Monday 7 April 2014

Seçmenin çoğu AKP’ye oy vermedi

Yerel seçimlerin sonuçları üzerinde düşünmeye başlarken aklıma Godot’yu Beklerken piyesinin I. Sahnesinde, Vladimir’in “hırsızlardan biri kurtuldu” (Aslı şöyle: Yeise kapılma hırsızlardan biri kurtuldu.) sözü takıldı. Gerçekten de, seçmenin % 40+’ı AKP’ye oy verdi ama, yüzde 50+’ı da vermedi.

Bu seçim sonuçlarından ders çıkartmak için yalnızca AKP’ye oy veren seçmeni değil, bence daha da önemlisi, AKP’ye oy vermeyen seçmeni düşünmek gerekiyor.  İkincisi açıklamaları seçim konjonktüründe partilerin yaptıkları ya da yapamadıklarına, liderlerin tavrına indirgemekten kaçınmak gerekiyor. Daha doğrusu, önce seçim konjonktürünün bileşenlerini, bu konjonktürün içindeki yapısal belirlenme ilişkilerini saptamak ondan sonra liderlerin, partilerin tutumlarına girmek gerekiyor diye düşünüyorum. 

Bu bağlamda biri eski bir daha yeni iki dinamiğin bu konjonktürü oluşturduğunu, sınırlarını koyduğunu söyleyebiliriz.

Birinci dinamik: Siyasal İslam’ın, kökleri 1994 yerel seçimlerine kadar götürülebilecek, aslında 1980’lerin askeri rejiminin, vahşi kapitalizminin, toplumda yaptığı tahribata karşı gelişen tepkiden beslenen, giderek liberal entelijansiyanın ihanetiyle birlikte bir “pasif devrim” sürecine dönüşen  yükselişinin, AKP döneminde kazandığı momentumdur. Bu momentum sürdükçe, bir toplumsal hareket olarak Siyasal İslam’ın mızrak başı ve çeşitli parçalarını birleştiren, sabitleyen bir kapitone noktası  olan AKP yönetimi altında toplumda yeni, bir dini “hakikat rejimi” gelişmeye buna paralel olarak yeni bir beden- nüfus politikası (biyopolitik) uygulanmaya, bilgi denetim süreçleri AKP’de temsil edilen dinci entelijensiyanın eline  geçerek yeniden şekillenmeye başladı. Bu momentum, tüm bu gelişmelerden dolayı toplumda sıradan Müslüman (mütedeyyin) kimlikten farklı yeni bir “kimlik” inşa etmeye başladı.

Bir “hakikat rejimi” toplumda “doğru” ile “yanlışı”, “yalan” ile “gerçeği” birbirinden ayır etmeye izin veren söylemleri ve kavramları sunduğundan, ölçütleri koyduğundan, bu yeni kimlik,  benimsemeye başladığı “hakikat rejimi” içinde anlamlandıramadığı olguları, yok saymak, yalan kabul etmek eğilimi geliştiriyordu. Bu kimliğin sadakati de “hakikat rejimini” temsil eden “şey” düzeyine yükselmiş bir beden olarak Erdoğan’aydı.

Bu dinamiği anlamak son derecede önemlidir. Bir “hakikat rejimi” yerleşince istikrarını, giderek de etkisini kolay kaybetmez. İran’da 1979 karşı devrimiyle topluma dayatılan, yerleşen “hakikat rejiminin” 35 yıl sonra hala etkin olduğunu görüyoruz. Bu yüzden, ekonomi istikrarsız, "Kriz gelecek halk tepki verecek" avuntusuna yüz vermemek gerekir. “Kriz” geldiğinde etkileri (olgular) kendi başlarına bir anlam taşımayacaklar. Bu olgular, onları kim kime, hangi kavramlarla, ölçütlerle, mantıksal gerekçelerle (hangi hakikat rejimi içinde) nasıl açıklıyorsa, bu açıklamaların içinde anlam kazanacaklar. Ancak “anlaşılamayacak” kadar büyük bir şok ve onun yarattığı travma bir “hakikat rejiminin” ani yıkımını getirir. Aksi taktirde bir “hakikat rejimi”ni  etkisini kaybetmesi için moloküler, zamana yayılmış  bir süreç gerekecektir.

