Birgün Pazar Ekinde yayımlandı (07/07/2013)
Başbakan, çevresi, “Gezi Olayı”nı en yüksek önyargıyla,
orantısız fiziki şiddetin yanı sıra beklenmedik yoğunlukta "simgesel”
şiddetle bastırmaya çalıştılar. Polis İstanbul’u yine işgal etti evlerin içine
kadar gaz sıktı, önüne geleni darp etti. Başbakan “çapulcu”dan başladı, ayyaşla
devam etti, yardımcısı hızını alamayıp “Yahudi komplosu”na kadar gitti. Yandaş
basının ise freni tamamen patlamıştı, embesiller, köpekler, pezevenkler...
Fiziki şiddetin, siyasal İslam’ın hegemonya projesinin
rıza ayağının zayıflamasıyla ilişkisine daha önce değinmiştim. Burada
Başbakan’ın ve çevresinin, protestoculara karşı, çapulcu, dış mihrak, “bunlar” betimlemeleriyle, “sidik kokuyor”, “camide içki içildi”, hatta “grup seks yapıldı” ifadeleriyle harekete geçirdiği “simgesel
şiddet” üzerinde durmaya çalışacağım.
Bu orantısız, simgesel şiddetin arkasında sanırım iki
dinamik yatıyor. Birincisi Siyasal İslam’ın kapitalist devletin parlamenter demokratik
biçimini anlamaktaki, uyum sağlamaktaki zorluğuna ilişkin. İkincisi de, AKP
seçkinlerinin “olay” karşısında yaşadığı travmanın ürünü.
Çoğunluk saplantısı
Bildiğiniz gibi
“Parlamenter demokrasi” çok temel bir grup varsayıma ve görüntüye dayanır. Seçimle
gelenler seçimle giderler, sonra yine gelebilirler. İktidara ancak, rejime,
egemen sınıfa, kapitalist sisteme sadakati olan partiler gelebilir. Kapitalist
devletin bu biçiminde, hükümet, görünüşte
bireyin özel hayatından uzak durur, egemen sınıf fraksiyonları karşısında tarafsızdır, siyasetçiler siyasi
faaliyetlerinden ekonomik çıkar elde
etmezler. Tüm vatandaşlar devletin, hükümetin gözünde eşittir “biz” diye herkesi kaplayan bir şey vardır.
Bazen, yönetmek
ekonomik yada siyasi nedenlerle zorlaşmaya başlayınca, bu varsayımlar, bu
“görüntü” sayesinde, hükümet partileri, rahatlıkla bir erken seçimle, daha
fazla yıpranmadan hükümetten, yükü muhalefetin omuzlarına yıkarak, kaçmayı
seçebilirler.
Muhalefete geçen
parti, gerçek özellikleri (sermaye sadakati) ortaya çıkmadan, “görüntüyü”
korumuş olarak kenara çekilir; kendini toparlamak, liderini, vitrinini
değiştirerek “yenilenmek” için zaman kazanır, bir dahaki seçimlere yaralarını
sarmış, şansını arttırmış olarak girer; “düzen” de “yorulan atını”,
dinlenmişiyle değiştirerek yoluna devam eder.
Parlamenter
demokrasinin böyle, düzenli olarak değişen hükümetler aracılığıyla istikrarlı
biçimde işleyebilmesi bazı olmazsa olmaz önkoşullara dayanır
Sırayla hükümete
gelen partilerin arasında ve ülkenin simgesel dünyasında, toplumda egemen “hakikat rejimi”, “estetik rejim” “disiplin
cezalandırma, kontrol rejimi” üzerinde bir mutabakatın olması gerekiyor. Bu
“mutabakat” üzerinde partiler, vatandaşlar
kendilerini “aynı dünyaya” ait
hissediyorlar.
Bu rejimlerden,
birincisi toplumun bireylerinin, “doğruyu”
“yanlıştan” ayırmasına sağlayan
kodları, anlam sisteminin dayanaklarını sunuyor. İkincisi, toplumun belli
ürünleri sanat olarak tanımasına, “güzelin”
ve “çirkinin” ölçütlerini bilmesine olanak
veren simgesel kodları, kurumsal yapıyı, paylaşılan duyarlılıkları düzenliyor.
