Thursday 28 June 2012

Kriz, kadın ve AKP dönemi

(28 Haziran 2012- Sendika.org)

“İstanbul Sarıyer’de 21 Mart gecesi tecavüze uğrayan kadın,
tecavüzcüsünü ısırdı diye 2.5 yılla yargılanıyor”

AKP döneminin ilk yedi yılında kadın cinayetleri yüzde 1400 artmış. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in açıkladığı verilere göre 2002’de 66 olan kadın cinayeti sayısı, 2009’un ilk yedi ayında 953 yükselmiş.

İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’nin gerçekleştirdiği daha güncel bir araştırmada, durumun daha da ağırlaştığı, 2005-2011 yılları arasında 4190 kadının erkekler tarafından öldürüldüğü ve 3074 kadının tecavüze uğradığı, 2011 yılının ilk 8 ayında ise 143 kadın öldürülürken 76 kadının cana kastedilen saldırılarda yaralandığı, bunun dışında 2011’in ilk 8 ayında 82 tecavüz vakasının mahkemelere intikal ettiği saptanıyor. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün ‘Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’ kadınların yüzde 42’sinin fiziksel ve cinsel şiddete uğradığını, bu şiddet olaylarının yüzde 49.9’unun yoksul kesim kadınlarında yoğunlaştığını gösteriyor.

Kadını hedef alan bir genel saldırı panoramasına içinde, hatta merkezinde Başbakanın “Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”, “en az üç çocuk istiyorum” açıklamaları, "Sorunun odağında kim var? Kadın var. Kardeşim sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır. Tahrik ettikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değildir” mantığı, bu mantığa bağlı olarak “Tecavüze uğrayan kadın tecavüzcüsüyle evlensin, yargının iş yükü hafiflesin” yüzsüzlüğü, kürtaj hakkını hedef alan saldırılar sezaryen tartışmaları, hamilelik testlerini kayda geçirme çabaları, üretken olmayan cinsel ilişki biçimlerini yasaklayan kararlar var.

Tüm bu açıklamalar ve kararlar, bedenin kontrolünü, kamusal alana özgürce katılma hakkını kadının elinden almayı amaçlarken, artan şiddetin kadını terörize ederek, yıldırarak direniş kapasitesini kırarak eve kapatmayı hedeflediği kolayca söylenebilir. Ancak kadına yönelik bu saldırıların AKP döneminde hızlanmasına yol açan dinamiklerin de açıklanması gerekiyor.

En kolay ve kestirme açıklama, AKP kadrolarının ideolojik yapılarına, dinci geleneklerine göndermeyle yapılabilir. Ancak bu açıklama “Ama nüfusunun yüzde 99 Müslüman olan bir ülke Türkiye, neden böyle bir artış daha önce görülmedi de şimdi ortaya çıkıyor?” sorusu karşısında daha ilk elde zorlanmaya başlar.

Bence bu açıklamada, belirleyici dinamiği genel olarak kapitalizmin krizinin, ama özel olarak Türkiye kapitalizminin 1990’ların sonunda patlak veren mali krizinin içinde aramak gerekiyor. AKP bu ikinci krizin bir ürünü olarak ama, birinci krizi yönetmek amacıyla geliştirilen neo-liberal politikaları uygulamaya devam etmek üzere iktidara gelmedi mi? Bu dinamiklere, AKP ile birlikte AKP yönetimindeki devlete dayanarak yükselen yeni bir kapitalist sınıf kesiminin gereksinimlerini de eklemeye başladık mı bence kadına yönelik bu saldırı dalgasını açıklayacak zemine ulaşabiliriz.

Ancak bunu yapabilmek için, bir kaç adım geri çekilerek, kapitalizmin ortaya çıkışıyla kadına yönelik baskının aldığı biçimler arasındaki ilişkiyi anımsamamız, bu arada kapitalizme ilişkin kimi fantezileri de yıkmayı göze almamız gerekiyor.

Tam da bu konular üzerinde düşünmeye başladığım sırada (aslında bu mücadeleye yeni katılmaya başlayan genç bir kadının, kızımın getirip önüme koymasıyla) elime geçen bir çalışma [1 ], bana çok yardımcı oldu. Yazının bundan sonraki bölümünde, AKP döneminde, kadına yönelik şiddetteki ani artış üzerinde düşünmeye, bu çalışmanın bulguları ve savları eşliğinde devam edeceğim.

