını, standartlaşma adına bastırır.
Bu biçimde programlanmış işçileri örgütleyerek kapitalizme
karşı mücadele etmek olanaklı değildir. Önce sermayenin bu kültürel
hegemonyasını, işçi sınıfının kültürel zincirlerini kırmak gerekir. Ancak ondan
sonra işçiler sınıf bilincine, kendi çıkarlarının ayırdına varabilirler. Bu
yaklaşın ünce “karşıt kültür” hareketinin,
sonra da özellikle 1968-73 yenilgilerinden
sonra post-modernizmin “kültüre dönüş” refleksinin yaygınlaşmasının temel
dayanağı oldu.
“Karşıt kültür” hareketi tam anlamıyla bir düş kırıklığı
oldu, kısa sürede kapitalizm tarafından özümsenerek, hatta bir “isyancılar
piyasası” yaratarak araçlaştırıldı. Aslında bu fiyaskonun, arkasındaki 3 maddi
sürece bakınca, kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz.
Birincisi, fordist sermaye birikim rejiminin
tükenmesiyle kapitalizm yapısal bir krize girmişti. Bizzat sermaye sınıfın
temsilcileri ve ekonominin liderleri, sermaye birikimi sürecinin krize adapte
olma çabalarına, sürecine artık engel olmaya başlayan fordist rejimin, kitlesel
sendikalar, sosyal demokrat partiler, refah devlet, ticaret ve sermaye
hareketlerinin denetlenmesi gibi bileşenlerine karşı savaş açmaya, bu savaşı
meşrulaştıracak kültürel biçimler aramaya başlamışlardı. “Karşıt kültür”
hareketinin, bireysel özgürlükler, özgünlük talepleri, fordizmin zaten dağılmaya başlayan yapılarına
yönelikleri eleştiriler ve mücadelelerdi. Bu taleplerin söylemi, kısa sürede
sermayenin fordizme karşı başlattığı iç savaşın (bu savaşa “devrimci”, ilerici
özgürleştirici bir ton katmak üzere) içine alındılar. Thomas Frank’ın ünlü
deyimiyle “artık kapitalizm hem kendi linç gösterilerini sahneliyor [[i]] hem de bu gösteriye bilet
satarak para kazanıyordu”.
İkincisi, kapitalizm yapısal krizi içinde kar oranları
düşme eğilimine karşı eğilimler olarak,
(1) işçi ücretlerini, sosyal haklara ilişkin devlet harcamalarını kısmak, emek
piyasasını esnekleştirmek (güvencesizleştirme) talepleriyle işçi sınıfı üzerinde
baskıyı arttırıyor, (2) üretkenliği arttırmak için makineleşmeyi hızlandırıyor
(3) yeni değerlenme alanları (yatırım, ihracat pazarları) ararken mekanı ve
zamanı yeniden düzenlemeye çalışıyodu.
İşçi sınıfı ve giderek dünya halkları bunu, toplumsal
kaynakları sermayeye transfer eden neo-liberalizm, sınırları aşan korumacılığı,
denetimleri kaldıran küreselleşme (kısacası IMF-Dünya bankası reformları) olarak yaşadılar sonuç giderek artan işsizlik yoksulluk; fordist
kitlesel işçi sınıfının parçalanması oldu.
Kapitalizm iç çelişkilerinden kaçamaz! Kar oranları
düşme eğiliminin karşıt eğilimleri olarak devreye girmeye başlayan yoksullaştırıcı,
işsizliği arttırıcı eğilimler, bu kez kapitalizmin artırmaya çalıştığı karları
gerçekleştirme aşamasında karşısına bir talep yetersizliği sorunu getiriyordu.
Bu noktada fordizmin tüketim tarzı hızla değişmeye başladı.
Fordist tüketim tarzı, kitlesel işçinin homojen talebine
cevap veren standardize edilmiş ve işlevine göre pazarlanan mallara ilişkindi.
