Tuesday 9 July 2013

Küfürün ardındaki “mantık”


Birgün Pazar Ekinde yayımlandı (07/07/2013)

Başbakan, çevresi, “Gezi Olayı”nı en yüksek önyargıyla, orantısız fiziki şiddetin yanı sıra beklenmedik yoğunlukta "simgesel” şiddetle bastırmaya çalıştılar. Polis İstanbul’u yine işgal etti evlerin içine kadar gaz sıktı, önüne geleni darp etti. Başbakan “çapulcu”dan başladı, ayyaşla devam etti, yardımcısı hızını alamayıp “Yahudi komplosu”na kadar gitti. Yandaş basının ise freni tamamen patlamıştı, embesiller, köpekler, pezevenkler...

Fiziki şiddetin, siyasal İslam’ın hegemonya projesinin rıza ayağının zayıflamasıyla ilişkisine daha önce değinmiştim. Burada Başbakan’ın ve çevresinin, protestoculara karşı, çapulcu, dış mihrak, “bunlar” betimlemeleriyle, “sidik kokuyor”, “camide içki içildi”, hatta “grup seks yapıldı” ifadeleriyle harekete geçirdiği “simgesel şiddet” üzerinde durmaya çalışacağım.

Bu orantısız, simgesel şiddetin arkasında sanırım iki dinamik yatıyor. Birincisi Siyasal İslam’ın kapitalist devletin parlamenter demokratik biçimini anlamaktaki, uyum sağlamaktaki zorluğuna ilişkin. İkincisi de, AKP seçkinlerinin “olay” karşısında yaşadığı travmanın ürünü.

Çoğunluk saplantısı

Bildiğiniz gibi “Parlamenter demokrasi” çok temel bir grup varsayıma ve görüntüye dayanır. Seçimle gelenler seçimle giderler, sonra yine gelebilirler. İktidara ancak, rejime, egemen sınıfa, kapitalist sisteme sadakati olan partiler gelebilir. Kapitalist devletin bu biçiminde, hükümet, görünüşte bireyin özel hayatından uzak durur, egemen sınıf fraksiyonları karşısında tarafsızdır, siyasetçiler siyasi faaliyetlerinden ekonomik çıkar elde etmezler. Tüm vatandaşlar devletin, hükümetin gözünde eşittir “biz” diye herkesi kaplayan bir şey vardır. 
Bazen, yönetmek ekonomik yada siyasi nedenlerle zorlaşmaya başlayınca, bu varsayımlar, bu “görüntü” sayesinde, hükümet partileri, rahatlıkla bir erken seçimle, daha fazla yıpranmadan hükümetten, yükü muhalefetin omuzlarına yıkarak, kaçmayı seçebilirler.
Muhalefete geçen parti, gerçek özellikleri (sermaye sadakati) ortaya çıkmadan, “görüntüyü” korumuş olarak kenara çekilir; kendini toparlamak, liderini, vitrinini değiştirerek “yenilenmek” için zaman kazanır, bir dahaki seçimlere yaralarını sarmış, şansını arttırmış olarak girer; “düzen” de “yorulan atını”, dinlenmişiyle değiştirerek yoluna devam eder.
Parlamenter demokrasinin böyle, düzenli olarak değişen hükümetler aracılığıyla istikrarlı biçimde işleyebilmesi bazı olmazsa olmaz önkoşullara dayanır
Sırayla hükümete gelen partilerin arasında ve ülkenin simgesel dünyasında, toplumda egemen “hakikat rejimi”, “estetik rejim”  “disiplin cezalandırma, kontrol rejimi” üzerinde bir mutabakatın olması gerekiyor. Bu “mutabakat”  üzerinde partiler, vatandaşlar kendilerini “aynı dünyaya” ait hissediyorlar.
Bu rejimlerden, birincisi toplumun bireylerinin, “doğruyu” “yanlıştan” ayırmasına sağlayan kodları, anlam sisteminin dayanaklarını sunuyor. İkincisi, toplumun belli ürünleri sanat olarak tanımasına, “güzelin” ve “çirkinin” ölçütlerini bilmesine olanak veren simgesel kodları, kurumsal yapıyı, paylaşılan duyarlılıkları düzenliyor. Üçüncüsü, devletin vatandaşlarına, “görüntüyü” bozmadan  meşruiyetini  kaybetmeden uygulayabileceği “şiddetin” sınırlarını, “disiplin ve cezalandırma kurumlarının” dayandığı ilkeleri belirliyor.
Bir toplumda, bu rejimlerden en azından biri üzerinde “savaş” sürüyorsa, “biz” kavramı yerini “biz ve “onlara” bırakıyor, “parlamenter demokratik düzen”, dolayısıyla meşruiyet anlayışları değişiyor demektir.
Türkiye’de 10 yıllık AKP döneminin, Mısır’da, Tunus’ta Müslüman Kardeşler hareketinin, deneyimlerinin gösterdiği gibi, Siyasal İslam’ın partileri, seçimle gelince, yukarda işaret ettiğim üç “rejimi” değiştirerek, herkesi kendilerinden yaparak (“Ah! Gençlere geleneğimizi öğretemedik” filan), farklı dünyaları yok ederek sonsuza kadar iktidarda kalabileceklerini düşünüyorlar. Toplumun geri kalanı isyan edince de şaşırıyor, hırçınlaşıyorlar.
Bu partiler muhalefetle karşılaşınca, “Biz çoğunluğuz, istediğimizi yaparız. Siz susun” diyorlar. Ama, benliğinin “çekirdeğinin” tehdit altında olduğunu düşünen muhalefet, haklı olarak susmuyor. O zaman da Siyasal İslam hareketi, tam sahip olduğunu düşündüğü arzu nesnesine aslında sahip olmadığını görmenin, elindeki ekonomik ve siyasi olanakları kaçırmanın korkusuyla, adeta bir histeri krizine giriyor. Yeniden bu kez daha şiddetli “Biz çoğunluğuz siz susun”. Ama susmuyorlar. Yeniden daha da şiddetli saldırgan bir dille: “Çapulcular, sarhoşlar, dış mihraklar, embesiller, pezevenkler, hatta sapıklar, dinsizler .