Bir karşı devrim olarak kapitalizm
Silvia Federici’nin çalışmasının en çarpıcı yanını, kapitalizmin kadınları ve emeği özgürleştiren bir üretim tarzı değil, aksine çoktan başlamış olan bir isyanın özgürleşme sürecini bastıran bir gelişme olduğuna ilişkin sav, bu savı desteklemek için sunulan tarihsel malzeme oluşturuyor.

Federici’nin çalışması öncelikle feodalizmin uzun krizi sırasında, sertleşen sınıf mücadelelerine, çoğuna kadınların liderlik ettiği, ya da geniş bir biçimde katıldığı “komünist”, “proto-komünist”, din karşıtı halkçı köylü/proleter hareketlerin ortaya çıktığı döneme odaklanıyor. Federici’nın savına, bulgularına göre, kilise, aristokrasi ve tüccar sınıflarının, bu isyanları bastırmak, serveti, ayrıcalıkları korumak, birikimini yeniden düzenlemek için başlattıkları atılımlar içinden, kapitalizm, bu isyanları bastıran, üretimi ve servet birikimini yeni bir biçimde örgütleyen bir karşı devrim olarak doğuyor. Bu anlamda kapitalizm ve burjuva toplumu, belki feodal üretim tarzına, siyasi yapısına ve egemen ideolojisine göre bir “ilerleme”yi temsil ediyor ama, şekillenme süreci feodalizme, mülkiyete karşı yükselen kitlesel isyanları, kadın özgürlüğü, cinsel özgürlük dalgasını, ortaklaşmacı, eşitlikçi ve sömürüsüz bir yaşam kurma çabalarını bastıran bir “karşı devrim” işlevi görüyor.

Kilise, aristokrasi ve tüccar sınıfları bu devrimci dalgaya, Marx’ın ilkel birikim olarak tanımladığı süreci başlatarak cevap veriyorlar. Bir tarafta servet birikiyor, öbür taraftan işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan proleter kitleleri... Servet üretim araçlarını sağlayacak ve bunları ücret ilişkisi içinde emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan üreticilerle birleştirecek... Bu süreçte, kapitalizm Marx’ın deyimiyle, başından ayağına her tarafından her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak ortaya çıkacak.

Gerçekten de, bu ilkel birikimin bir yanında sömürgeciliğin, köleciliğin, soykırımın, ırkçılığın, öbür yanında da kadınlara yönelik son derecede vahşi bir saldırıyla eril toplumun, kapitalizmin gereksinimlerine göre restorasyonunun, yeniden örgütlenmesinin yer aldığı görülüyor. Bizi bu yazıda daha çok ikincisi ilgilendiriyor.

Proleterleşme, cinsel disiplin, kadın düşmanlığı
Feodalizme karşı giderek yoğunlaşan isyanlara dönersek, bunlardan yaklaşık bir yüz yıl önce vebanın nüfusun üçte birini yok eden etkisini de göz önüne alarak, Federici, feodal egemen sınıfların ve tüccarların emek kıtlığı, yükselen ücretler, düşen fiyatlar gibi sorunlarla karşı karşıya kaldıklarını, o zamanlar “heretic” (“halk bu kadar yoksul ve açken kilise neden bu kadar zengin” sorusuyla kiliseyi hedef alarak başlayan hareketler) olarak nitelenen isyanlarla boğuşmakta olduğuna dikkat çekiyor.

Egemen sınıflar bir taraftan bu isyanları bastırmaya çalışıyorlar, diğer taraftan ücretleri düşürmenin, aynı anda da nüfusu arttırmanın yollarını arıyorlar. Kamusal mülk olan toprakların çevrilerek özelleştirilmesi, nüfusu gittikçe artan bir mülksüzler tabakası yaratıyor. Ama mülksüz kalanların çalışma koşullarını kabul etmek yerine işi isyana, serseriliğe, eşkıyalığa vurmaları beklenen sonuçları vermiyor.