Fordizmin tüketim tarzı işlevse tüketimin, yeni gereksinimler yaratılarak genişletilmesine
dayanıyordu. İşsizlik arttıkça işçi sınıfının tüketim kapasitesi geriledikçe,
hem üretim kitlesel piyasalardan parçalanmış, uzmanlaşmış piyasa biçimlerine
hem de, esas olarak da eğitimli orta sınıfa (para esas olarak buralardaydı) yönelik
olarak yeniden şekillenmeye başladı
Bu yeni piyasalarda uyum, konformiz gereksizleşiyor, tam
da karşıt kültür hareketinin istediği yönde – bireyin özgünlüğünü vurgulayacak
statü malları için rekabeti, kışkırtan bir kültür gelişiyordu [[ii]]. Nihayet işlevsel tüketim
yerini, kolaylıkla uyarılabilen, yeniden programlanabilen hazları tatmine yöneliyor,
daha doğrusu hazları tatmin etme vaadine yaslanmaya başlıyordu. Aynı dönemde “mutluluk”,
“aşk” kültü de popüler kültürün ayrılmaz bir parçası haline geliyordu. Böylece
karşıt kültür hareketinin, talepleri, sloganları kapitalizmin yeniden üretiminin
hizmetine giriyordu.
Üçüncüsü, kapitalizmin yapısal krizi içinde işçi sınıfı
ve sermaye önemli değişimler
geçiriyordu. İşçi sınıfı, fordist yapılarını kaybediyor, yeni teknolojik
gelişmelere bağlı olarak parçalanıyor, giderek, “yeni orta sınıf proleterya”
denen, sanayi proletaryasından farklı kültürel özelliklere sahip bir kesim
şekilleniyordu. İkincisi, kapitalizmin talep yetersizliği karşısında, kredi
sistemi, gelecekte oluşacak gelirleri şimdiden tüketme eğilimini arttırıyor,
borçlanma ve güvencesizleşme birleşince tedirgin, kararsız ve var olana
yapışmayı esas alan bir ruh hali, depresyon egemen okuyordu. Bu ruh hali,
küreselleşmenin etkileriyle artan (esas olarak sermayenin yararına) mal ve emek
ithalatı (göçmen işçiler) süreçlerinin işsizlik arttırıcı, yerel kültürü dönüşmeye zorlayıcı etkileriyle
daha da ağırlaşıyordu. Sermaye ise toplumun kültürel üretim alanlarını da kendi
devrelerine giderek daha fazla bağlıyor, kültür değerlenme ve birikim
süreçlerinin parçası oluyordu.
Özetle karşıt kültür hareketi bu gelişmelerin hiç
birine uyum sağlayamadı eleştirel gücünü kaybetti, düzene eklemlendi.
Karşıt kültür ve “post modernizmin” sürekli geleneksel
solu hedef almış olmasını da bu sürece eklersek, sol hareketin “kültür savaşları” kavramını duyunca ilk refleks
olarak üç metre geriye kaçmasını anlamak olanaklıdır.
Türkiye koşullarında, kültür savaşları kavramını
duyunca hızla kaçmanın özgün bir nedeni de var. Bu da, devrimci popülizmin,
halkla kurulacak ilişkilerin içeriğine ilişkin bir anlayışından kaynaklanıyor:
Dilimizi ve kavramlarımızı halk anlamıyor. Onların diline ve değerlerine uygun
bir çalışma tarzını ve devrimci söylemi benimsemeliyiz!
İlk anda akla çok yakın görünen bu anlayış aslında çok
çarpıcı bir ironiye açılıyor: Devrimci, değiştirmek istediği bir düzenin ürünü
ve onu korumaya, yeniden üretmeye uygun bir biçimde şekillenmiş kültüre uyum
sağlamaya çalışıyor, kaçınılmaz olarak da kültür üzerinde şekillenmiş bilişşel
haritaya teslim oluyor.
Bu devrimci popülizm, özellikle dini söylemlerle ilişki
kurmaya gelince, eleştirel bir tutum almak, önün konan iddiaları sorgulamak
yerine, ya bu söylemleri yok sayıyor; ekonomik çıkarları tekrarlayarak, bu
söylemlerin etrafından dolaşabileceğini sanıyor. Ya da çok daha vahimi bu
söylemlerle ortak noktalar bulmaya çalışıyor. Birincisinde ekonomik çıkarların,
ancak simgeselden geçerek anlamını kazandığını, dinin simgesel evreninin, bu
çıkarların algılanmasını çoğu kez bloke ettiğini unutuyor. İkincisinde de taban
tabana zıt iki varsayımı (Bir vardır – Bir yok, çokluk vardır) birden taşıyan
bir söylemi kurmaya çalışıyor, sonunda, mesajını anlaşılmazlaştırıyor, siyasi
çalışmasını etkisizleştiriyor.
