(Sendika.org, 26/07/2012)
ile içi şiddetten tecavüz olaylarına kadar kadına yönelik saldırılarda
“sen de kışkırtmasaydın” diyerek suçu, saldırgandan alıp kurbanın
üzerine atma uygulamalarını, erkek egemen toplumun iktidar ilişkilerinin
bir sonucu olarak görmek olanaklı. Ama, arkasındaki mantığa ve kültüre
daha yakından bakmak da ilginç olabilir. Bakarken, her durumda erkeği
aklamayı, kadını suçlamayı çok kolaylaştıran bir formüle rastladığımızı
düşünüyorum.
Tuhaf bir “düalizm”
“Ulemaya soralım” anlayışının bir yansıması olarak Zaman gazetesi,
Doç. Dr. Mustafa Varol'la ramazan iklimini konuşmuş. Bu konuşmanın bir
aşamasında Varol şöyle diyor: "Oruçlu iken ağzımızı, dilimizi, gözümüzü, kalbimizi tutmak zorundayız. Dil kötü söz söylemeyecek, el harama uzanmayacak, göz harama bakmayacak. Kısaca, orucun sevabını alabilmek için bütün organlar kendini tutacak" sonra “medyanın
yaptığı işlerle başkalarının gözüne, kulağına ve gönlüne yasak ve haram
fiilleri sunarak, günaha da sebep" (sol.org’dan aktarıyorum) olabileceğini eklemiş.
Doç.Dr. Varol’un saptamalarında, bireyle organlarını birbirinden ayıran, her ikisine de iradi kapasite yükleyen bir “düalizm” görülüyor. Hem birey “bütün organlarını” bu arada “kalbini” tutacak. Hem de “bütün organlar kendini tutacak”.
Bu ayrım bir açıdan “ruh/akıl/bilinç/vicdan ve beden” ayrımına uygun
gibi görünürken, her ikisinin de bütünlüklerini bozan, hem bedeni hem
de “ruhu” parçalayan bir bölünmeye dayanıyor. Bir taraftan beden
organlar üzerindeki kontrolünü, bütünlüğünü kaybetmiş bir biyolojik
nesneler yığını olarak karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan,
ruh/akıl/bilinç/vicdan, organların iradesinde bir başka
“ruh/akıl/bilinç/vicdan” la karşılaşıyor.
Bu bölünmelerden sonra geride “eylemlerinden sorumlu tutulacak bir
bedenin ve bireyin kalıp kalmayacağı tartışma konusu olur mu?” diye
düşünürken, Varol’un bu kısa paragraftaki saptamaları karşımıza bir
sorun daha çıkarıyor.
Varol’un aktardığım saptamasına göre bireyin organları onun
denetiminin hem içindedir hem de dışında. Bireyin “ruhu”, organın
“ruhu”yla karşı karşıyadır. Dolayısıyla bir eylemi bireyin mi, yoksa
ondan bağımsız olarak organın mı yaptığı, bu eylemin sonuçlarından kimin
ve neyin sorumlu olduğunu saptama işi içinden çıkılmaz bir karışıklığa
dönüşüyor.
Eylemden organları tutmakla sorumlu ruh/akıl/bilinç/vicdan mı
sorumludur, yoksa organın kendisini tutmakla sorumlu
ruhu/akılı/bilinci/vicdanı mı? Bu sorumluluk bedenin sorumluluğu olarak
görülebilir mi? Görülürse, söz konusu eylemin sonuçları, bedenin mi
sorumluluk alanına girer yoksa ilgili organın mı?
Ama merak etmeyin, kaygılanmayın, bu içinden çıkılmaz sorular, Varol’un “medyanın yaptığı işlerle başkalarının gözüne, kulağına ve gönlüne yasak ve haram fiilleri sunarak, günaha da sebep" olabileceğini ilişkin saptamasıyla bir anda ortadan kalkıyor, sorumlu olanı saptamak çok kolaylaşıyor.
