Saturday 16 June 2012

Tarih olarak bugün

(14 Haziran 2012 -Sendika.org)
Çarşamba akşamı, haberleri izlemek için televizyonu açtığımda karşıma yaz sıcağında kar başlığı giymiş, el yapımı olduğu çok belli bazuka benzeri bir şeylerle, polise rokete benzer bir şeyler atarak savaşan kalabalık bir grup insan çıkınca çok şaşırdım. “Ne oluyor, Irak mı, Suriye mi?” diye dikkat kesilince durumu kavradım. İspanyol maden işçileri, neoliberal kemer sıkma programlarını, toplumsal yardımlarda planlanan kesintileri, işten çıkartmaları protesto ederken müdahale eden polise cevap veriyorlardı. Gerçekten de, “ilginç zamanlarda” yaşıyoruz. Adeta zaman kırıldı, tarih yapılmayı bekliyor diye düşündüm. 

Bu düşünceden hareketle şu sonuca ulaştım: Sosyalist/komünist hareket strateji ve taktiklerini planlarken, her şeyden öncebugün tarihsel olarak çok özel bir dönüm noktasında olduğumuzun ayırtına varılması gerekiyor. 

Sosyalist/komünist hareket deyinde de ister istemez, tek bir ülkeyi değil dünya tarihsel hareketin parçası olarak ulusal coğrafyalarda mücadele eden grup, örgüt ve partileri düşünüyorum. 

Bu açıdan bakınca da, karşıma, bu grup, örgüt ve partilerin önündeki en önemli görev (taktik adım) “otuz yıldır izlenenörgüt inşa etme çabalarına hız vermek mi, yoksa, momentin özelliklerine uygun, yeni, hatta belki de daha önce denenmemiş mücadele biçimleri geliştirmeye çalışmak mı olmalıdır?” sorusu geliyor. 

“... sürdürülemez bir gelecek bekliyor...” 
Önce bu “çok özel bir dönüm noktası” olarak nitelediğim momentin üzerinde kısaca duracağım. Bu konuda geçmişte, “küreselleşmeden sonra”, “restorasyon dönemi bitiyor”, “kriz yönetme rejimi tükendi” gibi kavramlar bağlamında epey konuştuğum için bu kez sözü düzenin organik entelektüellerine bırakmak, bu momenti onların ağzından anlatmak istiyorum. 

IMF başkanı Christine Lagarde’a göre bizi “sürdürülemez bir gelecek” bekliyor. Çünkü, Lagarde, dünyanın “aynı anda üç krizle karşı karşıya olduğuna” inanıyor. Lagarde bu üç krizi şöyle sıralıyor: İnsanların gelirleri düşüyor. Çevre koşullarına verilen zarar artmaya devam ediyor. Toplumsal karışıklıklar artmaya devam ediyor (The Guardian, 12/06/2012). 

Dünyada halen 200 milyondan fazla insan işsiz, 75 milyon genç emek piyasasına girmeye çalışıyor. ABD hane halkının gelir düzeyi hızla düşerek 40 yıl öncesine geri dönmüş. Dünya ekonomisi dört yıldır, 1930’lardan bu yana, en sert mali krizini yaşıyor, çıkacak gibi de görünmüyor. Avrupa ekonomileri, negatif ekonomik büyüme, iki haneli işsizlik oranları, batık devlet bütçeleri, yıkılmak üzere banka sistemiyle derin bir depresyonda. Bu sırada Avrupa işçi sınıfı, giderek artan oranda orta sınıflar, mali sermaye adına krizi yönetmeye çalışan Avrupa Merkez Bankası, IMF ve Brüksel Troika’sının dayattığı neoliberal kemer sıkma önlemlerine itiraz ediyorlar, işgal hareketiyle, grevlerle, protesto eylemleriyle, seçimlerde verdikleri oylarla bu itirazlarını birçok biçimde dile getiriyorlar. 