Türkiye sol hareketi en canlı ve kitlesel olduğu
1970’lerde dahi bu anlayıştan büyük zarar görmüş, zaman zaman trajikomik
durumlara dahi düşebilmiştir. Bugün ise Türkiye koşullarındaysa bu kaçışın maliyeti
son derecede yüksek olacaktır. Birincisi, kültür savaşları solun dışında zaten
başlamış durumda. İkincisi solun dayandığı tarihsel değerleri de giderek daha
fazla hedef alan bir kültürel saldırı söz konusu.
Diğer taraftan, gündemde bir kültür savaşı olmasa bile
solun, bu düş kırıklığında hızla
kurtularak, bu alanda sermayenin kültürel egemenliğine, bütünselleştirici
bilişsel haritalarına (cognitive maps), rakip bir karşıt hegemonya, başka bütünselliklerin de oluşabileceğini
düşündürebilen yeni bir bilişsel harita geliştirmeyi amaçlaması, kapitalizmle
etkin biçimde mücadele edebilmek hatta onu aşabilmesi açısından adet olmazsa
olmaz bir önkoşul olarak karşımıza çıkıyor
Kültürün “maddiliği”
Öncelikle kültürün, gayri maddi, bu anlamda bağımlı değişken olduğu düşüncesinden,
daha doğrusu, yanılsamasından kurtulmak
gerekiyor.
Marx’ın ünlü “önsüzde” vurguladığı gibi, “İnsanların bilinçleri varlıklarını değil,
aksine sosyal varlıkları
bilinçlerini belirler“. Ancak,
insanların sosyal varlıkları yalnızca ekonomik ilişkilerden değil, bu ekonomik
ilişkileri kabul etmelerini, yeniden üretmelerini, hatta reddetmelerini
sağlayan inançlardan, gelenek ve göreneklerden, sanat ve hukuktan, bunları
ifade eden söylemlerden, kısacası, kültür
dediğimiz anlamlar, simgeler sisteminden oluşur. Bir başka açıdan, sınıflar
arası çelişkilerden bakınca, kültür “toplumsal
olanın biçiminin saptanması üzerine yaşanan rıza ve direniş ilişkisinin-
sınıflar arası pazarlığın alanını
oluşturur”.
Öyleyse, kültür, simgesel
bir evrene tekabül eder; aynı zamanda ideolojiktir. Kültür, ideolojinin
barınağı, bireyin Gerçek var oluş
koşullarıyla kurduğu sanal
ilişkileri düşünmesinin aracıdır. Bireyin öznelliğini, yaşamını etkileme,
belirleme özelliğinden dolayı kültürün bir maddiliği olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer taraftan kapitalist üretim ilişkileri, sermayenin
dolaşım devrelerine baktığımızda, yeniden üretim ilişkilerini de zorunlu kılar.
İş gücünün doğrudan sömürülmesinin mekanlarındaki disiplinden, iş gücünün
biyolojik olarak yeniden üretilerek, üretim için gerekli bilgilerle
donatılmasına, ertesi gün, yıl ve
dönemlerde işe gelmeye devam edebilmesinin sağlanmasına, üretilen malların
tüketilmesine, tüketimin tasarlanmasına ve düzenlenmesine kadar, sermayenin
devresinin hemen her aşamasına bir çok sosyal (dolayısıyla kültürel) alandan,
etkinlikten geçmesi gerektiği görülebilir.
Sınıf, siyaset ve kültür
Bu bağlamda sol, işçi sınıfı içinde çalışmak onun
haklar ve özgürlükler, giderek siyasi iktidar mücadelesini örgütlemek, hızlandırmak istiyorsa kültürel
olanın etkilerinden, önüne koyacağı sorunlardan kendini kurtulamaz. Sol siyasi mücadelenin gündeminin merkezine
sınıfı koymayı düşündüğünde, soyut
değil, belli bir kültürün içindeki bireylerden oluşan somut bir sınıfı düşünmek zorundadır.
