Saturday 22 October 2011

Onlar ki ne istemediklerini biliyorlar!  (Sendika.org) 20 Ekim 2011


Kapitalizmin yarattığı krizin içinde, bu krizin yarattığı kaos içinde “yaşamlarına”, bunu sürdürme özgürlüklerine yönelik tehditlere karşı tepki göstermeye başlayan insanların hareketinden oluşuyor bu “makine”. Kriz, düzenin hakikatini gözler önüne serdikçe, “hayır istemiyorum” çığlıkları yükseliyor, bu çığlıklar birbirini bularak bir harekete dönüşüyor

Mali krizin ikinci aşamasında, bankalarda ve uluslararası yatırım kurumlarında ifadesini bulan egemen sermayenin, devletleri eliyle, dünya halklarına karşı başlattığı saldırı cevapsız kalamazdı. Geçen hafta 82 ülkede 192 sokak ve meydan işgali, cevabın küresel çapta oluşmaya başladığını gösterdi. Şimdi hep birlikte bu oluşma sürecinin sergilediği biçimleri anlamaya, olası yönünü öngörmeye çalışıyoruz. Ancak, karşımızdaki olguların biçimleri ve birlikte oluşturmaya başladıkları resim henüz berrak değil.

Örneğin, İspanya’daki Porto del Sol, ABD’deki “Wall Street’i İşgal Et”, Londra’daki “Birlikte İşgal” eylemlerinin dinamiklerine ve yayımladıkları deklarasyonlara ilişkin iki kaygılı saptama dikkat çekiyor.

Bunlardan biri “bunlar ne istediklerini bilmiyorlar”, “örgütlenmeye direniyorlar”, “her kafadan bir ses çıkıyor” dedikten sonra bu dalganın geleceğine ilişkin oldukça kötümser kaygıları dile getiriyor. Bir diğer saptamaya göre, bu dalganın gündemindekiler, ileri sürdüğü talepler, en fazla sosyal demokrat, reformist bir program oluşturuyor.

Ben bu iki saptamanın da yetersiz kaldığını, benim aşağıda bunlara ek olarak sunmaya çalışacağım yaklaşımın da, hareketin bu aşamasında, ben daha anlamlı bulsam da, yetersiz kalacağını düşünüyorum. Ama, en azından yeni dönemin ve yeni bir dalganın başlangıcına tanıklık ettiğimizden hiçbir kuşkum yok.

Neo-liberal “Restorasyon” nihayet dağılıyor
Restorasyon pratikte, gerçek anlamda siyaseti, post-modernizm de, teoride (felsefede) evrensel olanı düşünmeyi yasaklamıştı. Şimdi, bastırılan geri geliyor, teori (düşünce) yeniden özgürleşiyor. İlk vurgulamak istediğim nokta bu.

Egemen sermaye, mali krizin ilk aşamasında, adeta bir darbe yaparak, devletin en üst kademelerine, özellikle mali aygıtlarına el koymuş, yaklaşık 12 trilyon dolarlık kurtarma fonunu bankaları kurtarma adına kendine transfer etmişti. İkinci aşamada egemen sermaye, devletleri, bu fonun kamu maliyesinde yarattığı maliyeti halkların sırtına yükleyecek politikaları devreye sokmaya zorladı. Bu, krizin getirdiği işsizlik ve yoksullaşmaya ek olarak, en yoksulun daha da yoksullaşması gerçekleşirken, işsizlik artarken sosyal güvenlik kurumlarının geri kalanının da tasfiyesi anlamına geliyordu.

Egemen sermaye, siyasi kültürel hegemonyasından, medya üzerindeki hakimiyetinden, tüm karşıt görüşleri susturmuş olduğundan, kısacası liberal restorasyonun gücünden o kadar emindi ki, bu saldırının, kayda değer bir direnişle karşılaşmadan amacına ulaşmasını bekliyordu; ekonomi politiğin ötesinde, bir ahlak ve adalet sorunu yaratmaya başladığının ayırdında değildi.

Ahlak ve adalete ilişkin düş kırıklığının başladığı yerde felsefe ve siyaset, ama devlet yönetme anlamında değil gerçek anlamda, “şeylerin andaki durumuna”, yapının düzenine, yaşamın verili kurallarına karşı tepkileri ve değişim arzularını temsil eden siyaset başlar... Felsefeye gelince, insanlar başlarını hızla dağılmakta olan verili kanaatlerden kaldırıp, “hakikatlere” dayanan evrensel ilkeleri aramaya başlarlar, felsefe yeniden önem kazanır.

