Monday 7 December 2015

Simgeleştirilemeyen “şey”in peşinde



Nilay Özer’in Korkuluklara giysi yardımı (yasakmeyve, Mart 2015) başlıklı şiir kitabı, bence yakın bir ilgiyi hak ediyor. Ben bu kısa denemede, kitaptaki şiirlerin tek tek hakkını vermek gibi olanaksız bir işe kalkışmak yerine, kitabın, ki esas olarak iki kısımdan oluşuyor,  bir bütün olarak bende yarattığı etkiye bir şekil vermeye çalışacağım.

-I-

Sanırım T.S. Eliot diyordu: Şair elini ruhunuzun derinliklerine sokar, orda olduğunu bile bilmediğiniz bir teli titretir, bir nota yaratır. Ben bu saptamayı çok severim.  Her gerçek sanat yapıtı küçük, (bazen de büyük: Le Radeau de la Méduse, Guernica) bir “travma"dır, İzleyicinin, okuyucunun öznelliğini çizer iz bırakır, onu değiştirir, başka biri yapar...
O yüzden de bir şiirle, bir şiir kitabıyla karşılaştığımda, önce tümünü birden bir solukta, kendimi bir umutla, o şiirlerden gelecek simgelerin, metaforların, “boşluk”ların etkisine şairin yapıtının yaratması olası etkiye açmaya çalışarak, bırakacağı izi bekleyerek okurum. Henüz anlamla ilgilenmediğim bu aşamada şiir beni etkilerse, bu etkiyi araştırmak arzusu oluşursa o şiirleri yeniden bu kez bir metin analizcisi, yapı çözümcüsü dikkatiyle ve titizliğiyle okumaya başlarım. Ancak kimi şiirler bu aşamada da kendilerini ele vermezler; yaptıkları etkinin anlamını hiçbir zaman sizi tatmin edecek bir düzeyde kavrayamayabilirsiniz. Belki gidip bir doktora tezi yazmanız gerekecektir, ondan sonra. Bu noktadaysanız kolay gelsin size, iyi şanslar üstelik, çünkü başarı asla garanti değildir.
Nilay Özer’in şiir kitabı bana ulaştığında hemen bir solukta okudum. Okur okumaz da üzerine bir şey yazmam, etkisinin anlamını soruşturmam gerektiğine karar verdim. Sonra kitap çalışma masamın üzerine tünedi, bana tehdit edici gözlerle bakmaya başladı. Bu kitabın üzerine yazmak giderek korkutucu bir projeye dönüşmeye başladı.
Bunlardan “besbelli ki bu şiirler, o var olduğunu onun da bilmediği bir teli titretti” diye düşünebilirsiniz. Haklı da olabilirsiniz. Eğer o telden çıkan notayı bana sorarsanız, “sizi ilgilendirmez” cevabıyla karşılaşacağınıza emin olabilirsiniz. Böyle şeyler şiirle okuyan arasında kalmalı bence.
Diğer taraftan, bu bir solukta okuma bitince, bende “Ah keşke” dediğim bir arzu oluştu. “Ah keşke", dedim,"Bir yolu olsa da, örneğin bilimkurgu öykülerindeki  fantastik teknolojilerin biriyle, bu şiirlerden en azından biri olmaya başlarken, bilinç dışından dilsel olana, biçimlerini bulmak üzere geçmeye başlayan şeyleri ("Shapes without form”) bu geçiş sürecinde, "Cehennem"le, “Cennet” arasındaki yerde, “Limbo”da bir lahza da olsa görebilseydim”.
Bu, arzunun küstahlığı bir yana, olacak iş değil tabii, iyi ki de... Peki ne olacak? Bu noktada aklıma Samuel Backett geliyor “... in the silence you don’t know, you must go on, I can’t go on, I’ll go on” [[i]]. Kısacası “I must go on”! En azından bir şeyleri paylaşmam gerekiyor, şiirin “travma"sını işleyerek aşabilmek için.