Bu sürdürülemez geleceğin önemli bir boyutu daha var. O da uluslararası siyasi dengelerle, daha doğrusu gittikçe belirginleşen kutuplaşmalarla ilgili. Bu konuda lafı daha fazla uzatmadan, Suriye-İran bağlamında gündeme gelen senaryolara, bakmak yeterli. Askeri müdahaleyi çabuklaştırmak, ya da muhalefetin daha fazla gelişmesini önlemek için karşılıklı tezgahlanan katliamlar devam ediyor. Arap Emirlikleri isyancılara silah yardımı yapıyor. Rusya rejime saldırı helikopterleri veriyor. İran bir müdahale olursa ben de misilleme yaparım diyor. 

Rusya, Çin, İran- Hizbullah bir yanda, ABD-Arap Emirlikleri- Siyasal İslam- Türkiye ekseni öbür yanda, dişinden tırnağına kadar silahlı, silahlanmaya devam eden, nükleer silahlara da sahip kamplar karşı karşıya siyasi diplomatik manevralar yapıyorlar. 

“Bu kez Avrupa gerçekten bir eşikte” 
Bu iklim ister istemez bir başka karanlık dönemi anımsatıyor. Düzenin iki önde gelen entelektüeli, tarihçi Nial Fergusan ve ekonomist Nouriel Rubini’ye göre, “Avrupa Birliği 1930’larınkine benzer bir felaketin tekrarlanmasını önlemek için yaratılmıştı, ancak şimdi, öncelikle Almanya gereken dersi almamış görünüyor” (Der Spiegel 12/06/2012). 

Bu iki yazara göre 1931’e kadar Büyük Bunalım’ın, ABD kaynaklı birinci raundu yaşanmıştı. Ondan sonra 1931’de Avrupa banka kriziyle birlikte Büyük Bunalım’ın ikinci raundu başladı, 1933 yılında da demokrasi öldü, altı yıl sonra başlayan savaşta da, 6 milyonu Yahudi soykırımında olmak üzere 60 milyondan fazla insan öldü. 

Ferguson ve Rubini, hadi bankerler 1931 tarihini anımsamıyorlar, 1939’da ne olduğunu da mı anımsamıyorlar diyorlar. 

Yazarlar, bugünkü banka kriziyle, 1931’de başlayan banka kriz arasındaki çarpıcı benzerlikleri aktararak devam ediyor, banka mevduatlarına Avrupa çapında garanti vermek, borçları bir merkezde toplamak, mali işlemlere vergi koymak gibi bir seri, neo-liberal paketlerle uyuşmayan, önlem öneriyorlar. 

Buna karşılık bankaların en büyük korkusu, tam da bu tür önlemlerle karşı karşıya kalmak. Otuz yıldır, “serbest piyasadan başka yol yok” varsayımıyla yetişmiş bir kuşak, mali sermayeden başka bir kesiminin çıkarını anlayamıyor. 

Düzenin entelektüelleriyse, gereken önlemler alınamazsa daha da artacak olan ekonomik ve siyasi gerginliklerin geçmişte nelere yol açtığını anımsıyor, benzer tehlikelerin ufukta olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. En çok korku yaratan gelişmeler de Yunanistan’da SYRİZA’nın ve tüm Avrupa'da genel olarak solun yükselmesiyle canlanan anti kapitalist muhalefet. 

Council on Foreign Relations’un (malum CFR) yayın organı Foreign Affaires’de yayımlanan Stathis N. Kalyvas imzalı “Greece Votes Himsel in the Foot” (Yunanistan kendini oyla ayağından vurdu) başlıklı yazıda bu korkuyu tüm boyutlarıyla görmek olanaklı. Yazara göre 17 Haziran seçimleri yalnızca Yunanistan’ın değil tüm II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa projesinin kaderini belirleyecek. 

Yazar “nasıl oldu da bir grup deneyimsiz, şaşkın radikal ve neo-komünist entelektüel, 37 yaşında ve öğrenci eylemcisi eskisi Çipras’ın liderliğinde, kendilerini Yunanistan’ın siyasi güç yapısının en üstüne çıkarabildiler?” diye soruyor. 

Yazara göre "Çipras hükümeti kurarsa Yunanistan’ın ekonomik, toplumsal yapısı, kamu düzeni alt üst olacak, hükümet maaşları verecek para bulamayacak" falan filan... Kısacası, yazar açıkça söylemiyor ama, şu noktaya ulaşmaya olanak verecek mantıksal senaryoyu çiziyor: Bu olağan üstü duruma uygun olağan üstü önlemler gerekebilir. Yani, bu ekonomi, toplum, devlet, bu ne idüğü belirsiz kaçıkların eline bırakılır mı? 