Paranoya- şizofreni- kıskançlık

AKP hükümeti on yıldır kendine ve topluma “biz iç ve dış dinamiklerin çakışmasının ürünüyüz”ü anlatıyordu.  Liberallerin ve Yetmez Ama Evet”çi yararlı salakların hemen yalayıp yuttuğu bu söylemin altında, yukardan AKP, tabandan siyasal İslam’ın toplumsal mühendislik projesi ilerliyordu. AKP hem içerde hem de dışardan, “askeri vesayet”, değişim, demokrasi fantezilerine, bu mühendislik projesine onay alarak, toplumsal muhalefeti susturuyor iç rahatlığıyla yoluna devam ediyordu.
Birden, “Gezi olayı” patlak verdi. Bu patlamanın travmasıyla, AKP ve Siyasal İslam’ın simgesel dünyaları sarsıldı, destek aldıkları, yaptıklarını onaylayan ses kesildi, dayandıkları “anlamlar zinciri” koptu… Onaylayan ses susunca, hatta yerini itiraza uyarıya bırakınca, bir belirsizlik, güvensizlik oluştu, sonra, tutarsız hatta anlamsız ünlemeler, korku, şizofrenik-paranoya: “Bunlar aslında bize karşı! Adamın arkasındaki adam kim? Yıllar önce planlandı? Düğmeye bastılar.”
Korku, “Gezi” olayını bastıramayınca paniğe dönüştü, panik abuk sabuk konuşma hezeyanları yaratmaya başladı, hedef aldığı kitlenin, şiddeti iktidarsızlaştıran mizahı ve kahkahasıyla karşılaştıkça, dayanışmasıyla, “Direnayol”uyla farklı özgür bir dünya şekillendikçe, korkunun yanına kıskançlıkta eklendi: “Bu alçaklar ne kadar eyleniyorlar, birlikte haz alıyorlar”... Çapulcular, Vandallar diye başlayan, simgesel şiddet, giderek cinsel fantezilerle zenginleşen saldırılar, küfürler üretmeye başladı.

No comments:

Post a Comment