(21 Haziran 2012- Sol.org.tr)
Yine bir çatışma, yine çok sayıda ölü. Adeta kıyma makinesine atılmış
bir genç kuşağın bir türlü sonu gelmeyen trajedisini izliyoruz. Bu da
yetmiyormuş gibi, adeta yaraya tuz basar gibi, durumu açıklamak için
ortaya atılan saçmalıklara katlanmak durumundayız. Bu trajedinin her
dönemecinde havayı kirleten bu metan gazı kokulu saçmalıklarla bu
trajedinin bir türlü sonunun gelememesi arasında yakın bir nedensellik
ilişkisi var.
Alper Birdal, 19 Haziran yazısında,
bu saçmalıkları çok güzel özetledi. Okurken aklıma Platon’un mağara
allegorisi geldi. Bu, açıklama olarak karşımıza gelen saçmalıklar
mağaranın duvarındaki gölgelere benziyor. Ama mağaradakilerin sırtı
mağaranın ağzına, ışığa dönük olduğu için bunların neyin gölgeleri
olduğu, bir türlü belli olmuyor. Arada sırada birileri kendilerini bu
durumda kalmaya zorlayan zincirleri kırıp da dışarı çıktıklarında, ilk
anda gözleri kamaşsa da gölgelerin gerçek kaynağı hakkında bir bilgiye
sahip oluyorlar. Geri dönüp de öğrendiklerini mağaradakilere anlatmaya
çalıştıklarındaysa, başlarına gelmedik kalmıyor…
Gölgelere dönersek, Alper’in verdiği örneklere bir tane de ben eklemek istiyorum.
Ali Bayramoğlu Yeni Şafak’ta ağlaşıyor, tam yeniden “az da
olsa çözüm umudu belirmişken” karakol saldırısı ve 8 can. Birincisi,
30’a yakın insan öldüğüne göre, geri kalanlar “can” değil mi?
Taraflardan birine, “can” nitelemesini çok gören, onları insan dışı bir
şeymiş gibi algılayan kafanın “çözüm umudu” kavramını kullanmasının ne
anlamı olabilir acaba? İkincisi, ne anlama geldiği belirsiz “çözüm
umuduna” yol açan gelişmelere bakar mısınız: CHP'nin çıkışı, AK
Parti'nin yumuşayan yaklaşımı, Talabani'nin girişimleri, Leyla Zana'nın
açıklamaları, Kandil'in yeni vurgularıyla…
Bunlardan en ilginci “Kandil’in yeni vurguları” olabilirdi ama
aktarıldığı kadarıyla burada, “bu işi ben de anlamadım, kontrol
edemedim” türünden bir şey var. İktidar, irade, çözüm kapasitesi değil
bize aktarılan, aktarılmak istenen. Bir iktidarsızlık ve şaşkınlık
görüntüsü yansıyor mağaranın duvarına…
Diğer umut kaynaklarına gelince, gölgelerden de bir şey anlamak
olanaklı değil. Kim ne zaman yumuşadı? Zana, Erdoğan çözer darken ne
kast ediyor? Talabani, hangi beklentiyle bu işin içinde?
Mağaranın dışına çıkarak, gözlerin kamaşmasını, hatta kör olmayı göze
alarak ışığa bakmakta yarar var. Ortada dolaşan şeylerin üzerine
yansıyan bu ışık bu gölgeleri oluşturuyor çünkü. Işık olmasa bu
gölgeler de olmayacak değil mi?
Peki nasıl çıkacağız diye soracak olursak, çıkışın yolunu Alper’in yazısının son paragrafında bulabiliriz.
“Yoksa bu noktaya oluk oluk kan akmaya devam ederken, akılları, meselenin aslında ne kadar basit, ne kadar sınıfsal olduğundan uzaklara taşıyarak kör dehlizlerde kaybetmeye niyetli bir zevatın ayak oyunları nedeniyle mi geldik?” (abç)
Burada, Platon’un, duvara yansıyan şeylerin, asılları olduğunu
düşündüğü “form”lar, “idealar” ya da realiteyi anlığımızda tutabilmemize
olanak veren evrensel kategoriler kavramını, materyalist bir okumaya
tabi tutarsak, “Peki bu kavramlar, bu realite içinde nasıl ortaya
çıkıyor?” Sorusunu sorarak “düzeltirsek”, bu kavramların bu realite
içinde ortaya çıkmasına olanak veren “ışığı” da, Alper’in tartışmanın
içine katmaya davet ettiği “sınıf mücadelesinin” enerjisi olarak
düşünebiliriz. Bu gölgelerin ve kategorileri, bu ışığın
(varlığın-maddenin) titreşim ve devinimleri yaratıyor. Öyleyse, biz de
bu tuhaf “açıklamaları”, Kürt sorununda karşımıza gelmeye başlayan
olguları, sınıf mücadelesinin dinamikleri (titreşimleri ve devinimleri)
üretiyor diyebiliriz pekala.