Bir “tarihsel blok” dağılırken... 
Lenin “yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek istemediği” bir durum olarak tanımlayabilirdi yukarda, kabaca özetlediğim görüntüyü. Bu görüntüye bir başka yaklaşımı da Gramsci’nin “tarihsel blok” kavramından yararlanarak geliştirebiliriz. 

Yaklaşık 30 yıl önce, dünya ekonomisinde, sermayenin etkinliklerini sınırlayan her türlü toplumsal denetim ve mutabakat kurallarını, kurumlarını kaldırmayı amaçlayan, yaşamın düzenlenmesinde tek seçeneğin serbest piyasa modeli olduğuna ilişkin, 19. yüzyılın vahşi kapitalizmini özleyen bir yaklaşımı egemen kılacak bir “restorasyon” projesi başladı. Kapitalizmin uluslararası kurumları, üniversiteleri (epistemik toplulukları) bu projeyi gerçekleştirmeye, buna uygun olmayan her türlü varsayımı toplumsal söylemden silmeye giriştiler. Orta sınıflar, sendika bürokrasisi kısa sürede bu projeye teslim oldu, işçi sınıfı da önceki dönemin anılarını, bu restorasyona direnme araçlarını, kurumlarını giderek kaybetti. 

Böylece, neoliberal bir hegemonya ve sermaye sınıfı söz konusu olduğunda, mali sermaye- medya kompleksi liderliğinde, serbest piyasa pratiği, organik entelektüellerin işlevi, orta sınıfların da katılımıyla bir “tarihsel blok” oluştu. Bu tarihsel blok gerek küreselleşme düzeyinde, gerekse de ülkeler düzeyinde “reformlar” süreci bağlamında egemen oldu. 

Bu “tarihsel blok”un 2007 mali kriziyle iç istikrarını kaybetmeye, 2011’den bu yana da AB mali krizinin, derinleşirken tüm dünya mali mimarisini tehdit etmeye başlamasıyla, dağılma sürecine girdiğini görüyoruz. Bu dağılma süreci, farklı ekonomik siyasi coğrafyalarda farklı hızlarda ilerliyor ama, ilerlediği kesin. 

Birincisi, mali sermaye, bankacılar üzerinden adeta krizin günah keçisi olmuş durumda. Neo-liberal hegemonya (kriz yönetim modeli ve ideolojisi) artık toplumsal muhalefet karşısında kendini koruyamıyor, artık bu hegemonya, tarihsel bloku oluşturan kesimler tarafından da sorgulanıyor. Sermayenin diğer kesimleri, muhalefetin şiddetini kendi üzerlerinden mali sermayeye yansıtarak, korunma refleksi geliştirmeye başlıyorlar. Buna bağlı olarak organik entelektüeller, krizi sermayenin yalnızca bir kesimini muhalefetin hedefine koyacak, genelini kayıracak söylemleri arıyorlar. Bu tarihsel blokun toplumsal desteğini oluşturan orta sınıflar, ülkelere göre değişen hızlarda neoliberal modele karşı tutum almaya başlıyorlar. Daha önce de vurguladığım gibi bu tarihsel bloku restore edebilmek açısından, bu orta sınıfların yeniden kazanılması sermaye için büyük önem kazanıyor. Burada çok sert, özellikle sağ- popülist (anti finans kapital, yabancı düşmanı, ırkçı, milliyetçi otoriter) seçenekler devreye girmeye başlıyor. 

Ben bu gözlemlerden şu sonuçları çıkıyorum: Hem verili hegemonya düzeni sarsılırken, hem de tarihsel blok iç uyumunu ve destek sınıflarını kaybederek dağılmaya başlarken, emekçi sınıflarda uzun yıllardır görülmeyen bir siyasallaşma (henüz büyük ölçüde reformist de olsa), hareketlilik, örgütlenme eğilimi ortaya çıkıyor. Böylece sosyalist/komünist hareket açısından, bir karşıt hegemonya oluşturmak, bir “tarihsel blok” kurma projesine başlamak için bir “fırsat penceresi” açılıyor. 

