Yerel seçimlerin
sonuçları üzerinde düşünmeye başlarken aklıma Godot’yu Beklerken piyesinin I. Sahnesinde, Vladimir’in “hırsızlardan biri kurtuldu” (Aslı
şöyle: Yeise kapılma hırsızlardan biri
kurtuldu.) sözü takıldı. Gerçekten de, seçmenin % 40+’ı AKP’ye oy verdi
ama, yüzde 50+’ı da vermedi.
Bu seçim
sonuçlarından ders çıkartmak için yalnızca AKP’ye oy veren seçmeni değil, bence
daha da önemlisi, AKP’ye oy vermeyen seçmeni düşünmek gerekiyor. İkincisi açıklamaları seçim konjonktüründe
partilerin yaptıkları ya da yapamadıklarına, liderlerin tavrına indirgemekten
kaçınmak gerekiyor. Daha doğrusu, önce seçim konjonktürünün bileşenlerini, bu
konjonktürün içindeki yapısal belirlenme ilişkilerini saptamak ondan sonra liderlerin,
partilerin tutumlarına girmek gerekiyor diye düşünüyorum.
Bu bağlamda biri eski bir daha yeni iki dinamiğin bu konjonktürü oluşturduğunu, sınırlarını
koyduğunu söyleyebiliriz.
Birinci dinamik: Siyasal
İslam’ın, kökleri 1994 yerel seçimlerine kadar götürülebilecek, aslında
1980’lerin askeri rejiminin, vahşi kapitalizminin, toplumda yaptığı tahribata
karşı gelişen tepkiden beslenen, giderek liberal entelijansiyanın ihanetiyle birlikte bir “pasif devrim”
sürecine dönüşen yükselişinin, AKP döneminde
kazandığı momentumdur. Bu momentum sürdükçe,
bir toplumsal hareket olarak Siyasal İslam’ın mızrak başı ve çeşitli parçalarını birleştiren, sabitleyen bir kapitone noktası olan AKP yönetimi altında toplumda yeni, bir
dini “hakikat rejimi” gelişmeye buna
paralel olarak yeni bir beden- nüfus
politikası (biyopolitik) uygulanmaya, bilgi
denetim süreçleri AKP’de temsil edilen dinci entelijensiyanın eline geçerek yeniden şekillenmeye başladı. Bu momentum,
tüm bu gelişmelerden dolayı toplumda sıradan Müslüman (mütedeyyin) kimlikten
farklı yeni bir “kimlik” inşa etmeye
başladı.
Bir “hakikat rejimi” toplumda “doğru” ile
“yanlışı”, “yalan” ile “gerçeği” birbirinden ayır etmeye izin veren söylemleri ve kavramları sunduğundan, ölçütleri
koyduğundan, bu yeni kimlik, benimsemeye
başladığı “hakikat rejimi” içinde anlamlandıramadığı olguları, yok saymak,
yalan kabul etmek eğilimi geliştiriyordu. Bu kimliğin sadakati de “hakikat rejimini” temsil eden “şey” düzeyine yükselmiş
bir beden olarak Erdoğan’aydı.
Bu dinamiği
anlamak son derecede önemlidir. Bir “hakikat rejimi” yerleşince istikrarını,
giderek de etkisini kolay kaybetmez. İran’da 1979 karşı devrimiyle topluma
dayatılan, yerleşen “hakikat rejiminin” 35 yıl sonra hala etkin olduğunu görüyoruz.
Bu yüzden, ekonomi istikrarsız, "Kriz gelecek halk tepki verecek"
avuntusuna yüz vermemek gerekir. “Kriz” geldiğinde etkileri (olgular) kendi
başlarına bir anlam taşımayacaklar. Bu olgular, onları kim kime, hangi kavramlarla, ölçütlerle, mantıksal gerekçelerle
(hangi hakikat rejimi içinde) nasıl
açıklıyorsa, bu açıklamaların içinde anlam kazanacaklar. Ancak “anlaşılamayacak”
kadar büyük bir şok ve onun
yarattığı travma bir “hakikat
rejiminin” ani yıkımını getirir. Aksi taktirde bir “hakikat rejimi”ni etkisini kaybetmesi için moloküler, zamana
yayılmış bir süreç gerekecektir.