Bu devimim ve titreşimlere daha yakından bakmadan önce, mağaranın
duvarındaki gölgelerin, sunulan saçmalıklar karmaşasını oluşturan
resimlerin arasındaki boşluklarda, şekillendiğini düşünmeye başladığım
bir söyleme, anlatıya, öyküye, senaryoya (artık neyse) dikkat çekmek
istiyorum.
Bu öykü, ya da kıvrımları açılmakta olan anlatı, her aşamada, doğru yanlış, iktidarın ortağı
olduğu varsayılan “Cemaat” denen bir şeye işaret ediyor. Bu olgunun
ayrıntılarına girmeyeceğim, MİT başkanının hedef alınmasından bu yana
gelişen, Başbakan-Cemaat tartışması olarak aktarılan şeyin içinde
karşımıza gelenleri hem kronolojik sırayla, hem de kurulan
nedensellikler zincirini izleyerek düşünmek yeterli.
Bu Cemaat bazen açıktan suçlanıyor, bazen de dolaylı, bazen de onun
yerine konan temsili şeylere (polis, yargıçlar) göndermeyle, bazen de
kurgulanan anlatının dışında bırakılarak, anılması gereken yerde
anılmayarak, “zımnen” suçlanıyor.
Örneğin Yeni Şafak yazarı, az da olsa çözüm umudunun oluşmasına yol
açan ortamın unsurlarını sayarken, “iktidarın ortağı” olduğu varsayılan,
defalarca iddia edilen, polis ve yargı içindeki gücünden söz edilen
“Cemaat” denen şeyi resmin dışında bırakıyor. Böylece, bu suskunluk
yoluyla aslında ona, “umuda yol aşan şeyin dışında, onun karşıtı olarak”
işaret etmiş oluyor, adını ağzına almadan.
Daha önce de Fehmi Koru, “MİT tartışmasıyla başlayan ve
değiştirilmek istenen iki yasa maddesiyle yeniden tırmanan süreçte
o‘çevre’nin takındığı tavrı fazla uzağında durmadığım ‘Hizmet’in bugüne
kadar izlediği yöntemle bağdaştıramıyorum...”... “Şimdilerde yürütülen
kampanyayı ‘Cemaat’ sahneye koymuş olamayacağına göre, bunu yapan
‘çevre’hangi‘ çevre’dir acaba?” diye soruyordu. Böylece Cemaati
yakından tanıyan bir “bilen”, hükümetle Cemaat arasında yaşandığı
sorunlara, Kürt sorununda çözümün önüne konulduğu varsayılan taşlara
ilişkin bunlar benim bildiğim cemaatin işi olamaz diyor, “cemaati
kayırır gibi görünürken, adeta “cemaat içinde cemaat” var, bu bünye içinde yabancı bir yapılanma var
imasında bulunuyor. Böylece de, “Siyasal İslam” içinde, Cemaat’e ve
duruşuna olan güvene (görüş ayrılıklarından öte) bir gölge düşürüyor.
“İpler kimin elinde?” demeye getiriyor. Bu Cemaat’e, “diyalogcular” gibi
isimler de takan bu çevrede, “ip” söz konusu olunca, akla Yahudiler,
Hristiyanlar, CİA gibi canavarlar geldiğinden, mesaj da yerine doğru
yola çıkmış oluyor.
Şimdi, gözlerimizi, mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin
aralarındaki boşluklardan, karanlıktan uzaklaştırarak, dışarıya,
aydınlığa, sınıf mücadelesinin devinim ve titreşimlerine çevirelim.
Burada da kesin bir şeyler görmek pek olanaklı değil ama, daha anlamlı
bilgiler bulacağız gibi geliyor bana.
AKP döneminde, devlet fonları, nüfuz ilişkiler yoluyla, yerel
yönetimlerin de katkısıyla, savaşın yarattığı ucuz işgücü deposundan,
taşeronlaşma gibi süper sömürü yöntemlerinden de yararlanan, bir
metalaşma, yerel pazarların derinleşerek dış pazarlara bağlanma
sürecinin hızlandığını, uluslararası sermayenin de bölgeye yerli
ortaklar edinerek, en azından kredi vererek, mülk edinme yoluyla
girmekte olduğunu biliyoruz. Irak Kürdistanı’nda yaşanan hızlı
kapitalistleşme süreci de buna eklenince, Kürt bölgelerinde çok katmanlı
bir kapitalist sınıf şekillenmesinin, feodal ağaları da kapitalist
ilişkilere bağlayarak, dönüştürerek yaşandığını kolaylıkla
söyleyebiliriz.
