Tuesday 20 March 2012


'Normalleşme' - 'Arınma'

15 Mart 2012 -
Şener ve Şık serbest bırakıldılar. Bu iki gazeteci, yazar beraat etmediler, yargılanmaya devam edecekler. Tutuklanmalarına, haklarında dava açılmasına neden olan suçlamalar ortada duruyor.

Büyüklere Masallar
Ama birilerine göre, bu iki gazeteci, yazar serbest bırakıldığı için “normalleşiyoruz”, “otoriterleşme dalgasının bir ayağı kırılıyor”, zaten “hükümet de bu [cemaat’in-E.Y] ısrara karşı koyamadı” da bu arkadaşlar ondan tutuklandı. “Hükümetin çabaları diğer gazetecileri de özgürlüklerine kavuşturacak”. Kısacası sorun hükümetin dışından bir yerden kaynaklandı. Bu yer “otonom”, “cemaat” olarak tanımlanıyor, iktidara ortak olmaya, hatta ele geçirmeye çalışmasından (darbe mi ne?) söz ediliyor. Ama artık, bu “şey” dışarı itiliyor, etkisi kırılıyor. “Arınma sürecinin tıkanıklığı” açılıyor. Önemli olan “temizliğin, temiz meşru bir zemine oturtulmasıdır”.

Şimdi bu “normalleşme” manzarasının, Sivas Katliamı davasının zaman aşımından düşmesi, bunun milletimize için hayırlı olması dilekleri, dinci, gençler yetiştirme projeleri, kişiye özel çıkarılan yasaları, bürokrasiden işine gelmeyenlerin, hem de sayıları 100’lerle ifade edilecek çapta adeta “böyle buyurdu sultanım” diyerek bir el hareketiyle tasfiye edilmelerini, Suriye’ye müdahale projelerini. CIA, NSA şeflerinin, istihbarat alanındaki gelişmeleri inceleme ziyaretlerini, KCK tutuklamalarını, seçilmiş millet vekillerinin, “atanmışlar” tarafından içerde tutulmaya devam edilmesi, vb., gibi ufak tefek aksaklıkları içeriyor olması o kadar önemli değil. Önemli olan “arınma sürecinin” tıkanıklığının aşılması, “meşru bir zemine oturtulması”...

Tüm bunların “büyüklere masallar” olmaktan öte bir başka anlamı daha var. Bu anlamlara ulaşmaya çalışmak açısından bence önce, ilk aşamada şu üç saptamanın anlamını çözümlemek gerekiyor. “Normalleşiyoruz”, “arınma süreci”, “temizliğin, temiz meşru zemine oturtulması”, zaman aşımının “milletimize hayırlı olması”: Normalleşme, arınma, meşruiyet.

Bu “normalleşmenin” hedeflediği “normal”in normları nelerdir? Bu “normal”e giderken yaşanacak olan “arınmanın” hedefi nedir? Bu “arınma” hangi zeminde, ne gibi ilkelere dayanılarak meşrulaştırılacaktır? Bir katliamın sorumlularının bulunmayacak olması, ne bakımdan “hayırlı” olacaktır.

Kısaca devlet, AKP
Ne yazık ki bazı ön tartışmaları yapmadan bu sorulara cevap vermeyi denemek olanaklı değil. Bu da bizi yeniden devlet ve “güç” (iktidar) konularına gönderiyor ister istemez. Bu noktada devam etmeden önce, düşünme sürecimin nereden geldiğini ve ne yöne doğru gitmeye çalıştığını göstermek için bir not düşmek istiyorum:
Daha önceki bir yazımdan özetleyerek aktarırsam, AKP döneminde devlette, toplumla devlet ilişkisinde, yaşanan dönüşümün (kimilerine göre temizliğin- normalleşmenin) ana başlıklarını bana göre şunlar oluşturuyordu:

A) AKP döneminde, devleti oluşturan, ordu, polis, MİT, yargı, yürütme, diyanet gibi alt kümelerin arasındaki ilişkileri (dolayısıyla devletin biçimimi) “tanımlayan” görelilikler denkleminde ihmal edilemez değişikliler yaşanıyor. Devletle,ideolojik aygıtları arasındaki göreli bağımsızlık azalıyor, böylece devletin “sivil topluma” nüfuz etme derecesi artıyor.