Bu sınıfın ekonomik şekillenmesi kadar kültürel
şekillenmesini de güze almak gerekir. Ekonomik şekillenme, üretim yaptığı yere
(mekan ve sanayi dalı), ait olduğu emek sürecinin (bant sistemi, kalite
çemberi, networke bağlı, programlanabilir ya da kendini programlayabilen emek
gibi) özelliklerine, kullandığı teknolojinin zihinsel biyolojik etkilerine,
üretim bilgisine ilişkindir. Kültürel şekillenmeye gelince, onun bilincini
belirleyecek olan sosyal varlığının kültürel boyutunu düşünmemiz gerekiyor. Bu
da işçi bireylerin kendilerini, sınıflarını olduğu kadar toplumun asla
görülemeyen ama zihinde hayal edilebilen bütünlüğünü düşünmesinin,
anlamlandırmasının süreçlerine ilişkindir
Kapitalist bir toplumda yaşamın anlamlar sistemini,
bireyin bu (bir bütünsellik izlenim veren) anlamlar sistemi içinde kendi yerini
bulmasına sağlayan bilişsel haritayı (cognitive map ) sermaye belirliyor. Bu
bağlamda sermaye toplumunda bir kültür savaşı çok özel durumlar dışında, sınıf savaşlarının
sertleştiği anlarda bile gündeme gelmeyecektir.
Örneğin, 2016 yılının Mayıs ayları Fransa’da, işçi
sınıfının iş yasasına karşı direnmeye başlamasıyla çok şiddetli sınıf
savaşlarına sahne olmaya başladı. Bu sınıf savaşlarına baktığımızda, hem Fransız (hatta küresel) kapitalizmin kurguladığı
“bilşsel haritada”, hem de bunun zeminini oluşturan kültürde, belli bir - çelişkili bütünlük- iç tutarlılık görebiliyoruz.
Bu Fransız kapitalizminin kültürü, kapitalizmin her iki
sınıfının da çıkarlarını ifade etmelerine olanak sağlayan, birbirleriyle
pazarlık hatta mücadele ederken kullandıkları kavramları içeriyor.
Neo-liberalizmden, sosyalist-çevreci harekete, dini kurumlara, ırkçılıktan
İslamafobiye kadar, tüm kültürel bileşenler kapitalizmin kurguladığı bilişsel
haritada bir biçimde yer alıyorlar; kültür savaşlarından (şimdilik) söz
edemiyoruz. Fransız (hatta küresel) kapitalizminin kurguladığı bilişsel
haritaya yönelik tek saldırı (şimdilik) dışından, radikal İslam’ın terörist
saldırılarından kaynaklanıyor.
Bugün Türkiye’de farklı bir durumla karşı karşıyayız.
Türkiye’de II. Dünya savaşı sonrasından, son Kürt İsyanına kadar geçen dönemde
en sert siyasi sarsıntılar, askeri darbeler, komünist hareketler, Faşist
reaksiyon, sermayenin (uluslararası sermayenin uzantısı olmanın getirdiği
özellikleriyle birlikte) kurduğu, giderek kapsamı genişleyen, nihayet
neo-liberal dönemde ülkenin tümünü kapsayan bir bilişsel haritanın içine kolaylıkla yerleştirilebilir. İşçi
hareketinin kendi çıkarlarını savunmasına olanak veren kavramlar, kurumlar
olduğu kadar, Kürt isyanının da, ulusalcı halkçı söylemleri bu haritaya,
kültürel yaşama (simgesel evrene) uyar.
Diğer bir deyişle, AKP hükümetiyle birlikte siyasal
İslam’ın entelijensiyası devleti ele geçirmeye, devleti kendi yaşam koşullarını
topluma dayatmak için kullanmaya başlamasına kadar, Türkiye sosyal
formasyonunda, kayda değer bir “kültür
savaşından” söz edilemez.
Ancak, AKP hükümetiyle birlikte siyasal İslam’ın
etelijensiyasının, ekonomik artığa ulaşma yöntemleri, sermaye sınıfı ile
eklemlenme çabalarıyla birlikte, sermayenin egemen bilişsel haritası
karşısında, siyasal İslam’ın bilişsel haritası şekillenmeye başlayınca bu durum
değişti.