Üçüncüsü, devletin vatandaşlarına, “görüntüyü” bozmadan meşruiyetini
kaybetmeden uygulayabileceği “şiddetin”
sınırlarını, “disiplin ve cezalandırma
kurumlarının” dayandığı ilkeleri belirliyor.
Bir toplumda, bu
rejimlerden en azından biri üzerinde “savaş” sürüyorsa, “biz” kavramı yerini
“biz ve “onlara” bırakıyor, “parlamenter demokratik düzen”, dolayısıyla
meşruiyet anlayışları değişiyor demektir.
Türkiye’de 10 yıllık AKP döneminin, Mısır’da, Tunus’ta Müslüman Kardeşler hareketinin,
deneyimlerinin gösterdiği gibi, Siyasal
İslam’ın partileri, seçimle gelince, yukarda işaret ettiğim üç “rejimi”
değiştirerek, herkesi kendilerinden yaparak (“Ah! Gençlere geleneğimizi
öğretemedik” filan), farklı dünyaları yok ederek sonsuza kadar iktidarda
kalabileceklerini düşünüyorlar. Toplumun geri kalanı isyan edince de şaşırıyor,
hırçınlaşıyorlar.
Bu partiler
muhalefetle karşılaşınca, “Biz
çoğunluğuz, istediğimizi yaparız. Siz susun” diyorlar. Ama, benliğinin “çekirdeğinin”
tehdit altında olduğunu düşünen muhalefet, haklı olarak susmuyor. O zaman da Siyasal
İslam hareketi, tam sahip olduğunu düşündüğü arzu nesnesine aslında sahip
olmadığını görmenin, elindeki ekonomik ve siyasi olanakları kaçırmanın
korkusuyla, adeta bir histeri krizine
giriyor. Yeniden bu kez daha şiddetli “Biz
çoğunluğuz siz susun”. Ama susmuyorlar. Yeniden daha da şiddetli saldırgan
bir dille: “Çapulcular, sarhoşlar, dış
mihraklar, embesiller, pezevenkler, hatta sapıklar, dinsizler .
Paranoya- şizofreni- kıskançlık
AKP hükümeti on
yıldır kendine ve topluma “biz iç ve dış
dinamiklerin çakışmasının ürünüyüz”ü anlatıyordu. Liberallerin ve Yetmez Ama Evet”çi yararlı salakların
hemen yalayıp yuttuğu bu söylemin altında, yukardan AKP, tabandan siyasal
İslam’ın toplumsal mühendislik projesi ilerliyordu. AKP hem içerde hem de
dışardan, “askeri vesayet”, değişim, demokrasi fantezilerine, bu mühendislik
projesine onay alarak, toplumsal
muhalefeti susturuyor iç rahatlığıyla yoluna devam ediyordu.
Birden, “Gezi
olayı” patlak verdi. Bu patlamanın travmasıyla, AKP ve Siyasal İslam’ın simgesel
dünyaları sarsıldı, destek aldıkları, yaptıklarını onaylayan ses kesildi, dayandıkları “anlamlar zinciri” koptu… Onaylayan ses susunca, hatta yerini
itiraza uyarıya bırakınca, bir belirsizlik, güvensizlik oluştu, sonra, tutarsız
hatta anlamsız ünlemeler, korku, şizofrenik-paranoya:
“Bunlar aslında bize karşı! Adamın
arkasındaki adam kim? Yıllar önce planlandı? Düğmeye bastılar.”
Korku, “Gezi”
olayını bastıramayınca paniğe dönüştü, panik abuk sabuk konuşma hezeyanları
yaratmaya başladı, hedef aldığı kitlenin, şiddeti iktidarsızlaştıran mizahı ve
kahkahasıyla karşılaştıkça, dayanışmasıyla, “Direnayol”uyla farklı özgür bir
dünya şekillendikçe, korkunun yanına kıskançlıkta
eklendi: “Bu alçaklar ne kadar
eyleniyorlar, birlikte haz alıyorlar”... Çapulcular, Vandallar diye başlayan,
simgesel şiddet, giderek cinsel fantezilerle zenginleşen saldırılar, küfürler
üretmeye başladı.
No comments:
Post a Comment