Thursday 19 April 2012

"Sağ"ın, "Sol" arzusu


Bu yılın başında Fukuyama, Avrupa bağlamında; geçenlerde de, Fukuyama kadar “etkili” olmasa da, Fuller, Türkiye bağlamında, demokrasinin sağlığı açısından bir “Sol” seçeneğin de toplumun gündeminde olmasını arzuladıklarını açıkladılar. Bu bağlamda benim başlığa koyduğum “‘Sağ’ın, ‘Sol’ arzusu” ifadeleri ilk bakışta bir “oksimoron” gibi duruyor. Ama, Özkan Özgür ve Burak Bilgin arkadaşların da yazılarında gösterdikleri gibi bir oksimoron değil ve sağın düzeni koruma refleksiyle tutarlı bir “arzu”. 

Az sonra biraz daha yakından bakmaya çalışacağım gibi, kapitalizmin krizinin kronikleşmesiyle (“düzenleme sisteminin”-neo-liberalizmin- tükenmesinden sonra ortaya çıkan çaresizlik durumunu kastediyorum) birlikte, Fukuyama’nın deyimiyle, kapitalizmin “aşırılıkları” kitlelerin gözünde daha bir görünür olmaya başladı. Buna karşılık, Kapitalist-Liberal-Demokrasi, kitlelerin taleplerine ve yükselen muhalefetlerine tatmin edici bir cevap veremiyor, aksine, ne zaman geleceği belirsiz bir ekonomik toparlanma için, işsizliğe yoksulluğa katlanmaya sabırla devam etmelerini istiyor. Ama kitleler, kapitalist toplumun sınıflı yapısını, krizde çok ufak bir azınlığın “Plütonomi”nin servetine servet katmaya devam ettiğini görüyorlar. Düzen partilerinin, bu tepkilerini düzen içinde tutmaya yardımcı olacak seçenekler, reformlar sunamadıklarının da... 

Kısacası kitleler artık eskisi gibi yönetilmek istemiyor, yeni seçenekler arıyorlar. Bu seçenekler içinde yalnızca, “sol” ve komünizm yok, faşizm de var. Komünistler bu taleplere cevap veremezlerse, Faşist (ırkçı, yabancı düşmanı, “güvenlikçi”) akım ve partilerin şansı hızla artabiliyor. 

Fukuyama ve Fuller gibi tipler, sağ muhafazakar partilerin karşısında, yükselen düzenin sınırlarını zorlamaya başlayan muhalefeti yeniden içeri çekecek “sol” (muhafazakar- kapitalizme bağlı kalmak anlamında) partiler istiyorlar; düzenin, demokrasinin bekası için... Bundan daha “mantıklı” ne olabilir? 

Düzenin bekası söz konusu olunca “komünist” akımlar böyle bir solun oluşması talebine kızıyorlar haklı olarak. Ama dikkate alınması gereken iki nokta var ki, bana Fukuyama ve Fullerin taleplerine bakınca, “şeytanın, aman ne istediğine dikkat et ya gerçekleşirse” uyarısını anımsatıyor ve keşke dedirtiyor. 

Bana keşke dedirten iki noktadan biri şu: Kapitalizmin bu gün kitlelerin acılarını biraz olsun dindirecek ekonomik adımlar atması kendi içinde kimi değişikliklere gitmeden olanaksız. Bu, bu değişiklik arama senaryoları finans oligarşisiyle kapitalist sınıfların geri kalanını ve “devletten sorumlu sınıfları” karşı karşıya getirme potansiyelleri taşıyan bir dinamiğe işaret ediyor. İkincisi, bu değişiklikleri tasarlayacak olan söylemler, tartışmalar, gerekli kavramlar neo-liberalizmin bastırdığı, düzenleme, devletleştirme, planlama, vergileme gibi kavramları, “toplum çıkarı” savlarını, uzun dönem (gelecek zaman) algısını güncel kültürün içine yeniden sokacak dinamiklere işaret ediyor. Birincisi ve ikincisi birleşince, “sol” partilerin kaçınılmaz olarak yaratacağı düş kırklığı ve bu yeni, söylemler, tartışmalar ve algıları içeren bir kültürel ortamda, onları düzen dışından (anti-kapitalist bir platformdan) sıkıştıran komünist hareket kendini, deyim yerindeyse, tam anlamıyla “evine dönmüş hissedecek”. Komünist hareket eğer bu yeni duruma uyum sağlayabilirse, toplumun geri kalanıyla diyalog kurma sürecini, kendi koşullarında ve kendi diliyle hızlandırabilecektir. 