Müslüman entelijensiya, kendini kapitalizmle
eklemlenmeye başlayan yeni bir egemen sınıf fraksiyonu olarak kurarken, bu
kuruluşun, bir ifadesi, aynı zamanda devamının garantisi olarak, sahip olduğu,
tekeline almaya çalıştığı dini bilginin üretim araçlarının, yeniden üretimi
koşullarını, bu dini (Sünni) kodlarla, zaman ve mekan denetimi pratikleriyle
birlikte topluma dayatmaya başlıyordu. Siyasal- Sünni İslam, entelijensiyası
yoluyla, kendisi dışında kalan, farklı kültürler üzerinde önce ekolojik [[iii]] sonra da mutlak
egemenliğini kurmaya başlıyor, yeni
anlamlar sistemini bunu bütünleştiren bilişsel haritayı, kuruyor ve
dayatıyordu.
Bu yeni anlamlar sisteminin, yeni bilişsel haritanın
dayatılması sürecini, “Başörtüsü”nün ayırıcı, ötekileştirici bir simgeye
dönüştürülmesinde, her muhalefetin darbe olarak tanımlanmasında, 17-25 Aralık
rezaleti karşısında alınan tavra, Gezi olayını AKP’nin adeta bir travma gibi
yaşamasında, Ensar Vakfı skandalında geliştirilen savunma hattında, yeni
Osmanlı fantezisine uygun olarak Cumhuriyetin önemli tarihlerine karşı,
alternatif “önemli” tarihler bulma çabasında, eğitim sisteminin radikal
biçimlerde yeniden şekillendirilmekte olmasında, liderin adeta kutsal bir kişi
olarak temayüz etmesinde, her konuda referans noktası olmaya başlamasında,
lidere yönelik eleştirilerin sık sık hakaret sayılarak yargılanmasında,
Kürtlere yönelik “onlar Zerdüşt, ateist” ifadelerinin hakaret olarak
kullanılmasında kabaca görebiliriz. Bu süreçte, nihayet sıra laikliğin doğrudan
hedef alınmasına, Hikmet Çetinkaya, Ceyda Karan için verilen cezasının, dini
normlara göre gerekçelendirilmesiyle, şeriat kurallarına dönülmeye başlanmasına
geldi.
Böylece, AKP hükümetleriyle birlikte siyasal İslam’ın
kurguladığı bir bilişsel harita,
sermayenin kurmuş olduğu bilişsel
haritanın üzerine bir parazit gibi yapıştı. Bu parazit ilişki şimdi simgesel
evreni, ekolojik egemenlikten mutlak egemenliğe doğru dönüştürüyor.
Bu dönüşüm, emekçi sınıfların, uluslararası işçi
hareketinin zaferlerinin ve yenilgilerinin tarihsel mirasından, Cumhuriyet
boyunca kendi sınıf mücadelelerinden edindikleri ve çıkarlarını ifade
etmelerine olanak sağlayan kavramları da içeren cumhuriyetçi, laik, halkçı,
hatta sosyalist kültürü çözüyor.
Sermayenin kurduğu bilişsel harita çözülürken emekçi
sınıflar, kadınlar ve etnik dini azınlıklar özgürlüğe, eşitliğe adalete ilişkin
sorunlarını ve taleplerini dile getirmelerine olanak veren kavramları
kaybediyorlar, sesleri giderek anlamlarını kaybediyor.
Bağımlı Türkiye kapitalizminin, zayıf ve hiç bir zaman
hegemonyasını istikrarlı biçimde kuramamış olan mali oligarşisi, bu gelişmeden,
emeği daha kolay kontrol edebileceğini düşünerek, şimdilik pek şikayetçi
görünmüyor. Bu mali oligarşi açısından ilk anda anlaşılır, ama Türkiye kapitalizminin uzun ve orta dönem
çıkarlarına büyük zarar verecek bir yanılgıdır.
Günümüzde, kapitalizmin önemli özelliklerinden biri de,
sermayenin birikim eğiliminin, toplumun kültürel alanlarını işgal ederek kendi
değerlenme süreçlerine bağlamasıdır. Bu koşullarda, sermayenin, hem yeni
bilişim, telekomünikasyon teknolojilerinin getirdiği yeni emek biçimlerinin
yeniden üretiminin güvenceye alınmasına, hem de
kapitalizmin krizinin bir dışa vurumu olan aşırı üretim, talep yetersizliği
sorununa karşı gelişen hazlara dayalı tüketim tarzının korunmasına gereksinimi
vardır.