Bu tarihsel blok kurma projesi bence emekçi sınıflarla, kapitalizmin verili halinden (serbest piyasa modelinden) hoşnutsuz kesimleri buluşturmayı amaçlamalı. Bunu başarabilmek için de, bu buluşmayı kuracak söylemi, işbirliği, örgütlenme biçimlerini geliştirmek, bir anlamda kapitalizme karşı nefreti, bu nefreti ifade edecek kolektif eylemi taşıyacak toplumsal hareketi inşa etmeyi amaçlamak gerekiyor. 

Bu tarihsel blok projesinin, bu bağlamda hemen her zaman başlangıçta, ilk aşamasında ortaya çıkacak olan, emperyalizme ve kapitalizme karşı (ırkçılığı ve milliyetçiliği kesinlikle dışlaması koşuluyla) sol popülist, reformist reflekslerden korkmamak bunların potansiyellerini değerlendirmeyi amaçlamak gerekiyor. Ya da şöyle koyabiliriz sorunu: Eğer popülizmi kuran ana söylem ulusalcılık, din, ırkçılık değil de kapitalizm karşıtlığıysa, bir anti kapitalist tarihsel blok ve proletarya hegemonyası bağlamında bunun potansiyellerinden yararlanmadan, içinden siyasi bir süreç olarak geçmeden, üzerinden atlayarak ilerlemeye çalışmak yalnızca boş bir çaba olmayacak, aynı zamanda büyük bir olanağı ziyan etmek anlamına gelecektir. 

Örgüt ve iktidar 
“Tarihsel blok” her zaman siyasi ve ekonomik iktidara ilişkin bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. 

Bunun kurulmasındaysa sosyalist/komünist hareket açısından en önemli yapıntının örgüt/parti olduğu kuşku götürmez. 

Siyasal iktidar öncelikle devlette, onun ideolojik aygıtlarında ifadesini buluyor. Ekonomik iktidar ise, üretim, bölüşüm ilişkilerinin (mülkiyetin) özgün biçimlerine dayanıyor. 

Bu açıdan bakınca, tarihsel blok kurma sürecini yönetmeye çalışan sosyalist/komünist hareketin devletin organlarına ve devletin ideolojik aygıtlarına ulaşmaya başlaması, yürütme, yasama organlarına el atacak düzeye gelmesi, tarihsel blok oluşturma sürecini hızlandıracak yönde yasa yapıcı, bu yasaları uygulamaya koyucu olanaklar elde etmesi büyük önem kazanıyor. 

Bu açıdan bir noktada eğer gündeme gelmişse, seçimleri kazanmak, hükümeti kurmak sosyalist/komünist hareket açısından, tarihsel blok’un inşası sürecinde, türlü olanakları gündeme getirebilecek bir fırsat olarak karşımıza çıkıyor. 

Kapitalist devleti az çok bilen birisi, hükümeti kurmanın, bu tarihsel bloku oluşturmaya yetmeyeceğini kolaylıkla görebilir. Ama bu hükümetin, siyasi gücün dağılımı alanlarında, ekonomik iktidar alanında uygulamaya koyacağı dönüştürücü yasalar, alacağı önlemler, bunları destekleyen, bunlar sayesinde güçlenerek büyüyen kitle hareketi ilerledikçe, ilerlerken kendi yönetim organlarını, alternatif yaşam alanlarını ve biçimlerini oluşturdukça tarihsel blok’un oluşumu süreci de ilerlemeye devam edecek. 

Burada tarihsel blok inşa etmeyi, ilerleyen, gelişen ve giderek dönüşecek olan bir süreç olarak düşündüğümü vurgulamak isterim. Bu süreç, sürekli bir ideolojik, siyasi mücadeleyi, sınıflar arası ittifakları, enternasyonal dayanışmayı, kendini koruma ve yönetme organlarını, kapitalizme paralel yaşam ve yönetim kurumlarını bulmayı, kurmayı, bu bağlamda sık sık deneme yanılma yoluna da başvurmayı, en çok da kendiliğinden kitle hareketinin yaratıcılığına, inisiyatifinegüvenmeyi gerektirecektir diye düşünüyorum. 