Düzenin tümüne karşı, onu “dışarıdan” (aslında sınırından) sorgulayan komünizmin aksine, “Sol”un, düzen içinde, dengeyi emekten yana zorlayacak reformları savunarak kalma çabası, düzenin vicdanı olma iddiası anlamına geldiğini bir kez, göre bilirsek, kendi konumumuzu da daha rahat kurgulayabiliriz, “sol” canlanmasının getireceği olanakları, “sol”un aslında komünizmle rekabet eden bir akım değil düzenin (reel kapitalizmin), Faşizmi veya totaliter rejimleri devreye sokmadan önceki son savunma hattı olduğunu da görebiliriz. 

Bu oldukça soyut saptamaları, “sosyal demokrat” partilerin, “sosyalist” hatta zaman zaman kendine “komünist” diyen kimi partilerin yakın tarihlerine bakarak, hatta geçen yüzyılın ilk yarısında faşizmin yükseliş dönemini örnek alarak, komünist harekete sağladıkları olanaklar anlamında olumlu, düzeni korumak, faşizme çanak tutmak, açısından olumsuz yanlarıyla ele alarak konuşabiliriz. Ama bence, Fransa’da Melenchon ve İngiltere’de Galloway gibi güncel örnekler üzerinden gitmeye çalışmak daha keyifli olabilir. 

İki “şok” 
İngiltere, İşçi Partisi’nin solunda, içinde komünistleri de barındıran bir muhalefet koalisyonu olan Respect bloğunun desteklediği bağımsız aday John Galloway Batı Bradford bölgesi millet vekili ara seçimlerini, katılan tüm diğer adayların aldıkları oyun toplamından, işçi partisinden de 10.000 daha fazla oy alarak kazandı. Galloway’in zaferi, İşçi Partisi’nden Galloway’e, İP’nin daha solundaki bir adaya, yüzde 35 oranında bir oy kayması anlamına geliyordu. İngiltere tarihinde, bu durumun, hele İşçi Partisi muhalefetteyken, hiç bir örneği yoktu. 

Fransa başkanlık seçimlerine giderken, Sol Parti’nin lideri, Komünist Partisi’nin, kimi Troçkist örgütlerin, başka sol grupların oluşturduğu bloğun (Anti-Kapitalist Parti de desteğini açıkladı) adayı Melenchon’un desteği bir haftada yüzde 6’dan yüzde 15’in üstüne çıktı. Böylece Melenchon Faşist Marine Le Pen’i geride bırakarak Sosyalist Hollande ve Gaullist muhafazakar Sarkozy’nin arkasından 3. Sıraya oturuyordu. 

Her iki olay da kendi ülkelerinin ana akım medyasında, muhafazakar kesimde, sosyal demokrat sol da şok yarattı. İngiltere’de medya, İşçi Partisi, Galloway’in zaferini, olağan üstü, bir daha tekrarlanması olanaksız, Batı Bradford’un özel koşullarına bağlı bir “saçmalık” olarak önemsizleştirmeye çalıştı. Batı Bradford’un özel koşullarında söz edilirken, Galloway’in savaş karşıtı sloganlarla Müslüman nüfusu etkilemiş olduğu ima ediliyordu. Halbuki, hem kampanya süreci Galloway’in savaş karşıtı bir çizgi izlemekle birlikte esas olarak muhafazakar partinin toplumsal harcamalardaki kesintilerini, halkın refahına yönelik saldırılarını ve İşçi Partisi’nin beceriksizliğini, bu ekonomik politikalara muhalefet etmedeki isteksizliğini hedef almıştı. Bu yüzdendir ki, Galloway, yalnızca Müslüman mahallelerden değil, beyaz işçi sınıfının da çoğunlukta olduğu mahallelerden de aynı düzeyde oy almıştı, Kısacası Galloway, İşçi Partisi’nin, düzenin “sol”unun muhafazakar partiye, bir alternatif olamamasına, sorunlara çözüm üretememesine, beyaz ve beyaz olmayan işçi sınıfı ve yoksul kesimlerde yarattığı düş kırıklığını değerlendirebilmişti. Sonuç olarak hem, siyasi yelpazedeki bir boşluğu ortaya koymuş, bunun nasıl doldurulabileceği konusunda ilk ipuçlarını üretmiş, bir düzen karşıtı, düzen dışı komünist muhalefetin olanaklarını arttırmıştı. 