B) Devletin girdileri açısından da önemli bir değişim söz konusu: Yeni kadroların ideolojik, kültürel hatta örgütsel/sınıfsal özellikleri, mali kaynakların geliş coğrafyalarındaki değişiklikler, güvenlik ve bilgi işlem teknolojilerinde, devleti oluşturan kristalleşmiş iktidar düğümlerini birleştiren, ağı yaşatan teknolojideki değişim, derinleşme ve yayılmada, yine bu yolla devletin sivil topluma nüfuz etme derecesindeki artış bu değişimin en önemli unsurlarını oluşturuyor.

C) Devletin, devletler arası hegemonya, “sistemiyle” ilişkisinde, buradan aldığı, teknolojik, finansal, siyasi girdilerde de “Büyük Ortadoğu Projesi”, devletin yüzünü “Doğuya dönmesi”, küresel hegemonya yaslanarak güç yansıtma stratejisi bağlamında önemli değişiklikler yaşanıyor.

D) Tüm bu değişikliklere paralel ve onlarla, çift yönlü nedensellik ilişkileri içinde, devlete erişmeye, nüfuz etmeye (son dönemde de birbiriyle rekabet etmeye) başlayan, devleti değişime zorlayan iki yeni güç odağı söz konusu. Birincisi genel olarak, bütün fraksiyonlarıyla birlikte bir siyasal İslam ve uluslararası Müslüman Kardeşler eksenidir. İkincisi de “cemaat” olarak adlandırılan yaygın, disiplinli, emir komuta zincirine, "komiteler” ağına, ideolojik ve pratik önderliklere ve özgün uluslararası bağlara sahip olduğu ileri sürülen bir örgütün (yapıntının) varlığıdır.

E) Bu değişimlerin yaşandığı zemini oluşturan “sınıflar matrisi”nde de bazı önemli yenilikler gözlemlenebilir. TUSİAD ve askeri ticari kompleks olarak tanımlayacağımız iktidar bloku unsurlarının ağırlığı, “blok”un içine giren yeni unsurların etkisi ile azalmış görünmektedir. “Devletten sorumlu sınıflar” içinde olduğu kadar, “organik entelektüeller” denen kesimde de kimi ihmal edilemez dönüşümler gözlemlenebilir.

Bu özette sunulan gözlemlerin, oldukça şematik, hatta en azından iki alanda yüzeysel kaldığı söylenebilir. Birincisi, AKP hükümetinin üzerinde durduğu, bu hükümeti gerekli kılan, yeniden üreten sınıf ilişkileri matrisi, bu matrisin ekonomi politiği (üretim, bölüşüm ilişkileri, “sermaye birikim rejimi” gibi alanlar), Mustafa Sönmez dostumuzun sürekli ortaya çıkardığı verilere karşın, hala büyük ölçüde özellikle kuramsal olarak doldurulmayı beklemektedir. İkincisi, toplumun dokusunda siyasal İslam’ın yükselmesiyle başlayan, AKP hükümeti döneminde, devletin topluma ve gündelik yaşama nüfuz etmesindeki derinleşmeye paralel olarak hızlanan dönüşümün kapitalizme ve emperyalizme karşı muhalefet direnişin dinamikleri açısından anlamı ve sonuçları henüz yeterince ortaya konamamıştır.

Bunlar bana göre de haklı bir uyarılar olacaktır. Ancak, bu gözlemlerin eksikliklerine karşın, AKP döneminde devlette ve toplumda yaşanan dönüşümü, “yeni normali” tartışmaya yardımcı olacak özelliklere sahip olduğunu düşünüyorum.