Siyasal İslam’ın
kurmaya başladığı bilişsel harita ve onu destekleyen kültürel süreçler,
sermayenin artı değer üretme, değerlendirme, karmaşık teknolojileri ve vasıflı
emek gücünü üretme, hazlara dayalı tüketim tarzını koruma geliştirme
gereksinimlerine cevap vermekten uzak bir eğitim sistemini, yaşam tarzını
(cinsel disiplin ve beden estetiği disiplini), öznellikleri inşa ediyor; hatta
çocuklar ve kadınların güvenliği söz konusu olduğunda kapitalizm öncesi
baskıcı, ezici, hatta köleleştirici,
büyük ölçüde açık şiddeti doğallaştıran pratikleri yaygınlaştırıyor.
Özetle, modern, cumhuriyetçi, laik kapitalist kültür
çözülürken bu çözülmenin oluşturduğu boşlukta ortaya, hırsızlığı, tecavüzü,
yalancılık ve cinayeti sıradanlaştıran ahlaksız bir kültür şekilleniyor.
Ekonomik artığa, siyasi iktidardaki gücünün, dini bilgi üzerindeki tekelinin
sağladığı ayrıcalıklar üzerinden, kısacası ekonomi dışı yollardan ulaşan parazit
bir sınıfın “kültürü”...
Bu koşullar, sol istese de istemese de, ülkede bir “kültür savaşı” yaşandığını gösteriyor. Bu savaş haklar
ve özgürlükler mücadelesinin geleceğini doğrudan belirleme kapasitesine
sahiptir. Siyasal İslam saldırıyor, haklar ve özgürlükler mücadelesinin
sürdürülebilmesi, hatta hayal edilebilmesi için gerekli kavramları siliyor,
söylemleri istikrarsızlaştırıyor, böylece olanaklarını yıkıyor. Salt kısa
dönemli çıkarlarına odaklanmış dar görüşlü, iktidarsız bir kapitalist sınıf
büyük bir aymazlıkla bu süreci, adeta intihar edercesine, pasif bir biçimde
izliyor.
Sol, işçi hareketi, hatta liberal demokratlar, bu
saldırılara “ad hoc” reflekslerle
direnmeye çalışsalar da sürekli mevzi kaybediyorlar.
Sol’un AKP ve siyasal İslam’ın iktidarın karşı
direnişinde, siyasi mücadelenin merkezine emekçi sınıfları, özellikle bunların
Gezi olayı ile ilk kez tarih sahnesine çıkarak varlığını ilan eden “yeni
kesimlerini” koymak istemesi son derecede nemi bir tespittir. Ancak bunu, bu
sınıfları çokta kapsamına almış olan kültür
savaşını kabul ederek, bu savaşa
uygun taktikleri düşünerek gerçekleştirebilir. Bu kültür savaşında, İran ve
Mısır deneylerini, AKP’nin ilk döneminde içine düşülen hataların gösterdiği
gibi, karşı tarafın değerlerine taviz vermek söylemini, benimsemek hatta onu
içerden etkileme hayallerine kapılmak, eğer bir korkaklığı, ya da “halkımız
tarafından sevilme” saplantısını (popülist bir kuyrukçuluğu) gizlemiyorsa tam
anlamıyla bir intihar olacaktır.
Sol emekçi sınıfların sorunlarının yanı sıra, bu
“kültür savaşını” gündemine almadığı sürece gerilemeye devam edecek, zamanla
kendini ifade etme, emekçi sınıflarla konuşma olanakları elinden alınarak
tamamen susturulacaktır.
[i] Bu bağlamda üç yapıt tipiktir. Fight Club, American Beauty, Pleasant
Ville
[ii] Sen ayrıcalıklısın”, “farkını göster”, “içindeki gerçek seni bul”
vb...
[iii] A’nın B üzerindeki ekolojik egemenliği, A’nın B üzerindeki,
dönüştürücü, sınırlayıcı etkisinin, B’nin A üzerindeki etkisinden daha yüksek
olduğu anlamına gelir.