Bu bağlamda, AKP’nin kültürel alan üzerindeki denetiminin
boyutlarını, bir toplumsal hareketin (siyasal İslam) mızrak başı, “kapitone
noktası” olarak sahip olduğu taban
örgütlerini, toplumsal iletişim, ilişki "ağlarını" anımsamak
gerekiyor.
İkinci Dinamik: Bu yukarda özetlediğim tablo bir siyasi momentuma
bağlı olarak bir hegemonya, hatta ondan
da öte bir toplumsal- kimlik değişimi
tablosu çiziyorsa, “Gezi Olayı” bu tabloda
açılmış bir çatlağı temsil ediyor.
Bu çatlaktan toplumun içine yeni bir siyasi momentum, yeni bir kimlik
şekillenmesi yeni bir “hakikat” ve ona bağlı olarak sadakat girdi; tablonun
sergilediği resmi değiştirmeye başladı
Bu yeni kimlik, hakikat ve sadakat, Siyasal
İslam’ın 15 yıldır inşa etmekte olduğu momentumun istikrarını bozdu, daha küçük
ama önemsiz olmayan iki başka çatlağa daha yol açtı.
“Gezi Olayı”
tetiklediği muhteşem direniş tüm dünyada yankılandı ve AKP hükümetinin, demokrasi fantezisinin gizlediği
otoriter gerçeğin görülmesine, bilenlerin de, bunu itiraf etmesine neden oldu.
İkincisi Siyasal İslam’ı oluşturan parçalardan belki de en büyüğü (geri
kalanların da çok parçalı olduğunu unutmadan), uluslararası ve kaynakları en
güçlü olanı “cemaat”, Gezi dinamiğinden de yararlanmak niyetiyle AKP
liderliğinden kopmaya başladı.
“Gezi Olayı”nın
açtığı çatlak, ve diğer ikisi, AKP hegemonyasına restore edilemez biçimde son
verdi. Diğer bir değişle AKP’nin bir süredir, giderek zayıflayan toplumdan rıza
alma kapasitesi tümüyle tükendi. Şimdi yalnızca
kendi tabanına ve şiddete dayanarak ayakta kalmaya çalışmaktan başka çaresi
yok AKP yönetiminin. Bu şiddet uygulama kapasitesinin, onu iktidarda tutmaya
yeteceği anlamına gelmiyor. Ama salt şiddete dayanarak uzun yıllar yönetmenin
de olanaklı olduğunu da, Franco, Salazar, Mübarek gibi örneklerden biliyoruz.
Bu noktada seçim
sonuçlarına dönersek, hem CHP’nin hem de Sosyalist solun, “yeise kapılamaması” bu seçimlerden çıkardığı
pratik deneyimlerden yararlanarak , öncelikle “kurtulana”, AKPnin doğal tabanını oluşturmayan yüzde 50+’a
odaklanması gerekir diye düşünüyorum.
Sosyalist sol
açısından, ki bizi esas olarak bu ilgilendiriyor, üç deneyim önemli: Biri,
böyle bir kutuplaşmış bir ortamda, seçim
sürecinin getirdiği politik canlılıktan yararlanabilmek için illa, büyük
kentlerde aday göstererek hezimete katlanmak gerekmiyordu. İkincisi, ÖDP’nin
yaptığı gibi, başkanlıklara değil, meclis, üyeliklerine odaklanmak yenilgi
riski almadan propaganda yapma olanağı sunuyordu. Üçüncüsü TKP’nın deneyimi,
küçük bölgelerde, zafer kazanılabileceğini gösteriyordu.
Bitirirken, Beckett’den
aktardığım, St. Augustine’e atfedilen allegori’nin devamını anımsıyorum: “Ama öbür hırsızın da mutlaka lanetlendiğini
var sayma”. Bu deneylerden
yararlanıp, AKP “tabanı” dışında kalan yüzde 50+’ı toparlamaya odaklanırken,
başarılı olunduğu ölçüde, AKP “tabanındakileri” de anımsamak gerekiyor. Ama
önceliğin nerede olduğunu unutmadan.
No comments:
Post a Comment