Türkiyeli (Türk, Kürt ve diğerleri) sol ve komünist hareket, devlet tartışmalarının da ortaya koyduğu gibi, şimdilik daha çok devletin “kurumlarına”, bu kurumlarla toplumu “kucaklama” sürecine, şiddet uygulama kapasitesine, ekonomi politiğine ilişkin konular üzerine kafa yormaktadır gibi geliyor bana. Bu siyasetin acil sorunları bağlamında çok yerinde bir tutumdur.

Uzun erimli dönüşümlere de dikkat
Ancak, daha yavaş ilerleyen ama, uzun erimli, bir kere yerleştikten sonra kalıcı olma kapasiteleri (yapışkanlığı) yüksek, siyasetin doğasını çok derinden etkileyecek dönüşümler de söz konusudur, bunları üzerinde düşünmeyi de ihmal etmemek gerekir.

Devletle toplum arasındaki bağların, siyasi-ekonomik iktidar noktalarını oluştura ağın, devletin kadro stokunun, uygun iktidar ve muhalefet söylemlerinin istikrarını ve yeniden üretimini, dolayısıyla da kapitalist üretim tarzının bu ülkedeki varlığını, onun sınıflar matrisini, tüm kriz eğilimlerine, krizde yeniden yapılanma çabalarının getireceği sarsıntılara karşın güvence altına alacak olanlar da bu dönüşümlerdir.

Geride bıraktığımız 30 yıl içinde kapitalist üretimin, malların hizmetlerin üretimine ek olarak, kültürün, arzuların ve inançların üretimi süreçlerini de gittikçe artan hızlarda metalaştırarak, birikim ve kar süreçlerini katmaya başladığını göz önüne alırsak, siyasal İslam’ın yükselmesiyle başlayan, AKP hükümeti döneminde, devletin topluma ve gündelik yaşama nüfuz etmesindeki derinleşmeye paralel olarak hızlanan dönüşümlerin kültürel boyutunu, çok kısaca yeni bireyi/öznellikleri üretme süreçlerini anlamaya çalışmak daha bir önem kazanıyor.

Feodalizmden (kapitalizm öncesi emek kontrol sistemlerinden) kapitalizme geçerken, emekçi mülksüzleşir, toprağa bağımlı olmaktan kurtulurken, ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Yeni özgürleşen emekçi, manifaktürün, sermaye disiplininin altına girmekte isteksiz davranıyor. Dönemin İngiltere’sinde, bir dilenciler, serseriler, hırsızlar, soyguncular nüfusu, “mülkiyete karşı suç işlemeye eğilimli” büyük bir tabaka oluşuyor.

Bildiğiniz gibi, sermaye, servet (birikmiş cansız emek) olmaktan ancak canlı emekle karşılaştığında çıkabilir. Diğer bir değişle kapitalist üretim tarzının oluşabilmesi için, işçiyle sermayenin buluşması, bu buluşmanın stabilize edilmesi ve yeniden üretilmesi gerekir.

İşte bu nedenledir ki, devlet, prekapitalist “devlet tipinden” kapitalist devlete dönüşürken, bu süreci, aynı anda emekçilerin bedenlerinin (yaşamlarının) denetimini, bu bedenleri sermaye için kullanılabilir duruma getirmeyi de, yeni yasalarla, disiplin-cezalandırma yöntemleriyle, onları işçileşmeye zorlama görevini üstlenerek yaşamak durumunda kalmıştır.

Kapitalist devlet kapitalist üretim tarzının ürünüdür ama, kapitalist üretim tarzı da ancak devletin ebeliğiyle doğabilmiştir. Buradan, beden denetimi, “biyopolitik” rejimlerinin, kapitalist üretim tarzında devletin konusu, iktidarın dayanağı olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

Siyasal İslam’ın ve AKP döneminin, Türkiye kapitalizminde 1950’lerden bu yana egemen olan biyopolitik rejimini değiştirmeye başladığını düşünüyorum. Sermaye birikiminin ve kapitalist düzenin istikrarı için, kendi yaşamını piyasa koşulları ve devletin gözetimi bağlamında denetleyen ve düzenleyen “özgür” bireylerin biyopolitik rejiminin, içine belli bir prekapitalist dönemin beden denetim rejiminden alınmış öğelerin katılmaya başlanmasıyla değişmeye zorlandığını düşünüyorum: Bu yeni öğeler, egemen biyopolitik rejiminin içine, beden estetiği (giysi, saç sakal tıraşı vb., kuralları), günün belli zamanlarında belli mekanlarda olma ve ritüellere katılma pratikleri, bunun için devreye giren “mahalle baskısı”, devletin kadro seçim kriterleri, cinsellikle ilgili, hazlara ve mekan kullanımlarına ilişkin kurallar üzerinden girerek onu çözmeye başlıyor.