Çünkü organlarını tutmakla sorumlu birey, kendini tutmakla sorumlu
organlar, bir “yasak ve haramla karşılaştıklarında”, bu sorumluluk
hemen, haramı, yasağı sunan bireyin veya kurumun üzerine transfer
oluyor. “Günaha sebep olan şey” olarak karşımıza, yasak ve haram fiili
sunan birey veya kurum çıkıyor. Böylece, “sunan” suçlu oluyor, alan, ya
da sunulduğu yanılsamasına kapılarak, almaya kalkan verilmeyince de düş
kırıklığı ile şiddete başvuracak olan değil.
İşte bu mantık kolaylıkla tecavüze uğrayan, şiddete maruz kalan
kadını suçlamaya yol açabiliyor. Birincisi organlar, bedenin dış
dünyadan aldığı elektrik, optik kimyasal uyarıcıların taşıyıcıları
değil, beden karşısında bir bağımsızlığa sahip parçalardır. Bu taşınan
uyarıcılar, ruh/akıl/bilinç/vicdan yoluyla, bir simgesel sistem içinde
bir araya konarak (örneğin bir arzu nesnesi, fantezi vb... olarak)
anlamlandırılmıyorlar, organda anlamlarını kazanıyorlar. Burada da
ruh/akıl/bilinç/vicdan organ karşısında bir bağımsızlığa (sorumsuzluğa)
kavuşuyor.
Hakkı verilmeyen bir sadakat sorunu
Tüm bu bölünmelerin, getirdikleri sorunların yanı sıra, üstelik sanırım bunlardan çok daha önemli bir korkudan ve anksiyeteden kaynaklanan
başka bir sorunla karşı karşıyayız. Bu inancının hakkını verememekten
kaynaklanan anksiyetedir, inancına tümüyle sadık olamamakla yüzleşme
korkusudur.
“Haram”ın ve “yasak”ın ne olduğunu bilen birey, inancına gerçekten
sadık ise, bu bireyin ruhu/aklı/bilinci/vicdanı, bedenine, hiçbir
bölünmeye izin vermeden tümüyle hakim olacak, zaaflarına bahane
bulmayacak çünkü bu zaafı göstermeyecektir; kim hangi yasağı ve haramı
sunarsa sunsun etkilenmeyecektir.
Örneğin, inancından kuşkusu olmayan kişi, ramazan günü oruçluyken,
önüne dünyanın en kışkırtıcı yemekleri ve bedenleri konsa bile, o bu
kışkırtmaları dingin bir ilgisizlikle, iç huzuruyla karşılayacaktır. Bu
dingin ilgisizlik ve iç huzuru, kışkırtanlara öfkeyle değil, bir gün
cehennemde yanacaklarını bilmeyen zavallılar oldukları için acımayla,
hatta kurtarılmaları gereken ruhlar olarak, pedagojik bir şefkatle
yaklaşacaktır.
Ama belli ki ortada, yasak ve günah karşısına geldiğinde vereceği
tepkiden emin olmayan, inancına sadakatine kuşku duyan ruhlar var.
Dahası bunlar, ne inanç eksikliğinin sonuçlarına ne de eylemlerinin
sonuçlarına, inandıkların iddia ettikleri tanrının öteki kullarına
verdikleri zararın, neden oldukları acıların sonuçlarına katlanmak
istemiyorlar. Bunlar inanç görüntüsünü zulüm için bahane olarak
kullanmaktan çekinmiyorlar. Bunu “durumu” aklamak kolay bir iş
olmadığından da ortaya karmakarışık mantıklar, felsefe bilmeceleri
çıkıyor.
İlginçtir bu formül her zaman kadını kurban etmek için kullanılıyor.
Ben bugüne kadar bir erkeğin kadınları kışkırtmakla suçlandığını
duymadım. Evlilik dışında ilişki kuran bir kadının, “ama
organlarım”... “bu adam da beni tahrik etti”. “Ben öyle kendi halimde
yaşayıp gidiyordum, geldi bana haram ve yasak sundu, organım da
kendisine yüklenen görev gereği kendini tutamadı, suç onda. O beni
tahrik etmeseydi bunlar da olmazdı” diyerek kurtulmaya çalıştığını da.
No comments:
Post a Comment