-II-

Yazının başlığı, “Simgeleştirilemeyen 'şey'in peşinde” yerine, “Kayıp bir şeyin”, bir “Mokluğun peşinde” de olabilirdi, ya da kestirmeden giderek, “Reel’in peşinde”, daha dolambaçlı bir yoldan da “melancholia” [[ii]]. Bu kitabın içindeki şiirler özellikle I. Kısım bende tam da böyle bir izlenim yarattı.  Bu izlenime sanırım üç farklı yoldan geldim. Birincisi, özellikle ilk bölümdeki şiirlerin, renkleri, sunduğu imajlardaki chiaroscuro, dizilerin tınısı, imgeler, kederli bir ton oluşturuyor; ancak bu kederin kaynağını sunmuyor. Yine de, bunların, bir gitme ile kalma, karar ile eylem arasında, adeta bir boşlukta “kalmışlık”, bu “kalmışlıktan” kaynaklanan bir yeis (Kierkegaard) ile ilgili olduklarını da düşünebiliriz sanırım.
Aşk insanı biteviye böyle bir noktaya getirir. Bir an sonsuz mutluluk bir an korku ve yeis. Çünkü, “Sahip olmak gelip geçen bir sudur sudur kalmanın zoru... dokunmak da ellerinden bir ırmak” yapmaz.  Suyu elinizle tutamazsınız akar gider... Sonra “aşk  yanlış bir akşamın uyardığı şuh lamba ışıdıkça dahası yok” inanırsın... Sonra “ ya içimizden biri yalan söyledi ya aşk bize ikimizden bir yalan...” Suyu elinle tutamazsın ama, ıslatır. Ya o moleküller de uçup gidince...
Diğer taraftan, bu “kalmışlık” halini, nesnesi belirsiz bir yitirmişlik duygusuyla ilişkilendirmek de olanaklı, aşk nedir örneğin, sonra geriye ne kalır, hele son moleküller de uçup gittikten sonra: Melancholia!
İkinci yol, Mallarme’den geçiyordu, daha doğrusu Badiou’nun Mallarme ile ilgili analizlerinden. Şiir burada olmuş bitmiş bir şeyin, bir “olay”ın geride bıraktığı, kaybolmaya başlayan izlerini yeniden yaşantılandırıyor, o “şeyi”, “olayı” bunlardan hareketle konuşmaya çalışıyor. Şiir bir “yokluğa” gönderme yapıyor, izlerinden hareketle yok olan şeyin duygusunu, ya da anlamını arıyor.
Üçüncü yol ise, Lacan’dan geçiyor. Nilay Özer de zaten kitabın girişinde, daha başlarken okuyucuyu bu yola yönlendirmiş.  Yokluğunun etkisinden düşünebildiğimiz, ama kendisini simgeleştiremediğimiz “şey” değil mi Reel. İçinde yaşadığımız simgesel evrenin (ekonomik, siyasi, cinsel iktidar ilişkilerinin) kendi tutarlılığını koruyabilmek, bir mükemmellik, doğallık izlenimi yaratabilmek için dışarda bıraktığı, içeri girmesine olanak verecek çatlakları çeşitli fantezilerle kapatmaya çalıştığı, “şey”.
Nilay Özer’in bu kitaptaki, ama özellikle ilk bölümdeki şiirleri, türlü metaforları imgeleri, imajları harekete geçirerek bu boşluğun çeperlerini saptamaya,  yok olan, bizden esirgenen şeyin anlamını, yokluğunun etkisinden (burada özgürlük kavramı geliyor aklıma), bu etkinin duygu dünyasında yarattığı izlerden hareketle bulmaya çalışıyor.  
Düzenin, egemen sınıfların nesnel ve öznel, fiziki ve simgesel şiddetine karşı sözlerle var olmaya çalışmanın nafileye çok yakın bir çaba olduğunun; estetik haz, uyanıklık yadırgatıcılık üretmekten vazgeçmeden  “sistemin” verili beğenilerinin varsayımlarının karşısında durmaya çabalamanın zorluğunun ayırdında olan şiirler bunlar.
Nilay Özer bir “imkansız” işle uğraştığının ayırdında ama, Beckett’ deyimiyle (in the silence you don’t know, you must go on, I can’t go on, I’ll go on) devam etmek için çabalıyor mücadele etmeye, hem kendinin, hem okuyucunun aklını, türlü imaj ve metaforlarla bir orasından bir burasından didiklemeye, sistemin orada kurduğu özdeşliklerin, kanaatlerin yapı taşlarını sökmek için adeta çabalamaya devam ediyor. Bir imkansızlık karşısında, sık sık başını kaldıran bir “boşuna çaba bu” duygusuna rağmen devam etmek zoruna kalmak da melancholia üretiyor.