Bu aşamada giderek devreye bir taraftan proletarya sınıfına karşı aşırı bir şiddet, diğer taraftan yeni nüfus ve beden denetleme politikaları giriyor. Her ikisi de öncelikle kadını hedef alıyor, hem proletarya sınıfını bölmek hem de emekçi sınıfların biyolojik üretimini garanti altına almak için... Birincisi, egemen sınıfların temsilcileri, zaten tarihsel, dini kökleri olan kadın düşmanlığını körüklüyor, erkeğin sisteme olan tepkisini egemen sınıflara yönelik öfkesini kadına yönlendiriyor, kadına yönelik şiddeti, hatta tecavüzü, özellikle halk sınıflarının kadınları söz konusu olduğunda meşrulaştırmaya, hoş görmeye, zaman zaman da bizzat savaşlarda, pogromlarda, zorunlu evliliklerde örgütlemeye başlıyor. Böylece sermaye birikirken proletarya içindeki bölünmüşlükler de artmaya başlıyor.

İkincisi, kadının cinselliği, buna bağlı özgürlükleri, bedeni, hızla disiplin altına alınmaya çalışılıyor; konuşan, itiraz eden, küfür eden, çocuk doğurmayı reddeden, bir araya gelerek dedikodu yapan kadın, sorgulamada ağlamayan kadın, işkenceden idama kadar uzanan cezalarla sonuçlanan cadı mahkemelerinde yargılanıyor. Cezalandırılanlar, halkın izlemeye zorlandığı gösterilerde uzun uzun işkenceye tabi tutuluyor, işkencede ölmediyse çoğu kez yakılarak, öldürülüyor. Bu süreçte kadınlar terörize ediliyor, birbirlerine ihanet etmeye teşvik ediliyor, kadınlar eve kapatılarak toplu davranışları, ortak kültür üretim süreçleri bastırılıyor, kocalar karılarını yargıçlara kendi elleriyle teslim ediyor. Özellikle ilginç olan şu ki, bu “cadılar” esas olarak dinci değil seküler mahkemelerde yargılanıyorlar. Federici, engizisyon geleneğinin yaygın olduğu ülkelerde dinci mahkemelerin de devreye girdiğini, burası önemli, ancak bu mahkemelerden, seküler burjuva mahkemelerine göre daha az idam ve işkence kararı çıktığına işaret ediyor.

Kadınların cinselliğinin hedef alınmasının, proleter erkekler arasında kadın düşmanlığının körüklenmesinin arkasında, sınıfı bölmek, erkeğin gazını almak, emeğin yeniden üretimini, bir ücret ödemeden kadının üzerine yıkmak gibi beklentilerin yanı sıra, kadın cinselliğinin erkek üzerinde bir iktidar aracı olmasından kaynaklanan bir korku ve bir çaresizlik de var.

Yeni kapitalist sınıf her şeyi üretebiliyor ama bir şeyi, yeni işçiler kuşağını üretemiyor. Bunun için kadının bedeni ve rızası, ücreti ödenmeyen ev emeği gerekiyor. Bu korku ve gereksinimlerden hareketle de bize hiç yabancı gelmeyen yasalar gündeme gelmeye başlıyor.

Yeni kapitalist egemen sınıfın organik entelektüelleri, bir taraftan ulusun gücünü nüfus artışına bağlarken, diğer taraftan, akıl/beden ayrımını canlandırarak, açlık, cinsel arzu gibi duyguları bedenin denetlenmesi gereken sorunları olarak tanımlayan söylemleri geliştirmeye başlıyorlar. Bu süreçte, kadının, çocuğun ve sömürge halkının cinselliğine, gizemli, müstehcen hayvani özellikler atfeden bir söylem de gelişiyor.

Bir taraftan tecavüze yaklaşım yumuşatılır, erkeğin kadının bedenine ulaşması kolaylaştırılırken, diğer taraftan kadınların kürtaj yapması, doğum kontrolü, evlilik dışı cinsel ilişki ölümle cezalandırılabilecek suçlar arasına katılıyor. Çocuk yapmaya yönelik olmayan hazları yaratan cinsel ilişkileri, anal/oral seksi, eşcinselliği, evlilik dışı cinsel ilişkiyi, hatta içki içmeyi, çıplaklığı şiddetle cezalandıran yasalar çıkarılıyor. Kapitalist sınıf bu dönemde, meyhaneleri, eğlence yerlerini, panayırları, kısacası halkın bir araya geldiği mekanları kapatmaya, etkinlikleri de yasaklamaya çalışıyor.