Fransa’da Melenchon’un yükselişini de benzer biçimde yorumlamak olanaklı. Melenchon’da muhalefet bloğunun adayı, seçimlere, muhafazakar partinin ekonomi politikalarını, uluslararası kapitalizmin eleştirisi, dayanışma, vatandaşlık ve ilerici Cumhuriyet (1789) geleneği üzerinden giriyor. Melenchon, 350.000 Avro üzeri gelirleri yüze yüz vergilemeye söz vererek Kapitalist sınıfın gelir düzeyini, kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalan fabrikalara işçilerin el koymasını savunarak kapitalist mülkiyeti, Enerji kuruluşlarını ve bazı Bankaları devletleştirmeyi vaat ederek, serbest piyasayı, küreselleşmeyi tartışmaya açıyor, bu tartışmayı halkın gözünde doğallaştırıyor. Kamu oyu yoklamaları, Melenchon’un Le Pen’in partisine gitmiş olan beyaz işçi sınıfının bir kesimini, gençleri yeniden sola kazanmaya başladığını gösteriyor. 

Melenchon, cumhuriyetçi gelenek, vatandaşlık sloganlarıyla ırkçılığa karşı mücadele ederken beyaz işçi sınıfıyla siyah işçi sınıfını, göçmen işçileri birleştirmeye başlıyor ve Sosyalist Parti’den oy çalmakla birlikte genelde solun oyun arttırıyor. 

Bu nedenle Sosyalistlerin adayı Hollande, Melenchon’u hiç eleştirmiyor, seçmenini kırmamaya özen gösteriyor. Hollande, böylece ikinci turda başkanlık seçimlerini kazanmayı garanti etmeye çalışıyor. Melenchon’un basıncının Hollande’ı kendi soluna taviz vermeye, daha sola kaymaya zorladığı da görülüyor. 

Galloway ve Melenchon’un ortak bir noktası daha var her iki adam da halkın ağzını kullanmaktan, polemiği sertleştirmekten, çekinmiyorlar. Melenchon, Marine Le Pain’i “iğrenç yaratık” olarak niteliyor, “evet biz tehlikeliyiz” diyerek burjuvaziyle ve solun geri kalanıyla alay ediyor. Bu sertleşmenin halkın öfkesine tercüman olduğu, halka güven verdiği anlaşılıyor. 

Bu aşamada Galloway’in programının düzenin sınırlarını zorlamakla birlikte kapitalizmi karşısına almadığı olaylıkla söylenebilir, Galloway’e oy veren işçi sınıfının büyük kesiminin, kapitalizme karşı olmaktan daha çok, daha insanca bir kapitalizm istedikleri, reformist bir çizgiye doğru gelmekte oldukları da söylenebilir. Galloway’ın İngiltere’de iktidara gelmesi gibi bir olasılık şimdilik yok, bu koşullarda daha uzun süre olması da söz konusu değil. Ancak Galloway’in zaferinin İşçi Partisi’ni sarstığı, politikalarını gözden geçirmeye zorladığı da anlaşılıyor. 

Galloway’in siyasi çizgisi için söylediklerim Melenchon için de geçerli. Melenchon iktidara daha yakın, ikinci, turda Hollande’ı başkanlığa o taşıyacak, bu yüzden yeni tavizlere de zorlayabilir. Ama sonunda onun da önemi işçi sınıfını düzene eleştirel bakan bir yere, en azından reformist bir çizgiye çekmeye başlayarak politize olmasına katkı yapmasında yatıyor. 

Her iki adam da, neo-liberal ideolojik hegemonyanın kırılmasını hızlandıran bir etki yapıyorlar. Neo-liberal hegemonya kırıldığı oranda komünist hareket kendi gündemini topluma sunmanın, bu gündemin meşruiyetini arttırmanın, işçi sınıfına ulaştırmanın yeni olanaklarını elde etmeye başlıyor. Daha doğrusu, bu ortamı değerlendirebildiği, işçi sınıfının neo-liberal (“Başka Seçenek Yok”) hegemonyanın etkisinden çıkıp reformizme kaymasının, diğer bir deyişe seçenekler aramaya başlamasını küçümsemedikleri taktirde, komünist hareketin bu kaymanın olanaklarından yaralanması ve işçi sınıfının radikalleşme sürecini hızlandırması söz konusu olabilir. Ne de olsa, komünist mücadele, reformlar için mücadeleyi dışlamadığı gibi bu mücadelenin yönünü belirleyecek perspektifi sunar. 

Ne de olsa, Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi işi sınıfına yaptığının, reformlar için mücadelesinin tarihsel anlamını ufkunu anlatmaya başlamak, bunun fırsatını elde etmek, komünist faaliyetin de temelini oluşturur.

No comments:

Post a Comment