-III-

Nilay Özer’in ilk kitabı üzerine de bir deneme yazmıştım. O zaman bu kadar zorlandığımı anımsamıyorum. Köprülerin altından çok su akmış, Nilay Özer çok geceyi uykusuz, o “diğer gecenin” kıyısında geçirmiş. “Bütün sabahların sahibi olduğunu bile bile devletin sapsarı yüzüne karşı”...
Şiirler giderek daha çok derinleşmiş, karmaşıklaşmış. Kimi zaman bir dize, örneğin “beni ölü ele geçirdin sevgilim”, bir sevgiliye, belki bir feministin, “ötekine”, teslim oluşunu, bir militanın düzenin elinde katledilişinin anılarının yanına koyarak, elini, o kadar derinlere, hatta bilinç dışınıza kadar sokabiliyor ki, titrettiği telin melodisi bir türlü dinmiyor. Bu melodi gelip uykularınızın üzerine çökebiliyor, Henry Fuseli’nin “Kabus” (1781) tablosundaki yaratık gibi...
Kitabın ikinci kısmı bir başka tür kabuslarla yüzleşmeye çalışan şiirlerden oluşuyor.
-IV-
Varlık, varoluş alanımızda bir biçim alarak belirir. Bu beliren fenomen, olay oluşumlar, varoluş alanımızda farklı yeğinliklerde (intensity)  belirirler, bizim algı alanımıza bu farklı yeğinliklerin oluşturduğu skala içinde girerler. Kimileri vardır ama yeğinlikleri çok düşük olduğu için varlıklarını algılayamayız. Kimilerinin yeğinliği o kadar büyüktür ki, algı alanımızı oluşturan simgesel sisteme  “sığmazlar”, kısmen ya da tamamen anlam dışı kalırlar onlarla karşılaşmak bazen içinden çıkılamaz bir “travma” yaratır. Sürekli ve patolojik bir biçimde, o karşılaşma anına geri döner dururuz
Kitabın ikinci kısmındaki, Auschwitz, Ruanda, Sabra ve Şatila, Halepçe gibi yeğinliklerinin şiddeti, onları verili anlam sisteminin dışına fırlatan “olayların” şiirleriyle karşılaşıyoruz. Bunlar ağıza alınamayacak kadar büyük, ama üzerine sessiz kalamayacağımız travmalar. Peki ama nasıl konuşacağız.
Nilay Özer bu soruyu cesaretle, duyarlılıkla, yaratıcılıkla ve beceriyle eline almış “simgeleştirilemeyen şey”in peşinden gitmeye, onu ifade etmeye çabalamış.
Bana gelince ben, ikinci bölümdeki şiirleri okurken kendimi bir ikilem içinde buldum. Bir taraftan bunlar verdikleri estetik haz  açısından gerçekten zengin, etkileyici şiirler. Diğer taraftan, şiirlerin sonundaki tarihleri okuyunca (ki bu tarihler şiirin bittiği yerde şiiri geriye doğru disiplin altına alacak bir ana gösterge öneriyorlar,...) bende bir yetersizlik, dolayısıyla tatminsizlik duygusu oluştu.
Bu nokta aklıma bir örnek olarak Alman Dışavurumcuları'ndan kimi ressamların, örneğin Oskar Kokoschka, Otto Dix, Emile Nolde’nin [[iii]] koşarak gittikleri I. Dünya Savaşı boyunca sanatlarında görülen değişim geldi. Bu ressamların eserlerinde, savaşın travmasıyla birlikte dışavurumculuk, yerini savaşın vahşetini, grotesk (ya da travmatik) bir gerçekçilikle belgelemeye çalışan bir çabaya bırakmaya başlamış.
Bu örneğin ışığında, kitabın ikinci kısmındaki şiirlerin konularını oluşturan olayları düşündükçe, acaba, lirik bir çabanın, ya da unsurların yerine, grotesk (travmatik) bir gerçekçilik daha mı uygun olurdu diye düşündüm. Bu tabii ki çok tartışmalı bir konu.
Ben bu tartışmada, Adorno'nun Auschwitz'den sonra lirik şiir yazılamaz, hatta yazılmamalıdır yönündeki eğilimini kendime daha yakın buluyorum: Soykırım oldu, öyleyse yine olabilir. Öyleyse hepimiz kuşku altındayız.
Ben lirik şiirin, bireyde, bir iç saflık (kirlenmemişlik) alanının var olabileceğini varsaydığını, bu saflığın ise kapitalizm sömürgeci, soykırımcı aşamaya girdikten sonra  giderek kaybedildiğini, Auschwitz’in bu kaybedilme sürecinin geri dönülemezlik noktası olduğunu da düşünüyorum. Bu nedenle lirik şiirin, ya da şiirdeki lirik öğelerin, “otantik” olabileceğine inanamıyorum. Bu ikilem, aşılabilir mi? Beckett, Paul Celan bu aşılma olasılığına birer örnek oluşturabilir mi?  Adorno, oluşturabildiğini düşünüyor, “End Game” ve “Todesfuge”u örnek veriyordu. Doğrusu bilemiyorum.
Nilay Özer’in Korkuluklara giysi yardımı  başlıklı şiir kitabının içindeki şiirleri daha akından okumak, “projesini” daha etraflı tartışmak gerekiyor. Çünkü bunlar “zamanın gürültüsüyle” çok uyumlu, şiirde “sanat” ve “siyaset” ayrımını anlamsızlaştıran şiirler...



[i] Beckett, Samuel. “Unnamable.” Three Novels. Trans. Samuel Beckett and Patrick
Bowles. New York: Grove Press, 1958. Sf. 414
[ii] Ama kesinlikle “depresyon” değil. Burada melancholia, bir kayıp karşısında oluşan iki durumdan birini ifade ediyor. Eğer kaybettiğiniz şeyin ne olduğunu biliyorsanız, Bir süre yas tutar sonra “normalleşirsiniz”. Kaybettiğiniz şeyin ne olduğunu bilemiyorsanız, hatta ona belki de hiç sahip olmadıysanız, sonu gelmez bir “sıkıntı, yeis”  içine düşebilirsiniz: Melancholia
[iii] Richard Cork, The Bitter Truth: Avant-garde Art and the Great War 1994, Yale University Press