Bu yeni biyopolitik rejimi, bireyin bedenini, zamanını, cinsel pratiğini sermayenin gereksinimlerini de göz ününe alarak yeniden, doğrudan denetim süreçleriyle düzenlemeyi hedefliyor. Bu denetleme süreçlerinin yeni denetim ve gözleme teknolojileriyle birleşmeye başlaması halinde de ortaya son derecede korkutucu, “devlet-sivil toplum- özel alan”ayrımlarını ortadan kaldırmaya eğilimli totaliter bir siyasi yapının çıkacağını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu siyasi yapıda artık, farklı siyasi partilerin varlığı, seçimlerin yapılıyor olması ya da olmaması bir fark yaratmayacaktır. Ama bir koşulun daha gerçekleşmiş olması koşuluyla...

Bu koşulu da konuşmaya başlayabilmek için yine kapitalizmin doğuş noktasına gitmemiz gerekiyor. Kapitalist sınıf, krala/sultana ve kiliseye karşı bir ekonomik ve siyasi özgürlük mücadelesi içinde doğdu, “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” den “sanat sanat içindir”e, “insanlar özgür doğar” savına, “nihayet her şey aklın eleştirisine tabi olacaktır”, bu eleştiriyle “insan dünyasını kendisi yeniden yapabilir” iddiasına kadar tüm önermeler, bildiğiniz gibi yeni bir “anlayışın” doğmakta olduğuna “Aydınlanma” olayına işaret ediyordu.

Bu süreçte yükselmekte olan sınıf, hazır bulduğu, başka bir sınıfa (kral ve papaz) ait olan değerler ve anlamlar sistemini, bu anlamlara ulaşma tekniklerini ve uygun süreçleri, neyin doğru neyin yanlışı oluğunu gösteren anlamlandırıcıları, bu anlamlar sistemi içinde konuşulabilecek olanların sınırlarını hedef aldı, onun yerine kendi yaşam koşullarına “hakikatine” uygun bir rejimi koymaya başladı.

Burjuvazi, tebaa, cemaat, yerine bireyi, kral ve papazın yerine halk iradesini, siyasi partileri, genel oy hakkını, kilisenin özel hayata günlük yaşama burnunu sokma hakkının yerine kişi özelini, “evin içi” kavramını, dini varsayımların yerineaklın eleştirisini, bilimi, anlamlandırıcı olarak ulemanın yerine sanatçıyı, filozofu, bilim insanını, kanıtlamasorumluluğunu koyan yeni bir “hakikat rejimini”, buna uygun söylemi geliştirdi ve koydu. Öyle ki kilise bile artık, inancın özgünlüğünü ve öznelliğini unutup, savlarını (tanrının varlığını) kanıtlamaya, bilimin kurallarına uymaya çalışır bir konuma itildi. Bu yeni “hakikat rejiminin” ürettiği, bireysel özgürlükler, kişinin kendi bedeninin sahibi olması (cinsel özgürlükler), sınıflar, halk iradesi, kamu çıkarı, demokrasi, düşünce özgürlüğü, etnik ve dini kimliklerin üzerinde vatandaşlık kurumu, devletle kilisenin ayrılması, devleti yönetenlerin siyasi bürokratik pratiklerinin, bireysel (aileleri ve yakınları da dahil) ekonomik kazanç elde etme pratiklerinden yalıtılması, her bireyin hukuk düzeni karşısında eşit sayılması, gibi bir seri yeni kavram kapitalist sınıfın, düşünce sisteminin, egemenlik söyleminin temeli, yeni “Aydınlanma geleneğinin” “hakikat rejiminin” bileşenlerini oluşturdular.