Bu çok katmanlı sınıf şekillenmesinin bir yüzünde AKP bürokrasisi ve
seçkinleriyle arasında adeta bir bağımlılık ilişkisi de oluşturan sermaye sınıfları öbür yanında emekçi sınıflar
var. Kürt toplumu içinde hızlanan, seçimlerde ve referandumda farklı
siyasi tavırlarda da kendini açığa vuran bu sınıf ayrışmasının Kürt
siyasi hareketine yansıyarak ayrışmalara yol açmaya başlaması
kaçınılmaz.
Bu ayrışmada kapitalist sınıflar ve temsilcileri, AKP- Barzani
eksenine yanaşarak, sorunun kendi talepleri, projeleri çerçevesinde
kalarak çözülmesini, ya da ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Kabaca
söylemek gerekirse, Kürt halkı üzerindeki “hegemonya” ilişkilerini,
uluslararası sermaye ile, Türkiye içindeki, bölgedeki ilişkilerini,
bölge jeopolitiğinin efendileriyle bağlarını sağlama alan bir çözüm bu.
Siyasetin içindeki egemenlik ve bağımlılık sınırlarını,
“konuşulabilen ve anlamlandırılabilenlerin” sınırı oluşturur.
Aristotales’in vurguladığı gibi “köle efendisinin dilini konuşabilir ama asla ona sahip olamaz”.
Bu yüzden “hegemonya” sorunsalı bağlamında, dil sorununun, toprak
mülkiyeti (ulusal sorun her zaman öncelikle toprak sorunudur), bireysel
özgürlükler, emekçilerin (eğitim, sağlık, konut, barınma vb.) hakları
gibi hak taleplerinin üzerinden aşarak hızla öne çıkması da doğaldır.
Ancak bu öne çıkış, belli bir sınıf tercihinin de ifadesidir.
Diğer taraftan, Kürt sorunu içinde Kürt emekçilerinin, yoksul ve
topraksız köylülerinin, kentli küçük burjuvazinin, Türkiye
proletaryasının özgürlük sorunlarıyla da bir çok noktada kesişen ama onu
aşan, bir dil sorununa indirgenemeyecek, kapitalist
sınıfların hak talepleriyle sınırlandırılamayacak talepler vardır.
Bunlar kimilerinin “doğuştan gelen haklar” dediği (burjuva bireyin
üzerinden tanımlanan insan hakları) şeylerle de sınırlanamaz, onlara
indirgenemez.
Bu sınıf çıkarları, farklılıkları, hızla Kürt siyasi hareketini
basınç altına alıyor, liderliğini seçim yapmaya, ayrışmaya zorluyor.
Kısacası, Kürt siyasi hareketi de, her “ulusal talepli” hareketin bir
aşamada kaçınılmaz olarak gelip dayanacağı “patrici - pleb”, (varsıllar
ve yoksullar; sömürenler sömürülenler, konuşanlar ve konuşmak
isteyenler, siyaseti yapanlar ve yapmak isteyenler, uzlaşmaz sınıflar)
çelişkisine gelip dayanmıştır.
Bu, ne yazık ki, yönetilmesi, özellikle “kuruluş”, “çözüm” aşamalarında
yönetilmesi son derecede zor, ölümcül bir çelişkidir. Çünkü bu çelişki,
“hangi sınıf kazanacak?”- “hangi sınıf yönetecek?” sorularına cevap
arayan hareketin arkasındaki çelişkidir.
Bugün, kapitalist sınıf şekillenmesinin gündeminde, BDP’nin bu
hegemonya projesi bağlamında araçsallaştırılması, silahlı
iradenin/aparatın tasfiyesi ve artık bölgede düzenin kurulması vardır.
Zana’nın çıkışıyla, BDP’nin bu bağlamda yaşamakta olduğu sancılar
daha da ağırlaşmıştır. Belki de dağdakiler bu süreci en azından sezmeye
başlamış, belki de bu yüzden, dağda olmanın tüm psikolojik ağırlığıyla
da kendi başlarına davranmaya başlamışlardır.
Ben bu spekülatif düşüncelerden ve mantıksal denklemlerden sonra, bu
sancıların daha da ağırlaşacağını, “beklenmedik” olayların sayısının
artacağını, “bilenlerin”, ya olanları gerçekten anlayamadıkları için, ya
da, bu ayrışma sürecinin bilinçlere çıkmasını engellemeye yönelik bir
sınıf içgüdüsüyle saçmalamaya, parazit yapmaya, suyu bulandırmaya devam
edeceklerini düşünüyorum
No comments:
Post a Comment