Geçen yıl yine bu aylarda İngiltere’de, öğrenci gençlik muhafazakar-liberal koalisyonun üniversite harçlarını bir anda yüzde 300 artıran yasa taslağına karşı ayaklandı, büyük protesto gösterileri üniversite işgalleri gerçekleştirdi. İkinci aşamada eylemlerinin alanını toplumun tümünü etkileyen kesintileri hedef alacak biçimde genişlettiler ve sendikaların desteğin aldılar. Bu sırada Avrupa’da gençler ve işçiler de kurtarma paketlerinin yükünü sırtlarına yıkmaya çalışan hükümet programlarına karşı direnmeye başlamıştı.

Derken, Tunus, Mısır devrimci dalgası “Arap Baharı” olarak nitelenen sarsıntılar patlak verdi. Avrupa ve Kuzey Afrika’da yaşananlar arasındaki benzerlikler konuşulurken, Amerika’nın Wisconsin Kenti’nde işçi olayları patlak verdi ve “Burası Tahrir Meydanı” pankartları ortaya çıktı. Artık evrensel bir dalgayla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorduk. Protesto eylemleri İspanya’nın Porto del Sol Meydanı’na geldi, “Gerçek Demokrasi” deklarasyonu yayımlandı. Bu deklarasyon, İtalya meydanlarında yankılandı, tekrarlandı.

Sonra emperyalizmin, egemen sınıfların Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki devrimci dalgayı ele geçirme çabalarına, devrimci atılımların bu müdahalelere direnememesinin siyasi sonuçlarına, Siyasal İslam’ın yükselmeye başlamasına, Libya’nın başına gelenlere, Bahreyn ve Suriye’deki trajik olaylara şahit olduk. Adeta dalga duraklıyor, hatta geri çekiliyor gibiydi. İngiltere’nin kimi kentlerindeki, isyan ve yağma patlaması da kısa sürdü.

Bu “patlamanın” arkasından gelen binlerce tutuklama, hızlı yargılamalar, olağan üstü yüksek cezalar, Kasım ayında planlanan büyük öğrenci olaylarına, genel greve doğru ilerlerken havanın yeniden kararmaya başladığını düşündürüyordu.

Sonra, her şey yeniden değişti. Wall Street’in işgali başladı, hızla önce ABD kentlerinde sonra geçen hafta tüm dünyaya yayıldı. Dahası, Wall Street ve Londra işgalleri, gerek gündemlerine aldıkları sorunlar, gerek örgütlenme teknolojileri, meydanlarda kurdukları “yaşam dünyaları”, Tahriri Meydanı’ndan, Porto del Sol’a kadar ortaya çıkan biçimlere son derecede benziyordu.

“İsyan makinesi”
Çok önemli bir gelişme daha kendini göstermeye başladı. Küresel muhalefet dalgası, Deleuze ve Guattari’nin bir kavramını (biraz zorlayarak) ödünç alırsam, adeta, her yerde aynı özellikleri sergileyen bir “isyan makinesi” inşa etmeye başlamıştı. Bu makine de her uğradığı mekânda neoliberal restorasyonun ideolojik egemenliğinin kodlarını çözüyor, yerine kendi kodlarını (hatta “mem”leri –bir insandan öbürüne, bir kültürden öbürüne sıçrayarak yayılan ve gittiği yerde kendini yeniden üreten, karşılaştıklarını değiştiren, fikir, simge, davranış, tarz parçacıkları) oluşturmaya başlıyordu.

Bu ilginç gelişmeye iki örnek vermek gerekirse, ABD’de AFL-CIO sendikalar konfederasyonu, Wisconsin protestoları sırasında bir ayda 20 bin yeni üye kaydetmişken, Wall Street protestoları başladıktan sonra bir haftada 25 bin sendikasız işçiyi sendika üyesi yapmışlar.

İkincisi, toplumsal davranış eğilimleri araştırmalarıyla bilinen Pew Research Center’ın Başkanı Andrew Kohut’a göre Amerikan halkının Wall Street işgal hareketine ilgisi artmaya başlamış. İşgalle ilgili haberleri izleyen insanların sayısı giderek artıyormuş. Gallup’un bir kamuoyu yoklamasına göre de hareketle ilgili haberleri izleyenler arasında, olumlu yaklaşımlar ağır basıyormuş, Pew’un yakında yayımlanması beklenen bir araştırma bulgularına güre halkın büyük çoğunluğu devletin yoksullardan ve orta sınıflardan daha çok zenginlere hizmet ettiğini düşünmeye başlamış; halkın büyük çoğunluğu mali piyasaların denetlenmesinden yanaymış.