Modern işçi sınıfı siyaseti, sendikalar ve komünizm, bu zeminde ortaya çıktılar ve kendi söylemlerini, kapitalizmin eleştirisini geliştirerek Aydınlanma geleneğini bir adım iler götürdüler, Paris Komünü, Alman, Rus Devrimleri, emperyalizme karşı mücadele pratiklerini oluşturmaya “komünist hipotezi” yeniden gerçekleştirme çabalarına başladılar.

Kısacası Aydınlanma “olayı” ve onun “hakikat rejimi” olmasaydı, özgürlükler mücadelesi, modern komünizm olmazdı diyebiliriz. Çünkü insanlık kültürü kapitalist baskı ve sömürüyü konuşabileceği kavramlara, burjuvazinin mücadelesi, Aydınlanma geleneği olmasaydı sahip olmayacaktı. Burjuvazinin doğuşu, sınıf şekillenmesi tarihsel olarak Aydınlanma geleneğinin de doğuşu anlamına geliyordu.

Siyasal İslamin yükselişi ve AKP hükümetleri döneminde, Aydınlanma “olayı”nın “hakikat rejimi” güçlü bir saldırıyla karşılaştı. Siyasal İslam’ın ve onun partisi AKP’nin bir başka “hakikat rejimini” topluma dayatmaya başladığını düşünüyorum. Liberal-post modern entelijansiyanın bu saldırıda oynadıkları “yararlı salaklar” rolünü ve ahlaki ve düşünsel açıdan nihai iflaslarını ve intihalarını ise artık ayrıca konuşmaya gerek yok.

Siyasal İslam’ın, AKP’nin devlet üzerindeki etkisiyle topluma dayatmaya başladığı “hakikat rejimi”, esas olarak dini unsurlardan oluşuyor. Başbakanın “ulemaya soralım” anlayışından, Evrim Teorisi’ne açılan savaştan, “kişi özelinin kolaylıkla iğfal edilebilmesinden”, hukuksal süreçlerde, mevzuata uygun yargılamanın (due process) yerini keyfi uygulamalara bırakmaya başlamasından, bireysel özgürlüklerin yerini cemaatlerin haklarının almaya başlamasından, siyasette dini ahlakın ve geleneklerin söyleminin giderek güçlenmesinden, “ben kadın erkek eşitliğine inanamam” dan, din eğitime verilen büyük önemden, diyanet kadrolarının ve kaynaklarındaki artıştan, Kürt kimliğini dinci söylem altında eritme çabalarından, Sivas Katliamı davasının düşmesi üzerine “milletimize hayırlı olsun” saptamasına kadar, bir çok noktada bu yeni “hakikat rejiminin” izlerini görmek olanaklı diye düşünüyorum.

Bu yeni “biyopolitik” ve “yeni hakikat rejimi” süreçleri bence “yeni normali”, “normalleşme” denen süreci tanımlıyor. “Ayıklanma” da bir önceki “hakikat rejiminin” ve “biyopolitiğin unsurlarının” (kavram, pratik ve kadrolarının) ayıklanması anlamına geliyor.

Bu sürecin esas hedefinin, kapitalizmi ve emperyalizmi, ulusal baskıyı, komünizm açısından, bireysel özgürlükleri, insan haklarını, ulusal bağımsızlığı, liberal burjuva açıdan, işçi haklarını sendikal açıdan, cinsiyetler sorununu, kadınlar ve “gay”ler açısından konuşmanın ve savunmanın, olanaksız kılınması olduğunu düşünüyorum.

Eğer bu kaygılarımda biraz olsun doğruluk payı varsa sol, sosyalist, komünist, bırakın hareketleri, söylemlerin olanaksız kılınacağı, çünkü gerekli kavramların egemen anlamlar sistemi dışına itilmiş olacağı bir yere doğru gittiğimizi söyleyebiliriz. 

No comments:

Post a Comment