Bu bağlamda,  AKP’nin kültürel alan üzerindeki denetiminin boyutlarını, bir toplumsal hareketin (siyasal İslam) mızrak başı, “kapitone noktası” olarak sahip olduğu taban örgütlerini, toplumsal iletişim, ilişki "ağlarını" anımsamak gerekiyor.

İkinci Dinamik: Bu yukarda özetlediğim tablo bir siyasi momentuma bağlı olarak bir hegemonya, hatta ondan da öte bir toplumsal- kimlik değişimi tablosu çiziyorsa, “Gezi Olayı” bu  tabloda açılmış bir çatlağı temsil ediyor. Bu çatlaktan toplumun içine yeni bir siyasi momentum, yeni bir kimlik şekillenmesi yeni bir “hakikat” ve ona bağlı olarak sadakat girdi; tablonun sergilediği resmi değiştirmeye başladı

Bu yeni kimlik, hakikat ve sadakat, Siyasal İslam’ın 15 yıldır inşa etmekte olduğu momentumun istikrarını bozdu, daha küçük ama önemsiz olmayan iki başka çatlağa daha yol açtı.

“Gezi Olayı” tetiklediği muhteşem direniş tüm dünyada yankılandı ve AKP hükümetinin, demokrasi fantezisinin gizlediği otoriter gerçeğin görülmesine, bilenlerin de, bunu itiraf etmesine neden oldu. İkincisi Siyasal İslam’ı oluşturan parçalardan belki de en büyüğü (geri kalanların da çok parçalı olduğunu unutmadan), uluslararası ve kaynakları en güçlü olanı “cemaat”, Gezi dinamiğinden de yararlanmak niyetiyle AKP liderliğinden kopmaya başladı.

“Gezi Olayı”nın açtığı çatlak, ve diğer ikisi, AKP hegemonyasına restore edilemez biçimde son verdi. Diğer bir değişle AKP’nin bir süredir, giderek zayıflayan toplumdan rıza alma kapasitesi tümüyle tükendi. Şimdi yalnızca kendi tabanına ve şiddete dayanarak ayakta kalmaya çalışmaktan başka çaresi yok AKP yönetiminin. Bu şiddet uygulama kapasitesinin, onu iktidarda tutmaya yeteceği anlamına gelmiyor. Ama salt şiddete dayanarak uzun yıllar yönetmenin de olanaklı olduğunu da, Franco, Salazar, Mübarek gibi örneklerden biliyoruz.

Bu noktada seçim sonuçlarına dönersek, hem CHP’nin hem de Sosyalist solun,  “yeise kapılamaması” bu seçimlerden çıkardığı pratik deneyimlerden yararlanarak , öncelikle “kurtulana”, AKPnin doğal tabanını oluşturmayan yüzde 50+’a odaklanması gerekir diye düşünüyorum.

Sosyalist sol açısından, ki bizi esas olarak bu ilgilendiriyor, üç deneyim önemli: Biri, böyle bir kutuplaşmış bir ortamda, seçim  sürecinin getirdiği politik canlılıktan yararlanabilmek için illa, büyük kentlerde aday göstererek hezimete katlanmak gerekmiyordu. İkincisi, ÖDP’nin yaptığı gibi, başkanlıklara değil, meclis, üyeliklerine odaklanmak yenilgi riski almadan propaganda yapma olanağı sunuyordu. Üçüncüsü TKP’nın deneyimi, küçük bölgelerde, zafer kazanılabileceğini gösteriyordu.
Bitirirken, Beckett’den aktardığım, St. Augustine’e atfedilen  allegori’nin devamını anımsıyorum: “Ama öbür hırsızın da mutlaka lanetlendiğini var sayma”.  Bu deneylerden yararlanıp, AKP “tabanı” dışında kalan yüzde 50+’ı toparlamaya odaklanırken, başarılı olunduğu ölçüde, AKP “tabanındakileri” de anımsamak gerekiyor. Ama önceliğin nerede olduğunu unutmadan.


No comments:

Post a Comment