Ödünç aldığım kavramla biraz daha devam edersem bu “makine”nin doğasına ilişkin iki saptama yapmak istiyorum. Birincisi, bu henüz “oluşma” sürecinde, bu anlamda evrim halinde, yayılma çoğalma, karşılaşacağı koşullara göre değişme potansiyelleri ya da değişemeyerek yok olma riski taşıyan bir “makine”. İkincisi bunun bir yıl gibi kısa bir sürede, dünya çapında, geçen hafta 192 kentte olduğu gibi, ortaya çıkması, bir örgütün, siyasi akımın yarattığı bir eylemler dizisiyle değil, toplumsal (sosyolojik) bir olayla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Adeta “tarihin maddesi” olarak hareket eden bir “şey” var karşımızda. Her kafadan bir ses çıkmasına, çok farklı siyasi eğilimlere, gelir dilimlerine, meslek gruplarından gelen insanları barındırmasına karşın, Tahrir’den Porto del Sola, Wall Street’ten, Londra’daki St. Paul Katedrali önündeki meydana kadar hep aynı biçimleri sergiliyor olması da “tarihin maddesi” saptamamı destekliyor diye düşünüyorum.

Komünistlerin bu dalgaya ve meydanlardaki duruma bakarken, yazımın giriş bölümünde vurguladığım iki adeta taban tabana zıt saptamayı üretmelerinin temelinde de bu yatıyor. Gerçekten bu “makine” ne istediğini, diğer bir deyişle hareketinin tarihsel anlamını bilebilecek bir “akla” sahip değil.

Kapitalizmin yarattığı krizin içinde, bu krizin yarattığı kaos içinde “yaşamlarına”, bunu sürdürme özgürlüklerine yönelik tehditlere karşı tepki göstermeye başlayan insanların hareketinden oluşuyor bu “makine”. Kriz, düzenin hakikatini gözler önüne serdikçe, “hayır istemiyorum” çığlıkları yükseliyor, bu çığlıklar birbirini bularak bir harekete dönüşüyor.

Bu yüzden, bu harekete katılanlar ne istemediklerini biliyorlar. Hatta tek tek ne istediklerini de biliyor, bildiklerini düşünüyor olabilirler, ama bir bütün olarak hareket, tarihsel anlamını, “gerçekten ne istediğini” henüz (!) bilmiyor. Ama bu bilemeyeceği anlamına da gelmiyor.

Ya da şöyle koyarsam belki daha tutarlı olabilir. Bu toplumsal hareket içinde, ona ne yaptığının anlamını söylemeye çalışan, birbiriyle etkileşim halinde, birçok akıl, ses var. Bu sesler arasında bir diyalog, rekabet hatta mücadele yaşanması kaçınılmaz. Bir aşamada belki de bu seslerden biri ya da aralarından çıkacak yepyeni bir ses, hareketin tümünün anlayabileceği bir dili konuşmayı becerecek, onun tarihsel yönelimine, anlamına en uygun ifadeleri ona anlatabilecek ve egemen olmaya ya da (daha eşitlikçi, hareketin doğasına uygun bir ifadeyle söylemeye çalışırsam, ki bunu öğrenmeden hareketin tümüne, evrenseline konuşmak mümkün olmayacak) karşılaştığı koşullara uyum sağlayarak yaşamaya, evrimleşmeye devam etmesine hizmet edeceği için benimsenecek, onun aklı, sesi olmaya başlayabilecek.

Bugünden başlayarak önümüzdeki dönemde komünistlerin en önemli görevi, işte bu sesi yaratmaya çalışmak olacak. Bu ses hareketi yönetmeyi değil, içindeki bireylerin hareketin anlamını anlamalarına yardım ettikçe, genelde hareketin hızlanmasını, kendinin bilincine varmasını amaçlayacak. Komünistlerin, örgütlerini ve çalışma tarzlarını buna göre düzenleyerek hareketin hizmetine vermeleri gerekecek. Eski bir deyimi biraz değiştirerek alırsam, siyasi çalışmanın, ben bu hareketten ne elde ederim, kaç kişi kazanırım, üzerinden değil, ben ona ne katabilirim (varlığımla yokluğum arasındaki fark, hareket açısından ne olabilir) üzerinden yürümesi gerekecek.

Geleneğimizin, tarihsel bilgi ve deneyim hazinemizin bunu başarmamıza yardımcı olacak zengin birikimlere sahip olduğu kuşkusuz. Ama geçmişi, taşıyamayacağı bir yükle, cevap veremeyeceği sorularla karşı karşıya bırakmak, yalnızca haksızlık olmakla kalmayacak, zaman zaman düş kırıklığına yol açtığında, ona sırtını dönmeye kalkmak gibi ölümcül hatalara da neden olabilecektir.

Tarihimize, geleneğimize gerçekten sahip çıkabilmek, deyim yerindeyse layık olabilmek için, yeni bir dalganın başında olduğumuzun, yeniden ve “başından başladığımızın” yeni şeyler söylemeye mecbur olduğumuzun ayırdında olmamız gerekiyor. Tarihten kopya etmek yerine, kendi başımızın çaresine bakmak zorunda olduğumuzu da unutmadan

No comments:

Post a Comment