Sonuç yerine
AKP dönemi uygulamalarıyla, feodalizmin krizi içinde yükselmeye başlayan yeni kapitalist sınıfın gündeme getirmeye başladığı uygulamalar arasındaki benzerlikleri vurgulayabildiğimi umuyorum.

Bu benzerliklere bir de şuradan yaklaşabilirim sanıyorum: 1960’lerin sonu, 1970’ler kapitalizmin yeni başlamakta olan uzun yapısal krizi içinde yalnızca sınıf mücadelelerinin keskinleştiği değil, kadınların haklar ve özgürlükler mücadelesinin, feminist hareketin ve teorilerin canlandığı yıllar oldu. Komünist hareket bu mücadeleyle ikircikli de olsa bir ilişki geliştirmeye, toplumda erkekler tavırlarını çok yavaş, çok sınırlı da olsa değiştirmeye başladı. Kadınların özgürleşme mücadelelerinde uzun bir süreden sonra yeniden tarihsel kazanımlar gündeme gelmeye başladı. Daha sonra 1980’lerde sendikal harekete olduğu kadar feminist harekete karşı da bir saldırı gelişmeye başladı. Bu karşı saldırı, bir taraftan, hazlara dayalı bir beden estetiği, tüketim tarzının belirleyici unsuru olarak, finansallaşmayla birlikte gelişirken, diğer taraftan postmodernizmin, kültür endüstrisinin katkılarıyla, yükselen yeni muhafazakarlığın, neo-liberalizmin aile değerlerine dönüş propagandasının da öncülüğünde ilerledi.

Türkiye, 1980’lerden sonra, kadın bedenine ulaşmayı kolaylaştıran eril bir cinselliğin, tüketimi teşvik eden bir haz ekonomisinin, “tüketim tarzının” etkisi altına girdi. 1990’ların başında ve sonunda yaşanan mali krizler egemen sermayenin yönetim kapasitesini, temsilcileriyle ve entelektüelleriyle birlikte adeta çökertti. Bu kriz içinde hem bir yeni kapitalist sınıf fraksiyonu hem de yeni bir entelijansiya, hegemonya kurmaya ilişkin yeni bir tarihsel blok inşa etmeye başladılar.

AKP ve hem onu destekleyen, hem de onun sunduğu olanaklar sayesinde yükselmeye başlayan “yeni” kapitalist fraksiyon da krizin etkilerinden, finansal dinamiklerinden bağımsız bir kesim değildi. Birikim yapabilmek, ayakta kalabilmek için dünya pazarında rekabet etmek zorunda olduğunu biliyordu. Bu rekabette gücünü arttırabilmek için bu kesimin, devlet kaynaklarını kullanmaya ilişkin yeni bir kaynak dağılımı sistemine, düşük ücret düzeyine, beden denetim rejimine gereksinimi vardı. Bu kesimin gereksinimlerinin bu bağlamda feodalizmin krizi sırasında yükselmeye başlayan sınıfınkilere benzemesi bir rastlantı değil: Bir üretim tarzı krizi, servet birikimini hızlandırma, bunun içinde emekçi sınıfları denetim altına alma gereksinimi [2 ]. Kapitalizm gelişirken nasıl proleterleşme aynı anda, eril toplumun iktidar ve baskı ilişkilerinin yeniden güçlendirilmesi kadının baskı altına alınmasını, eve kapatılmasını getirmişse, yine bir kriz ve yükselen sınıf aynı dinamikleri harekete geçiriyor.

Bu bağlamda “kadın sorunu” ve kurtuluş mücadelesi ister istemez sınıf mücadelesinin bir tarzı, bir alanı (alt kümesi değil, tarzı ve alanı) olarak karşımıza çıkıyor.

Notlar:
(1) Silvia Federici, Caliban and the Witch – Women The Body and Primitive Accumulation, Autunomedia, 2004/2009 New York

(2) Depreme dayanıklı evler bağlamında hazırlanan imar yasasına, yeni rant alanları yaratmaya ilişkin bir “çevirme” projesi olarak bakılabilir mi acaba?

No comments:

Post a Comment