Kendiliğinden kitle hareketinin yaratıcılığına ve inisiyatifine güvenmek, bundan yararlanabilmek içinse en önemli, olmazsa olmaz koşul, bu yararlanma olgusuna açık, hazır ve uygun yapılara sahip sosyalist/komünist hareketlerin varlığıdır. 

Bu noktada, “otuz yıldır izlenen örgüt inşa etme çabalarına hız vermek mi, yoksa, momentin özelliklerine uygun, yeni, hatta belki de daha önce denenmemiş mücadele biçimleri geliştirmeye çalışmak mı olmalıdır?” sorusuna geri dönebilirim sanıyorum. 

Öncelikle, bu sorunun kesin, dogmatik bir cevabı olamayacağını vurgulamak isterim. Bugün Yunanistan’da, gelişkin örgütlere sahip bir solun hükümete gelme olasılığının gündemde olduğu bir momentte, belki de özellikle ve öncelikle “tarihsel blok” oluşturma projesine odaklanmak gerekiyor olabilir. 

Buna karşılık, böyle bir hükümete ulaşma olasılığının gündemde olmadığı ülkelerde, tarihsel blok inşa etme - örgüt/parti inşa etme süreçlerini, diyalektik bir biçimde, kimi ara düzeylerin yardımıyla ilerleyecek bir süreç olarak düşünmek gerekli olabilir. 

Blok inşa etme süreci işçi hareketini birleştirmeye ve orta sınıf muhalefetiyle (destek sınıflarıyla) buluşturmaya ilişkin bir süreç iken örgütlenme, tek tek üye kazanarak büyümekle değil işçi sınıfının (bir kesiminin) siyasi temsilcisi, onunla arasında temsil ilişkisini bir iddia olarak değil, fiziki (mücadele aracı) ve kültürel olarak kurmakla ilgili olmak durumundadır. Öyle ya örgüt sınıfın içinde inşa edilmiyorsa nerede, hangi tabakalar içinde inşa ediliyor olacaktır acaba? 

Diğer taraftan, örgüt kurma sürecinde, yalnızca siyasi geleneğin değil, işçi sınıfının da parçalı olmasından kaynaklanan bir çok merkezlilik durumu söz konusudur. Bu gerçeklik göz önüne alınmadan, “yönetilecek bir sorun” olarak üzerinde düşünülmeden, örgüt inşa etme süreciyle “tarihsel blok” oluşturma süreci arasındaki ilişkiyi kurmak mümkün olabilir mi? 

Bu da bizi, çok merkezli örgüt inşa süreçlerinin, hem sınıfı birleştirme hem de sınıfla “orta sınıflar” arasındaki bağı kurma amacının birleştirilmesi sorununa getiriyor ister istemez: Kendi örgüt inşa projelerini terk etmeden, örgüt inşa etmekte olan diğer yapılarla birlikte davranmanın, tarihsel blok kurma amacına uygun eşgüdümü oluşturmaya uygun, cephe, kampanya, koordinasyon komitesi, sendikal platformlar ve daha önce hiç düşünülememiş başka ara biçimleri yaratmanın yollarını bulmak gerekiyor. 

Kapitalizmin tarihi içinde 80-100 yılda bir gelen çok özel bir momentte bulunuyoruz. Kapitalizm, yeni bir yapılanmaya geçmeye başlamadan önceki dağılma sürecini yaşıyor. Bu kapitalizmin en kırılgan, egemen sınıfların öz güveninin, ideolojik hegemonyalarının en zayıf, iktidarlarının en istikrarsız olduğu dönemdir. Aynı zamanda yeni şekillenme başlamadan önce, müdahale ederek tarihin okunu başka bir yöne çevirme olanaklarının da oluşmaya başladığı bir dönem. Karşı hegemonya atılımlarının, kapitalist sınıfların dışında bir “tarihsel blok” kurmanın yollarını aramanın zamanıdır. Bu sınırlı bir zamandır, açılan olanaklar penceresi, savaşlar, darbeler, faşist, sağ popülist, dinci hareketlerle kısa sürede, 80-100 yıl için bir siyasi, ekolojik kabusa yol açarak kapanabilir.

No comments:

Post a Comment